Hızlı tren direnişçileri: Biz çoktan kazandık

Venaus yerleşkesinin duvarlarının öte yanındaki şantiyede gürültü, toz duman içinde bir inşaat devam ediyor. Yetmişli yaşlarındaki direnişçiler ise şimdiden kazandıklarına inanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Ekin Uluğ

DUVAR - NO-TAV mücadelesini ve NO-TAV'cıları tanımaya karar verip Roma'dan yol çıkıyorum. Akşam sekizde bindiğim otobüs sonraki gün akşam üstü ancak Torino'ya varacak. Aklımda hemen hemen hiçbir şey yok. Epey de tedirginim. Polisle muhatap olmaktan kaçınmam şart çünkü Avrupa Birliği üye ülke vatandaşı değilim ve oturma iznim bile yok. Polisin beni sınırdışı etmesi bu kadar kolayken tutup da İtalya'nın polis ile en “içli dışlı” bölgesine gitmek açıkçası tedirgin ediyor biraz. Otobüste bunları düşünürken dalmışım. Gecenin bir saatinde uyanıp otobüsün ilerlemediğini fark ediyorum. Bir sigara içmek için dışarı çıktığımda ise geldiğim yer ile mukayese edilemeyecek bir soğuk karşılıyor beni. Bu kadarını hiç beklemiyordum. Hazırlıksız yakalandığım kesin fakat daha en kuzeye bile varmadık ki! Hem daha kuzeye gideceğiz, hem de sonra dağa çıkacağım... İşim zor.

Otobüste karar verdim, Torino'da durmayacağım. Otobüsten indiğim gibi vadiye nasıl gideceğimi soruşturacağım. Öyle de yapıyorum. Otobüsten iner inmez tren istasyonuna yollanıyorum.

Bir buçuk saatlik bir tren yolculuğundan sonra Susa Vadisi'ndeyim. Peki şimdi ne olacak? Bu NO-TAV'cıların alnında yazmıyor ya NO-TAV'cı oldukları. Nerede bulunur bu adamlar? Nerede buluşuyorlar?

İstasyondan çıkıp merkezde bir iki tur dolanıyorum. Bir gence rastlasam ona soracağım fakat Susa Kasabası'nda genç bulmak kolay iş değil. Hatta “genç yok!” dersem fazla abartmış olmam. Bir iki turun sonunda yirmili yaşlarının başında bir kıza rastlıyorum. E peki ne soracağım? “NO-TAV'cılar nerede?” mi diyeceğim? Ben yaklaşırken bir şey soracağımı anlıyor.

“Merhaba, ben Ekin. Gazeteciyim. Türkiye'den geliyorum. NO-TAV'ı haberleştirmeye geldim. Acaba nerede bulurum onları?”

Türkiye'den mi? Kız epey şaşırıyor.

“Bak şimdi, onlar çok farklı yerleşkelerde çok farklı organizasyonlar yaparlar. Gün içinde bile sürekli yer değiştirirler ama Venaus'ta hep birileri vardır. Hem bu ara bir öğrenci kampı mı ne vardı. Venaus'ta mutlaka birilerini bulursun.”

Venaus neresi? Susa'da değil miydi bu adamlar? Saatlerdir yolculuk ediyorum. O kadar sıkıldım ki artık taşıta binmekten... Kız Venaus yolunu da tarif ediyor, yarım saatlik bir yürüme mesafesi olduğunu ekliyor. Oh... Madem öyle yürürüz.

Hızlı trene karşı 27 yıllık direnişHızlı trene karşı 27 yıllık direniş

Rehberimin tarif ettiği yönden yürümeye başlıyorum. Dik bir yokuş, sırtım yüklü, fotoğraf makinesi, çadır, uyku tulumu... Bacaklarım biraz açıldıktan sonra geçen araçlara otostop çekmeye başladım. İtalya'da otostop çekmenin zor olduğunu daha önce tecrübe etmiştim. Nitekim, ancak varmaya yakın bir araba duruyor.

“Nereye gidiyorsun?”

“Venaus NO-TAV yerleşkesine, uzak mı çok?”

“Biz de oraya gidiyoruz. Atla.”

Bak buna çok sevindim işte. Bir de Venaus'ta yerleşkeyi aramak derdinden kurtuldum.

Üç dakika ya gidiyoruz, ya gitmiyoruz. Yolun kenarında onlarca insanın kaynaştığı bir alan görüyorum. Büyükçe bir kulübe ve sundurması gözüme çarpıyor. Kaynaşma kulübenin etrafında daha çok.

Arabadan birlikte iniyoruz. Arabadan inenler belli ki buraya epeydir gidip geliyorlar zira iner inmez insanlar etrafımızı sarıyor.

Onlarca insan alandaki dağınık sandalyelere oturmuş sohbet ediyor. Birileri sürekli kulübeden dışarıya taze demlenmiş kahve taşıyor. Birileri sürekli içeriye malzeme taşıyor. Vızır vızır çalışanlar, alana yayılmış çimlerde yatanlar, sandalyelerde oturanlar... Alanda insanlar kaynaşıyor.

Arabasından indiğim adam beni çağırıyor, birlikte kulübenin içine giriyoruz.

italyan 'Ne gerekirse sorabileceğiniz' direnişçi...

“Bak, bu Biaggio. Burada neye ihtiyacın olursa ona sorabilirsin.”

Biaggio, yaşlı bir adam. Yüzünden biraz huysuz biri olduğu izlenimini veriyor.

“Hoşgeldin, kalacak yerin var mı?”

Çadırım var aslında ama havanın soğukluğu dün gece gözümü korkuttu. Kalacak bir yer ayarlamadığımı fakat çadırda kalabileceğimi söylüyorum. Kulübenin içindeki asma kata bakıyor. Bir iki saniye düşünüp, “Sanırım yerimiz var” diyor. “Burada kalabilirsin.”

Büyük şans! Hem dışarıda kalıp çadırda üşümeyeceğim, hem NO-TAV'cıların ortak kulübelerinde kalacağım. Tanışmak için bundan iyi fırsat mı olur?

Çantalarımı asma kata atıp fotoğraf makinemle defterimi alıyorum. Kahve taşıyanlardan biri önümden geçerken elime bir fincan kahve tutuşturuyor. Bahçedeki boş bir sandalyeyi gözüme kestirip, oturuyorum. Çok geçmiyor, bir konuşmacı elinde mikrofonla söze başlıyor. NO-TAV mücadelesini selamlayan bir konuşma yapıyor ve sözü Piyemonte Diyalekti'nde “A SARA DÜRA!” diyerek bitiriyor. Bütün kalabalık haykırıyor. “A SARA DÜRA!” yani “ZOR OLACAK!” (Düra, kullanım yerine göre sert, zor, çetin, güç vb.)

Konuşmacıdan sonra sahneye Güney Afrikalı bir koro çıkıyor. En yakınımdakinin omzuna dokunup bilgi istiyorum. Koronun adının “Coromoro” olduğunu, NO-TAV'cıların yardımıyla İtalyanca öğrenen Güney Afrikalı göçmenlerden oluştuğunu ve Piyemonte Diyalekti'nde şarkı söylediklerini öğreniyorum. Koro şarkılarını söylerken hemen herkesin gözünde sevgi var, yaşlılar koronun parçalarına eşlik de ediyor.

Akşama doğru ortalık sakinliyor. Herkes birbiriyle vedalaşıp ayrılıyor. Yerleşkede hepi topu 5-6 kişi kalıyor. Ben yerleşkeye vardıktan sonra konuşma yapanlardan biri de bizimle kalıyor. Epey eğlenceli birine benziyor. Oturduğu yere doğru seğirtiyorum.

“Merhaba!”

“Merhaba, sen Türkiye'den geliyor muşsun, doğru mu?”

“Doğru...”

“İtalyancayı nerede öğrendin?”

“Abruzzo'da öğrencilik yaparken.”

“Burda ne yapıyorsun? Fotoğraf falan mı çekeceksin?”

“Gazetecilik yapmaya geldim. NO-TAV'a dair yazılmış bir tane Türkçe metin, haber yok. İlkini ben yazacağım.”

“Vay be... Büyük iş! Yalnız böyle üşürsün.”

“Evet, biraz hazırlıksız gelmişim.”

Dur bir dakika deyip kulübenin dış duvarındaki bir çiviye asılmış turuncu, fosforlu, devasa ve epey kirli bir mont getiriyor.

“Al, bunu giyersin. Ama sakın kaybetme, benim bu.”

Teşekkür edip montu giyiyorum. Montu giyince sanki bir yorgana sarılmış gibi oluyorum. O kadar büyük ki neredeyse ellerim çıkmayacak. Konuşmacı dev gibi bir adam. En az 120 kilo var gibi. Ama razıyım. Hava gerçekten soğuk.

“Yarın seni şantiyeye götürelim. Oraları gör.”

“Tamam, mutlaka gidelim. Fakat benim sorularım olacak. Onları kime sorayım?”

“Dur bakalım bir düşünelim onu. Acaba kim olabilir...”

O gece herkes çok yorgun. Ben de öyle. Fazla uzatmadan herkes gibi yatışa geçiyorum. Öyle bir uyumak ki ölüden farksız... Deliksiz bir uyku.

REHBERİM 70 YAŞINDAKİ BİR DİRENİŞÇİ

Konuşmacı dostumun sonraki gün tanıştırdığı 70 yaşlarındaki adama da kendimi tanıtıyorum. Bana şantiyenin dibindeki NO-TAV yerleşkelerini gezdirmeye gönüllü oluyor. Aynı yaşlardaki eşi de bize katılıyor.

Şantiye duvarlarına iyice yaklaşıyoruz. Çalışan makineleri gösteriyor.

Makineler toz duman içinde habire çalışıyorlar. Gürültü, toz, duman...

“Çıkan tozu görüyor musun? Bu tozun fotoğrafını çek, yaz bunu. Sırf bu toz bile bu vadiyi bitirmeye yeter.”

Şantiye duvarına yaklaştığımız andan beri gergin bir biçimde bizi gözleyip telsize konuşan askeri gösteriyor ve o da duysun diye neredeyse bağırarak;

“Bu zavallılar da Allah'ın günü bu tozu dolduruyorlar ciğerlerine, benim şimdiden boğazım yanmaya başladı.”

Haklı, benim de yanmaya başladı.

Devlet bir toz problemi olduğunu reddediyormuş. Oysa gerçek anlamda yoğun bir toz bulutu bulunduğumuz yerden sürekli görülebiliyor.

nt4 Ben daha sormadan anlatıyor: “Biz her gün burada dua ederiz eşimle.”

Şantiye duvarının kenarından yürümeye devam edip bir bağın içinden geçiyoruz. Üzümler bakımsız, direkler dağınık, kırık...

“Bu bağın sahibi eskiden şarap yapardı, şu tepede gördüğün otoban inşa edilmeden önce. Otoban inşaatı başlayınca bağının yoluna şantiye kurdular. Gelemez oldu buraya. Otoban bitince şantiyeyi kaldırdılar. Birkaç sene uğraştı ama ne üzümler ne şarap aynı değil diye bıraktı. Otoban kurulduktan sonra üzümler sanki daha ağır derdi. Analiz ettirdik. Otobandan geçen araçların egzozuyla alakalı çıktı. Bu otoban da yanlıştı, buraya yapılmamalıydı. Burada iki tane otoyol, bir de tren yolu var. Gelip otobanı yaptılar ona rağmen, şimdi de ayrıca yüksek hızlı tren yapmak istiyorlar.”

Bağın içinden geçip şantiye duvarlarını takip ederek yürümeye devam ediyoruz. Duvarlar beton blokların üzerine sabitlenmiş parmaklıkların üzerine elektrik verilmiş dikenli tellerden meydana geliyor. Biz duvarı takip ettikçe şantiye içinden bir asker de bizi takip ediyor. Bağın bitiminde bir kayanın üzerine yerleştirilmiş Meryem Ana heykelini görüyorum. Ben daha sormadan anlatıyor;

“Biz her gün burada dua ederiz eşimle.”

İkisi birlikte dua ederken ben birkaç fotoğraf çekip arkaya geçiyorum. Dua on dakika sürmüyor. Bitince bana dönüp gülümsüyor, devam ediyoruz.

nt5 'Bu duvarı biz buraya tekrar ördük. Şantiyenin tam karşısında ördük.'

BELLEK TARLASI

Şimdi Meryem Ana heykeli de şantiye de birazcık aşağıda kaldı. Yani artık duvarın dibinde değiliz.

Vardığımız yerde taşlardan örülmüş duvarlar var. Arazi bu duvarlar ile teraslanmış, arazinin geri kalanından farklı olarak gayet bakımlı görünüyor. Duvarlardan birinin üzerinde “Campo della Memoria” (Bellek Tarlası) yazıyor. Rehberim anlatıyor;

“Bu şantiyeden ve bu otobandan önce buralar hep böyle bakımlıydı. Yüzlerce yıllık bu taş duvarlar her sene yenilenir, toprak teraslanırdı. Otoban ile ilk zararı gördü, bu TAV şantiyesi ile bitti.

Bu duvarı biz buraya tekrar ördük. Şantiyenin tam karşısında ördük. İnsanlar geçmişte nasıldı, şimdi nasıl görüp anlasınlar diye.”

Duvarlardan on adım ötede betondan, kare bir kuyu var, ağzı demir parmaklıklarla kapatılmış.

“Bak, bu kuyunun suyu şu delmeye çalıştıkları dağdan gelirdi. 7 bin yıldır kullanılan doğal bir çeşme vardı şu tepenin orada. Otobanı yaparken o doğal çeşmeyi yıktılar, suyu buraya yönlendirdiler, inşaatta yangın çıkarsa kullanabilsinler diye. Şimdi de bu TAV inşaatı kullanıyor suyu. Dağı delince bu bölgenin bütün yer altı suyu böyle hapsedilecek, sonra tüm bu yeşillik yıllar içinde yok olacak.”

Tekrar şantiye duvarlarına doğru ilerliyoruz. Vardığımız yerde gözüm şantiye duvarlarının bir bölümündeki parmaklıklara iliştirilmiş çiçeklere takılıyor. Çiçeklere baktığımı görünce yüzü düşüyor, hüzünleniyor. Gel diyor, onu da soracaksın belli, ben anlatayım...

nt11 'Biz bir süre böyle gelip çiçek bıraktık, parmaklıkların ardından dua ettik.'

Duvara iyice yaklaşıyoruz. İçeride bize yakın taraftaki iki binayı gösteriyor.

“Burada askerler yemek yiyor. Şu aşağıdaki de polisin.”

Önümüzde, parmaklıkların hemen ardında askeri mühimmat sandıkları var. Rehberim onların arasında bir yeri işaret ediyor. Gösterdiği yerde Hz. İsa'nın heykeli ve şehrin azizinin resmi var.

“Bu eskiden bu vadinin en aşağısında, yani bu çanak gibi yerin en dibinde bir yerde dururdu. Biz orada dua ederdik. İnşaat başlayınca duvarların içinde kaldı, bu depo gibi yere taşıyıp bıraktılar. Biz bir süre böyle gelip çiçek bıraktık, parmaklıkların ardından dua ettik. Sonra da demin dua ettiğimiz yerdeki yapıyı getirip yerleştirdik. İsa'nın durduğu yere bak! Askeri mühimmatın içinde, depodan beter bu yerde duruyor! Ama normal, doğaya, yaşama, suya saygısı olmayanın hiçbir şeye saygısı olmaz zaten!”

Biraz daha tırmanıyoruz tepeye doğru. Meyve ağaçları var, bakımsız. Birkaçı dışında hepsi kırılmış.

“Bu tarlanın sahibi ilgilenmeyi bırakınca bu ağaçlar hep kırıldı kardan.”

Gözleri ağaçlara acıyor, üzülüyor. Yanlarından geçerken yapraklarına, kırık gövdelerine dokunuyor ağaçların. Sonra duruyor ve “İşte asıl büyük iş bu!” diyor, etrafı çitle çevrilmiş diz boyu bir fidanı göstererek.

Ne demeye çalıştığını anlamıyorum. Anlamadığımı hissedince açıklıyor.

“Bu inşaata “Grande Opera” (Büyük iş) adını verdiler, asrın en büyük projesiymiş. Ama asıl büyük iş bu! Bak bu fidanı şu kırılan ağaçtan aldık da diktik. Bu genetik mirasın yaşaması o kadar önemli ki! Asıl büyük iş yaşatmak!”

nt6 'Kök salmış olacak ağaç. Gözünden bağladığım toprağa...'

Sağlam duran birkaç ağaçtan biri incir. Ona yöneliyor. Dallarına poşet içinde toprak bağlanmış.

“Bu ağaca bir şey olursa da toprak bağladığımız gözlerinden tekrar üretmiş olacağız bu ağacı. Kök salmış olacak ağaç. Gözünden bağladığım toprağa. Alıp ekeceğiz hemen, yaşatacağız.”

Yüzümdeki hayranlığı görünce memnun oluyor. Şantiyeyi gösteriyor eliyle;

“Biraz fazla korkmuyorlar mı sence de? Bak bir hesap yapalım. İçerde kaç operatörün çalıştığını nasıl anlıyoruz biliyor musun? Otoparktaki sivil araçları sayarak. Bak buradan bütün şantiye görünüyor.”

Birlikte sayıyoruz. İçeride 12 operatör var. Yüzlerce kolluk kuvveti...

“İşte böyle bizim hikayemiz, gel dönelim.”

Diğer NO-TAV'cıların da olduğu yerleşkenin barakasına dönüyoruz. Yemek hazır. Masalar şarap dolu. Upuzun masanın önündeki pankartı okuyorum.

“NPA NO-TAV

Fino all'ultima battaglia

Fino all'ultima bottiglia”

“Aktif Fıçı Birimleri NO-TAV

Son Savaşa kadar

Son Şişeye kadar.”

İyice seviyorum burayı.

nt7 .

ÖZGÜR MADDALENA CUMHURİYETİ VATANDAŞLIĞI

Yemekten sonra Özgür Maddalena Cumhuriyeti kimliğimi veriyorlar, bu cumhuriyetin hikayesini de anlatarak. Bu bölgenin en yüksek tepesi Maddalena tepesi olduğundan bölge halk arasında bu şekilde isimlendirilirmiş. Direnişçiler devletin bu projesine karşı yürüttükleri direnişte sembolik de olsa bağımsızlıklarını ilan etmeyi, kendi kimlik kartlarını basmayı düşünmüşler ve yapmışlar.

Bir saat sonra benim yaşlarımda bir NO-TAV'cı yanıma gelip şantiyeyi gösteriyor. Gösterdiği yerde TOMA'nın İtalya görmüşü manevra yapıyor.

“Aşırı hareketliler, bugün işler kızışabilir. Bugün yürütmeyebilirler.”

Her perşembe bu yerleşkeden çıkıp meşalelerle şantiyenin bir bölümü tavaf ediliyor. Bazen polis şantiyeden çıkıp müdahale ediyor, gözaltı yapıyor. Benim vardığım hafta sekiz kişi alınmıştı mesela.

Yemekten sonra NO-TAV'cılar iki pankart açıp arkasına diziliyorlar. Meşaleler yakılıyor. Birinci kapının önüne gelindiğinde nöbetçi alarma geçiyor. Çok geçmeden polis şefi kapıya varıyor. Direnişçiler pankartları şantiyenin kapısına asmakla meşgul. Pankartlar asıldıktan sonra polisle dalga geçerek diğer kapıya yöneliyorlar. Aynı şeyler burada da yaşanıyor. Polislerde panik, bir önceki kapıda bıraktığımız polis şefi, arabasıyla şimdi bulunduğumuz kapıya geliyor. Direnişçiler biraz daha dalga geçip en son kapıya, ordu binasının yakınındakine ilerliyor.

nt8 .

Yaş ortalaması 55'ten aşağı olmayan bu direnişçi grubunun üç katı kadar polis bekliyor içeride. Az sonra geri dönülüyor. Birkaç eylemci meşalelerini şantiyenin demir parmaklıklarına yerleştiriyor. Bir tanesi bana dönüp;

“Bu parmaklıklar neden böyle paslı biliyor musun? Çünkü mafya sattı. Sözde paslanmaz çeliktendi, altı ayda böyle paslandı, rezil oldu.”

Bir grup, “Islanmak istiyoruz!” diye slogan atarak İtalyan TOMA'sını göreve çağırıyor. Şantiye kapılarından birinin önünde bir ateş yakıyorlar ve TOMA'nın gelmesini bekliyorlar. Ellerindeki meşalelere sağdan soldan kuru dallar ile destek olunca ateş iyice büyüyor. Bir direnişçi polisleri kastederek “Şantiyeyi kundaklayacak olsak siz gelene kadar kundaklardık, ne sakil adamlarsınız lan bir türlü gelemediniz!” diye bağırıyor. Ateşi öylece bırakıp oradan ayrılıyoruz.

nt9 .

Arabalara doluşup alanı topluca terk ediyoruz.

BİZ KAZANDIK!

Birkaç gün sonra meşaleli protestoların yapıldığı yerleşkeye geri dönüyorum. NO-TAV'cıların en yaşlı grubunun her haftanın aynı günü buluşup sadece birlikte yemek yediği bir organizasyon var. Masada bana da bir yer ayırıyorlar. Evlerinden getirdikleri yemeklerini benimle paylaşıyorlar. Torunları yaşında olmalıyım. Herkesten çok geçen sefer de bana rehberlik etmiş dede konuşuyor. Bu defa biraz daha bilge sanki. Eliyle bir şeyler göstermiyor ama bir şeyler görmemi istediği sesinin tonundan belli.

“Biz burada ne yapıyoruz?” diye söze başlıyor. “Yemek yiyoruz birlikte, gülüyoruz, falan filan... Ama sadece burada bulunmamız, bu şantiyede en az 200 kolluk kuvveti demek. Telefonlarımızı dinlemek, bilgisayarlarımızı izlemek, şantiyeye doldurdukları kolluk kuvvetlerinin masrafı... İnşaatın kendisinden daha masraflı neredeyse bunlar. Bu yüzden sürdürülemez bir hale gelecek bu iş.”

“Bak biz NO-TAV'cılar çoktan kazandık. Televizyona inanmamayı öğrenerek kazandık. Burada her şeyi paylaşıyoruz. Senin yoktu bugün yemeğin, aç kalmadın. Kalmazsın ki. Paylaşarak, dayanışarak kazandık. Ben hiç yalnız olmadığımı anladım mesela. Hep yolda kalırım ben, arabam bozulur. Çünkü param olmaz hiç, hep eski arabalara binerim. Yine de hiç zorda kalmadım. Hemen bir NO-TAV'cı geçer, durur yardım eder. Bu şantiye kalksa yarın, biz de eski yaşantılarımıza dönsek, yine kaybetmiş oluruz. Şu duvarlara bak. Tarihte hiçbir duvar işe yaramamıştır. Bu da yıkılacaktır. Biz burada sadece mutlu olarak, birlikte olarak, her gün buraya gelerek direniyoruz. Yılda bir gelmiyoruz. Her gün buradayız. Sen bugün kırmızı bölgeye girdin mesela. Buraya gelirken geçtiğimiz köprüden ötesi askeri bölge, kırmızı bölge. Bak biz kırmızı bölgede birlikte yemek yiyoruz, eğleniyoruz. Şu köşedeki ihtiyara bak, bugün doğum günü, 88 yaşına girdi. Ben de yaşlıyım, görüyorsun... Polonyalı, Japon, Avustralyalı, Güney Amerikalı... Kaç kişiyi ağırladık bu masada inanmazsın. Buraları gezdirdim onlara. Bellek Tarlası'nı hatırla. Ortak geçmişimizi canlı tutmak demek o tarla. Ortak bir geçmişimiz varsa ortak bir geleceğe umutla bakmak daha kolay. Biz çoktan kazandık!”

Sohbete dalmışken zaman geçiyor. Birden biri yanıma yaklaşıp “Sanırım şimdi gitsen iyi olacak” diyor.

Anlamadığımı açıkça belli eden yüzümle bir süre baktım. Açıklama yapmaya pek istekli değildi. Acelesi mi vardı, bana mı anlatmak istemiyordu tam seçemedim yüzünden.

“Polis! Siyasi polis, şantiyeden çıkmışlar. Birazdan dağ yolundan da gelir sıkıştırırlar. Kameralardan seni görmüşler. Sen yeni olduğun için seni tanımıyorlar. Kim olduğunu öğrenmeye geliyorlar.”

60'lı yaşlarında, biri kadın iki koruyucumla ormanın içinden yürümeye başladık. Bir ara dur dediler. Gabriella bir on adım öne geçip aşağı yola göz attı.

“Oradalar hala. Hatta bize bakıyorlar. Birazdan buraya gelirler.”

“Üst yoldan gideceğiz, başka yolu yok. Gabri, sen öylece yürü, geç yanlarından.”

Gabri'yi bırakıp hızlı hızlı tırmanmaya başladık. Dağılmış bağların, yıkılmış duvarların arasından geçiyorduk. Bazı yerlerde bir patikanın kalıntıları seçiliyordu.

“Seni kameradan gördüler. Tanıyamayınca çıktılar.”

“Bu yolu bilmiyorlar mı?”

“Biliyorlar, ama onlar uyanana kadar anayola çıkar, arabaya bineriz eğer şansımız varsa.”

Hızlı hızlı yürüyoruz. Bir an Guillielmo'nun telefonu çalıyor.

“Gittiler mi? Emin misin? Tamam dönüyoruz, tekrar çıkarlarsa şantiyeden ara yine.”

Bana dönüp “ Geri dönüyoruz. İçeri girmişler. Aşağıdaki yoldan daha çabuk varırız anayola.” diyor.

Tırmandığımız gibi geri iniyoruz tepeden. Şantiye yoluna paralel, ormanın içinden yürüyoruz. Şantiye duvarlarının bittiği yerden az sonra ormandan çıkıp hızlanıyoruz. Köprüyü geçtikten sonra duruyoruz. Bu köprünün gerisinin artık askeri bölge olmadığını biliyorum.

“Bu yolu takip et, bir kilometre sonra Gabriella seni bekliyor olacak.”

Teşekkür edip ayrılıyorum. Tek başıma yürümeye devam ederken dördüncü defa geçtiğim bu yolu daha fazla inceleme imkanı buluyorum. Yolun hemen kenarında bir su kanalı var. Pas tutmuş, takıldıkları direklerden, duvarlardan yere düşmüş tabelalar “Değirmenler Mahallesi”nde olduğumu söylüyor. Biraz ilerde de yıkılmış değirmenleri seçebiliyorum. Birkaç ev de var fakat evlerde hiçbir yaşam belirtisi yok. Ben böyle etrafıma bakına bakına giderken arkamdan biri sesleniyor. Dönüp bakmadan evvel şaşkınlığa veya tedirginliğe hiç yer vermeyen bir yüz ifadesi takınıyorum. Seslenenin asker ya da polis olduğuna eminim.

Kafamı çevirdiğim gibi karşımda Guillielmo. Sırtımdan soğuk terler akıyor.

“Unutmuşum, polis otobanın altında bekliyor olabilir. Birlikte gidelim.”

Yürüyerek otobanın devasa ayaklarına kadar varıyoruz. Guillielmo bana burda beklememi, tehlikenin büyük oranda geçtiğini, artık arabayla gitmenin daha kolay olacağını söylüyor. Gidip kendi arabasını alıp buraya gelecek.

Devasa beton ayaklar altında bekliyorum. Telefonumu alıp Türkiye'deki arkadaşlarımdan birine bir mesaj atıyorum.

“Acaip bir maceranın ortasındayım. Susa Vadisi'nde. Benden haber alamazsanız polis yakalamıştır. İki gün kimseye haber vermeyin. İki gün sonra aramaya başlayın.”

Mesajı gönderdikten bir an sonra düzeltme mesajı atıyorum. “İki gün değil üç gün üç!”

Çok geçmeden Guillielmo varıyor. Arabayla beş yüz metre gittikten sonra Gabri'yi görüyoruz. O da biniyor ve bir iki kilometre sonra Gabri'nin arabasına varıyoruz.

Gabri ile ben Gabri'nin arabasına geçip devam ederken Guillielmo geri dönüyor. Arabadayken Gabri açıklıyor:

-Bunlar yeni bir yüz gördüklerinde, hele kamera, fotoğraf makinesi falan gördüklerinde epey tedirgin oluyorlar. Geçenlerde üç Bask genç gelmişti. Yarım gün içerde tuttular onları. Yabancılara hiç tahammülleri yok. İstemiyorlar burada olanların bilinmesini. Hele belge eksiği falan varsa yabancının, bayram ediyorlar.

-Benim oturma iznim beş aydır yok...

-Hah, işte tam aradıkları bayramsın sen!

Venaus yerleşkesine vardığımız an Gabri'ye telefon geliyor.

-Öyle mi, çok selam söyle yerimize!

Epey gülüyor Gabri, sonra bana dönüp;

“Siyasi polis ekiplerinin tamamı dışarı çıkmış, yolu kapatıp bizimkilere seni sormuşlar. Kaçarız diye dağ yolundan da gelmişler. Selam söyledim yerimize...”

O günün gecesi o altmışlı, yetmişli (en yaşlısı 88 yaşına girmişti o gün) yaşlardaki 10-15 kişilik grup şantiyeye havaifişek, kız kaçıran falan atmışlar. Dokuz tanesini polis almış, kimlik kontrolü yapıp bırakmış. Neyse ki hiçbiri zarar görmemiş. Sabah gazeteler “NO-TAV'cılar şantiyeye yeniden saldırdı. Havaifişekler de kullanılan saldırıyı gençler değil, Vadi'nin yerlisi yaşlılar düzenledi.” diye yazıyordu.

Etiketler italya tren direniş