Fidel Castro: Alev ve küller
Her şeye açık ve meraklı, şaşırtıcılık derecesinde kültürlü, azamet taslamayan, “Lider Maximo bu muymuş?” dedirten, sevecen ve bazen çocuk gibi...
Régis Debray*
Tarihsiz, hatta belki bir tarih hafızası bile olmayan bir kuşağa, dağılıp gitmiş bir kardeşlik ânının içimizde neyi titrettiğini hissettirmek için çok geç artık. Bizim 60’lı yıllarımızda, birden fazla çocuğu konforundan çekip alarak bazen kendinin de üzerine çıkardı o an. Fidel Castro, o öfkenin ve o umudun koruyucusu, önderi, arması olmuştu. Fransa Cumhuriyeti, Cezayir’de işkence yapıyor, üç kıtada binlerce aşağılanmış insan başkaldırıyor, kapitalizm ve komünizm arasında bir üçüncü yol parlıyordu ufukta.
Derinlerden gelen bu coşkudan kala kala, bir hayranlıktan ziyade, adaletsiz ve küçümseyici bir takma ad kaldı: Üçüncü dünyacılık. Muayyen bir ruh temizliği, biraz Hıristiyan mesihçiliği, kafalarda hâlâ İspanya İç Savaşı ve ulusal utançlarımızın –Pétain’inÇ.N.1, Guy Mollet’ninÇ.N.2– kefaretini ödeme iradesi… Bunun hayli kısa boylu eleştirisini biliyoruz. Askerî diktatörlükleri, ölüm müfrezelerini ve CIA’in başlattığı Condor Operasyonu’nu, hepten hayâsız bir İmparatorluğun arka-bahçesinde giriştiği zulümleri kim hatırlıyor bugün?
ALIŞILMADIK ÇEHRE
Ekonomik ve medyatik olanın, rakama ve gürültüye boğmanın, kendilerini en yüce gerçeklik zanneden iki yanılsamanın, artık kanaat de değil, görüş piyasasını bulandırdığı günümüzde… Ve kuşkusuz, Obama’nın da bilinçli olarak söylediği gibi, bu alışılmadık çehreyi tarihin yarın hangi gözüne yerleştireceğini; Bolivar uzantısı mı, yoksa tropikal Mussolini gibi mi göreceğini bilmek için fazla erken. Yazı veya tura. Sonunda neyin tercih edileceği de, mahkûm ettiği ya da kahramanlaştırdığından fazla, tarihçi ve ânı üzerine bir şey söyleyecek. Tedirgin edici acayip aralık.
Kübalılar deniz kıyısında sekiz kilometre boyunca uzanan Malecon’da, Fidel Castro’nun küllerinin geçtiğini görmek ve ona minnetlerini son bir defa göstermek isterken izdihama yol açtılar.
Her kuşağın kendi duyarlılığı ve kendi coğrafyası var; artık bunların birbiriyle uyuşmadığını söylemek ise az kalır. Her tarafta kendi kendine söyleniliyor. Herkesin oradan buradan aparttığı dili ve kolaycılıkları var. Kuzey Amerikalı bir ak-karacılık tarafından artık çocuklaştırılmış bir Avrupa’nın siyasî kültürünün abecesi olan “demokrat-diktatör” karşıtlığı, rakam insanlarınınkinden başka bir tarihten doğmuş “atlı insanlar”ı ağırlayamayacak derecede baştan savma. Şayet caudillo sadece tiran, commandante ise ikonadan ibaret olsaydı, Latin Amerika’nın demokratik biçimde seçilmiş devlet başkanları, ister soldan olsun ister sağdan, Kolombiyalı Santos’tan Brezilyalı Lula’ya, cenazenin arkasında bu kadar kalabalık olmazlardı.
1966'DA BİR YIL BOYUNCA...
Kişisel anılar tarihçi hükümleri değerinde değildir; ama, 1966’da bir yıl boyunca yakınlarından biri ve 1989’daki Ochoa Davası sırasındaki bozuşup küsüşmemize kadar muhatabı olmam hasebiyle, tuhaf bir duyguya kapılmaktan alakoyamıyorum kendimi: Sağda solda karikatürleştirildiğini gördüğüm şahsiyette, bana büyük yoğunlukta anlar yaşama imkânı vermiş olan kişiyi bulamıyorum.
Muhtemelen Devlet Başkanı’nı değil de, ülke içindeki durumu pek dert etmediğimden, sadece dışarıdaki ulusal direnişlerin usanmak bilmez teşvikçisini tanıdım ben. O Fidel, insanı kendisine Castro’dan ve Castro ismiyle müsemmâ ideolojiden çok daha fazla bağlayan biriydi. Ve bazı anlarda, başında olduğu rejimi hakikaten sevip sevmediğini sorabilirdiniz kendinize.
Her şeye açık ve meraklı, şaşırtıcılık derecesinde kültürlü, azamet taslamayan, “Lider Maximo bu muymuş?” dedirten, sevecen ve bazen çocuk gibi. Ormanda ufak bir grup gezintisi sırasında, “Hiç su içmeden en uzun kim dayanacak?” yarışması başlatan, varışımızda da bir kaynak sızıntısından “Matarasını en çabuk kim dolduracak?” diye iddialaşan — her seferinde onun kazanmadığını da belirteyim. 1970’lı yıllardan bir anı. Onunla baş başayken Sovyetler Birliği ve yöneticileri, ayrıca o dönemin komünist rejimleri hakkında söyleyebildikleri, Marksist-Leninist yetkililerin ve adasındaki tek gazete olan Granma’nın şimşeklerini üzerine çekerek aforoz ettirecek sözlerdi. Fidel şaşırtıyordu ve aykırı düşüyordu. Aramızdaki siyasî zıtlaşma, kendi payıma konuşursam, bu inatçı duyguyu silmeyecekti.
ROBIN HOOD VE MAKYAVEL
Romantizmle kinizm yan yanaydı elbette; Robin Hood, Prens Makyavel ve cömertlik, zalimlik. Cinsin yasası bu. Hiç kimse masumâne hükmetmez ve mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır: Bu aforizmaların ne çağı ne vatanı bellidir. Huyları ya da ülküleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, bu mesleğin büyük efendileriyle bazı göz âşinâlıklarını engellemez bu. Dışa kapalı bir kulüptür. Fidel bu kulüptendi, üyeler ona veda ettiler.
Boisserie’nin salonunda bugün, Fidel Castro’nun General de Gaulle’e kişisel hediyesi, ince bir işçiliği olan bir puro kutusu sergileniyor. “Anne’a Mektuplar” ise (Lettres à Anne, 1962-1995, Gallimard, Ekim 2016) François Mitterrand’ın, 1974’te Havana’ya gittiğinde, evsahibi karşısında Tarih’in büyük soluğunun geçişini nasıl hissettiğini gösteriyor bize. Maceranın acı tatlı günlerini başka yerde, Loués soient nos seigneurs (“Efendilerimize Hamdolsun”) kitabımda tasvir ettim. Bende ilelebet iz bıraktı bu. “Dünün dünyası” diye mırıldanırdı heyecanlı bir tebessümle, kimbilir belki biraz da hüzünlenerek, Stefan Zweig, bırakıp gitmeden önce.
*Küba Devrimi'nin lideri Fidel Castro'nun bir dönem yanında yer alan isimlerden olan Fransız düşünür Régis Debray, bu yazıyı Castro'nun Havana'daki cenaze törenine katıldıktan sonra kaleme aldı. Fransız Le Monde gazetesi yazıyı "Kübalı lidere yoldaşlık ve muhataplık etmiş olan yazar Régis Debray, devrimci önderin Havana’da cenaze töreninin düzenlendiği esnada, kendisinde 'ilelebet iz bırakmış' o maceraya dönüyor" notuyla yayınladı. Yazıyı Medyascope.tv, Haldun Bayrı'nın çevirisiyle sayfalarına taşıdı.