'Sen iyice Alman olmuşsun!'
İçine doğduğunuz kültürü sevmiyor, eleştiriyor, hatta kendinize daha uygun olduğunu düşündüğünüz bir kültürü sevip, tercih ediyorsanız, sorunlusunuzdur. Bir olmamışlık haliniz vardır. "Sen iyice İngiliz olmuşsun!" ya da "Sen iyice Alman olmuşsun!" veya genel bir bakışla "Sen iyice Avrupalı olmuşsun!" gibi cümleleri hayata sınırsız, enternasyonal baktığını düşündüğünüz kişilerden bile duyarsınız.
KÖLN - Alman milli futbol oyuncusu Mesut Özil, Alman Futbol Federasyonu'nu ırkçılıkla suçladı. Öyleler veya değiller, getirdiği kimi eleştirilerde haklı olduğu yerler vardı. Geçen hafta yazdığım yazıda bu konuya, Özil'in bakış açısını da dahil ederek, ancak yine de Özil'i haksız bulduğumuz, eleştirdiğimiz noktaları ekleyerek yer vermiştim. Ancak onun bu çıkışının anlam kazanabilmesi için Türkiye'de yaşanan ırkçılığa da, dünyada yaşanan ırkçılığa da karşı çıkması gerektiğini de ifade etmiştim.
Almanya'da Özil'in milli takımı bırakmasının ardından başlatılan "#MeTwo" kampanyasına birçok isim katılarak, ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıkları deneyimlerini aktardı. Oyuncu Sibel Kekilli de geçtiğimiz günlerde Die Welt gazetesine verdiği röportajda, bu kampanyaya değindi. O da oyunculuk dünyasında benzer bir ayrımcılıktan şikayet ederek "Almanlar için yeterince Alman, Türkler için yeterince Türk değilim" dedi. Mesut Özil'den farklı olarak Sibel Kekilli, toplumsal meselelere daha angaje biri, Almanya'da tanınmış feminist bir örgütün aktif üyesi, Gezi Parkı protestolarında Erdoğan'ı ve hükümeti eleştirmiş bir isim. Bu konular çok boyutlu tartışılacak konular. Tarihsel arka planı, sosyolojisi, ekonomisi vb. noktalardan bakmak gerekir.
Irkçılık, milliyetçilik, ayrımcılık, üst kimlik, alt kimlik... uzayıp giden bir liste bu. Egemen olan veya çoğunluk olanın, azınlık olan üzerinde kurduğu baskının, yarattığı acının ve mutsuzluğun hemen her gün yeni bir sonucu ortaya gerçeklik olarak çıkıyor. Ama ayrımcılık dediğimiz şeyin, bir şeyi parçalarına ayırmanın sonu gelmiyor: Sürekli eleştirdiğimiz ve suçladığımız başkalarının bir de 'kendimiz' boyutu var. Aynaya baktığınızda gördüğünüz kişi binlerce kişiden oluşan tek bir bireyin yansıması olup çıkıyor. Bu binlerce kişiyi, doğduğunuz, büyüdüğünüz yeri seven biriyseniz, bu çok saygıdeğer bir davranış olarak takdir görür. Çünkü herkes bir kültürün, bir kimliğin ve onu paylaşanların parçası olmalı, onu sevmeli ve de yüceltmelidir. Yurtseverliğin ön koşuludur bu! Ancak içine doğduğunuz kültürü sevmiyor, eleştiriyor, hatta kendinize daha uygun olduğunu düşündüğünüz bir kültürü sevip, tercih ediyorsanız, sorunlusunuzdur. Bir olmamışlık haliniz vardır. "Sen iyice İngiliz olmuşsun!" ya da "Sen iyice Alman olmuşsun!" veya genel bir bakışla "Sen iyice Avrupalı olmuşsun!" gibi cümleleri hayata sınırsız, enternasyonal baktığını düşündüğünüz kişilerden bile duyarsınız.
Yazılmamış, ama yükümlü olduğunuz mutlakiyetini yitirmeyen kimi kurallar vardır; aidiyet koşuldur: İllaki içine doğduğunuz büyüdüğünüz kültürü, kimliği sevmek zorundasınızdır! Yalan da olsa, hayatınızın merkezinde durma gerekliliği güçlüdür. Başka ülkelere göç edebilirsiniz, hatta beyin göçüyseniz fazlaca da havalısınızdır. Ekonomik ve politik sebeplerle veya eğitim amacıyla gidebilirsiniz, ama asla o gittiğiniz ülkeyi içinize sindirerek o kültürü severek yaşamamalısınız. Uyum gösterebilirsiniz, bunda bir sakınca yok. Hatta onlarla eğlenebilir, birlikte çalışabilir, yeri geldiğinde sevişebilir, evlenebilirsiniz, ama asla sevemezsiniz. Sevdiğinizi ifade ettiğiniz anda, aslını inkar eden, kompleksli bir birey olduğunuz damgasını yersiniz. Çünkü hepsiyle aynı yalanı paylaşmıyorsunuzdur; çünkü sizin de en az onlar kadar pragmatist olmanız gerekiyordur; çünkü aidiyetleriniz sayesinde daha kolaydır iş, aş, ev bulmak... İster yurt içinde, ister yurt dışında olsun bir hayat kurabilmek, var olmak için hep bu aidiyetlere ihtiyacınız vardır. Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da ikiyüzlü olmanız şarttır. O ülkenin dilini, yasalarını iyi biliyor olmanız, hatta o ülkede iyi bir statü edinmiş olmanız size aynı kimliği paylaştığınız insanların gözünde artı puan getirir. Çünkü ne kadar çok maddi anlamda uyum sağlamışsanız, o kadar çok onlara 'yardım etme' potansiyeliniz vardır. Ama bu statüyü orada edinirken, dili öğrenirken vs. maazallah kültürüne, insanına, yaşam tarzına kendini kaptırmamak gerek! Tüm bunları yaparken içinde bulunduğun toplumu, yeri geldiğinde, kendi düşüncelerinize zıt olsa bile kötülemeli, beğenmemeli, mümkünse aşağılayabilmelisin.
Der Spiegel'de çalışan gazeteci bir arkadaşım yıllar önce "Almanya genel seçimlerini Türkiye kökenli seçmenler nasıl yorumluyor?" sorusunu araştırmak istemişti. Birlikte kahvelere girip halka bu soruyu yöneltmiştik. Sorulara şaşırtıcı derecede makul cevaplar veren, ortak yaşamanın önemine değinen insanlar, röportaj bittikten sonra arkadaşımın gözünün içine baka baka, nasıl olsa anlamıyor rahatlığına sığınarak Almanların ne derece bencil, ne çıkarcı olduklarını anlatmaya başladılar. Almanya'da henüz ikinci yılımdı ve bu insanların bu davranışlarının, dünyaya milliyetçi duygulardan bakmalarından kaynaklandığını düşünmüştüm. Keşke öyle olsaydı... Oysa 'Almanlar' diye başlayan cümlelerin hep olumsuz bitirileceğini, bunun genel bir Türkiyeli olma hastalığı olduğunu kısa zamanda tecrübe ettim. Ama bu insanların, birlikte yaşadıkları değil de, sanki uzaklarda olan bir olgu gibi bahsettikleri 'Almanlar'ın, benim sevdiğim birçok özellikleri var: Yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş insanlar değiller; kendilerini fazladan önemsemiyor, 'ben'le başlayan cümleleri savrukça kullanmıyorlar; bir mail yazdığınızda veya bir not bıraktığınızda, statüsü ne olursa olsun mutlaka geri dönüş yapıyor, sizi ciddiye alıyorlar; biri sizi gerçekten görmek istiyorsa, arıyor, görüşüyor, eğer görüşmek istemiyorsa, bunu açıkça ve kırıcı olmayan bir dille ifade edebiliyor; insanların duygularının üzerinde tepinmiyor, başkasının olumluluğu veya olumsuzluğu üzerinden kendilerini var etmiyorlar; senin seçimlerine saygı duyuyor ve her konuyu seninle tartışıp, anlamaya çalışıyorlar... Hep ırkçılıkla suçlanan Almanlardan herhangi biriyle Almanya'daki ırkçılığı veya ayrımcılığı rahatça tartışıp, konuşabiliyorum; üniversitedeki profesör, staj yapılan kurumdaki yöneticiler sizinle tepeden olmayan, eşitlikçi bir ilişki kuruyorlar. Devletin ve politikacıların yarattığı eşitsizlik ve ayrımcılık ile genel toplumun davranışları illaki örtüşecek diye bir kural yok. Elbette her Alman mükemmel bir yapıya sahip değil, demek istediğim de bu değil. Ama genel olarak bu toplumda yaşamak, anlatıldığı kadar korkunç değil. Hatta bu toplumda yaşam, bu kültürü tercih de utanç verici değil. Yarım asrı aşan bir ortak yaşamı sadece ekonomiyle açıklamak, kolaycılıktır!
Alman, Fransız, Meksikalı, İtalyan arkadaşlar edindikçe, kimlik dediğimiz şeyin ne kadar da insanları bunalımlara sürüklediğini fark ediyorsunuz. Kimlikler üzerinden dünyaya bakmak, günlük yaşamı her gün daha da zehirleyen bir hal alıyor. Aile, millet, dinsel birliktelik, zorunsal ilişkilerdendir. Bu ilişkileri aza indirgeyebilir, hatta reddedebilirsiniz. Neden kültürü de reddetme hakkımız olmasın!? Irkçılık dediğiniz şey, bir toplum ne kadar kendi içine kapanıp kalırsa, o kadar çabuk gelişen serpilen bir hastalıktır! Neden başka bir kültürü olumlu bulmak, bunu ifade etmek hemen size yeni bir kimlik tanımı olarak geri dönsün. Herhangi bir kültürü kabul ya da reddetmek zorunda değiliz. Kültürlere hem açık, hem de belli bir mesafede durabiliriz. Özgürlüğü, demokratik tercihleri savunan insanlar neden burada tıkanıp kalırlar? Birey olarak yaşadığım, deneyimlediğimiz ve ondan çıkardığımız sonuçlar üzerinden var olmayı tercih etmek, neden bir başkası için sorun haline gelir? Çünkü birey olmak, önce kendinden başlamak demektir, var olmak için başkalarının iyiliğine ya da kötülüğüne ihtiyaç duymamak demektir ve kolay anlaşılır bir konu da değildir. Çünkü başkaları hakkında sürekli konuşup, onları eleştirmek üzerinden yaşamak koca bir 'ben' yalanının üzerini kolayca kapatır. Teknoloji gelişmeye devam ediyor. Böyle devam ederse, günümüzden 40 yıl sonra yapay zekalarla yaşamaya başlayacağımızı söylüyor bilim insanları. Ne yapacağız, hybrid bir varlığa "Nerelisin?", "Ayyy hem makine hem insan nasıl yaşayabiliyorsun?" veya "Çok akılcısın, hiç duygun yok" mu diye eleştireceğiz? Bu gezegendeki mevcudiyetimizi nerede ve kimlerle konumlandırdığımız toplumsal değerimizi mi azaltıyor. Ee hani bu dünya benim memleketimdi!