Keşke Özil ve Naki ırkçılığa karşı takım kursa
Almanya'da yaşayan her beş kişiden birinin göçmen geçmişi var. Robert Bosch Vakfı'nın sponsor olduğu bir çalışmaya göre, göçmen köklere sahip olan gençler iş bulmakta zorlanıyor. Gençler, bir iş görüşmesine davet edilmek için, 'biyolojik' Alman olanlardan önemli ölçüde daha fazla iş başvurusu yapmak zorunda kalıyorlar.
KÖLN - Mesut Özil'in, Recep Tayyip Erdoğan'la çektirdiği fotoğraf ve ardından yaşanan tartışmalar, Özil'in Alman Milli Takımı'ndan, Alman Futbol Federasyonu'nu ve Federasyon Başkanı Rheinhard Grindel'i "ırkçı" olmakla suçladığı istifa mektubuyla ayrılması, olayı daha farklı boyutları içine alarak büyüttü.
Bu konu entegrasyon ve ırkçılık olmak üzere iki boyutlu tartışılacak bir konu. Evet, Almanya'nın eksik ve sıkça eleştirdiğimiz bir entegrasyon politikası ve ırkçılık sorunu var. Bunun hem medya hem günlük hayat hem de Özil boyutu incelenmek zorunda.
Özil, "Benim Alman olarak kabul görmem için yerine getirmediğim kriterler nelerdir?" gibi çok doğru bir soru yönlendirerek milli takımı bıraktı. Bir 'başkasına' alışmak, onunla eşit bir ilişki kurarak yaşamak, tüm toplumlar için kolay süreçler değildir. Hele de bu toplumun Almanya gibi geçmişinde ırkçılık ve faşizm tecrübesi var ise. Entegrasyon, daha doğrusu uyum karşılıklı olmadığı sürece, sadece politik bir proje olarak zorla hayata geçirilmeye çalışılırsa, işlevsiz olur!
Mesut Özil, Almanya'da doğmuş, büyümüş biri. Zorlu ve özverili çalışması sonucunda, başarılı bir futbolcu olduğu ortada. Erdoğan'la fotoğraf çektirene kadar da uyum konusunda göçmen gençlere örnek gösterilen bir isimdi. Kimse şu soruyu sormadı: "Özil neye uyum gösteriyordu?" Doğduğu ve içinde büyüdüğü topluma mı? Bu absürt değil miydi? İçine doğduğumuz topluma uyum sağladığımızı göstermek, o toplumun 'biyolojik' ferdi olup olmamakla mı ilgilidir? Özil'in sarf ettiği bir diğer önemli cümle "Kazanırsak Alman, kaybedersek göçmeniz!" meselenin bir diğer vahim boyutunu gözler önüne seriyor. Almanya, Rusya'da yapılan Dünya Kupası'nda kaybedince, Bild gazetesi faturayı Özil'e "Özil sadece kendisini düşünüyor, takımı değil" ya da "Özil Alman Milli Takımı forması içinde rahat değil" vb. attığı başlıklarla kesti.
Özil'in yaşadığını, sosyalizasyonunu Almanya'da tamamlamamış, buraya sonradan gelmiş kişiler de yaşıyor. Ne kadar dil öğrensen, meslek sahibi olsan, Alman toplumuyla iç içe girsen, o kadar çok gündelik ırkçılık göze çarpar hale geliyor. Çünkü büyük bir çalışkanlık ve çabayla toplumda kabul görmek için uğraşıyorsunuz ama, sonunda yine de yabancısınız! Tanıdık geliyor mu? Bunu, Türkiye'de yaşayan, okuyan, çok iyi Türkçe konuşan, üniversite mezunu olan, unvanları olan Türkiyeli azınlıklar da bilir...
Mesut Özil'i yaptığı yanlış üzerinde düşünmek yerine, o yanlışı ısrarla savunmaya iten ve en sonunda kendisine eleştirel gözle dönüp bakmaktansa, sadece karşı tarafı belki olduğundan daha ağır bir dille suçlamasına neden olan, yaşadığı bu hayal kırıklığı oldu. Özil politik bir insan değildi -bunu da dile getiriyordu. Ancak Erdoğan'a bir sempati duyduğu da aşikar. Fakat fotoğrafa verilen aşırı tepkiler, Bild gazetesinin basın etiğinin sınırlarını aşarak, ısrarla konuyu Özil'i hedef göstererek haberleştirmesi, meseleyi doğru tartışma boyutuna çekmekten alıkoydu. Aynı Bild gazetesi yıllar önce Özil'le Merkel'in soyunma kabininde çekilmiş fotoğraflarını yayınladığında, Özil'i entegrasyon yıldızı ilan ederken, bugün aynı Özil'i 'diktatör destekleyen, Alman olmayı başaramamış göçmen' olarak manşetlerine taşıyor.
Dünyayı siyah ve beyaz olarak görmek isteyenler bu konuyu tıpkı Bild gazetesi gibi ele aldılar. Oysa bu durum hem Özil'i anlayarak, hem de onu eleştirerek de gayet normal, asgari demokratik insan hakları çerçevesinde tartışılabilirdi: Özil, otokratik bir sistem kurmakla eleştirilen bir devlet başkanıyla fotoğraf çektirdi ve böylelikle ona seçim kampanyasında destek vermiş oldu. Bu, sonuçta yanlış bir mesajdı. Özil sonuçta tanınan, sevilen bir isim olarak birçok apolitik genci olumsuz etkileyecek, insan haklarını ve demokrasiyi azımsayan bir politikacıya sempatiyi güçlendirecek bir reklam kampanyasında rol oynadı. Bunun da özeleştirisini vermek zorundaydı. Ancak Özil'i eleştirmeye kalkanlar, ondan daha da yanlış bir yola girmiş oldular. Bu da sonunda Erdoğan'ın "Entegrasyonu kazırsanız, altından asimilasyon çıkar" sözünü, yurt dışında yaşayan ve ona sempati duyanların, onu destekleyenlerin gözünde haklı çıkarmış oldu. Yani bu çatışmadan ilk faydayı sağlayan yine Erdoğan oldu.
Erdoğan'ı despot olarak suçlayanlar, ona silah satmaya devam edebiliyorlar; "insan haklarına saygı, en önemli önceliğimizdir" diyenler, Mülteci Anlaşması adı altında insan ticareti yapabiliyorlar. Hatta kendi ülke vatandaşları Türkiye'de cezaevinde tutulurken, Almanya'nın o dönem Dışişleri Bakanı olan Sigmar Gabriel, hala Dışişleri Bakanı görevine devam eden Mevlüt Çavuşoğlu'na, kendi elleriyle çay servisi yapabildi ve bunun fotoğrafını da kamuoyunda paylaştı. Sürekli, Türkiye ile ilgili iki yüzlü politikalar izleyenler doğru, ama Özil yanlış!
Tüm bunların dışında uzun vadede Özil sayesinde başlayan bu tartışmalar, eğer doğru tarafa evrilirse, Almanya hem gündelik ırkçılıkla baş etmekte, hem de yanlış kavranmış 'entegrasyon politikası'nı yeniden deşifre etmekte belki az da olsa olumlu adımlar atılmasını sağlayabilir.
Federal İstatistik Ofisi'nin 2016 yılı verilerine göre, 18,6 milyon kişi veya toplam nüfusun yüzde 22.5'i göçmen geçmişe sahip. Göçmen geçmişi olanların yarısından fazlası Almanya vatandaşı, bunun yüzde 40'ı doğumundan itibaren. Almanya'da yaşayan her beş kişiden birinin göçmen geçmişi var. Bu konunun Almanya'da çok doğru bir düzlemde tartışılması şart. Çünkü göçmenlik geçmişi olan insanlar, günlük yaşamda her gün ayrımcılığa uğruyorlar. Spiegel ve Bavyera Radyo Televizyonu'nun bir araştırması, Türkçe veya Arapça isimleri olan kişilerin kiralık ev ararken büyük zorluklar yaşadıklarını ortaya koyuyor.
Robert Bosch Vakfı'nın sponsor olduğu bir çalışmaya göre, göçmen köklere sahip olan gençler iş bulmakta zorlanıyor. Gençler, bir iş görüşmesine davet edilmek için, 'biyolojik' Alman olanlardan önemli ölçüde daha fazla iş başvurusu yapmak zorunda kalıyorlar.
Forsa Enstitüsü Başkanı Manfred Güllner, birçok araştırmaya dayanarak, Almanların yüzde 11 ila 13'ünün en azından gizli bir şekilde ırkçı olduğunu gösterdiğini ifade ediyor. Güllner, "Son yıllarda aşırı sağcı popülist parti olan Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) bu potansiyeli kendisine çekmeyi başardı" diyor.
Almanya'da göçmen geçmişi olanlar veya göçmen geçmişi olanlarla ilişkisi olan insanlar, sosyal medyada #Me Two (İki köklü, iki dilli olmak anlamına gelen) kampanyasını başlatarak, gündelik hayatta karşılaştıkları ırkçılık deneyimlerini paylaşıyorlar: Ev bulamayanlar, iş ararken zorluk yaşayanlar, teninin rengi nedeniyle tuhaf konuşmalara maruz kalanlar, öğretmenler tarafından göçmen kökenli oldukları için ayrımcılığa uğrayıp, düşük notlar alanlar...
Tüm bunları Türkiye'de Kürt, Ermeni, Alevi, Yahudi olanlar da en ağırından, en hafifine mutlaka deneyimliyor. "-Nerelisin?", "-Urfalıyım.", "-Olsun, hepimiz insanız!"
Veya Kürt-Alman futbolcu Deniz Naki'nin politik kimliği ortaya koyması nedeniyle Türkiye'den canını zor kurtararak, Almanya'ya gelmesi gibi. Özil ile Naki arasındaki fark da, burada şimdilik Özil için yaşamsal bir tehdit yok. Ve belki Almanya, Türkiye'den farklı olarak henüz bu konuları bir şekilde kamuoyunda tartışabiliyor.
Bazen insan ancak kendi canı yanınca diğer canı yananlarla empati kurar. Belki Özil de bu yaşadıklarını daha farklı bir biçimde değerlendirip kendisine yapılan eleştirilere kulak vererek gerçekten tüm dünyadaki ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı çıkar.