Yeni Zelanda’daki katliam ve sonrasına dair beş değerlendirme
Arap TV kanallarının yayın ve yorumlarında Yeni Zelanda hükümetinin ve toplumunun bu iğrenç katliama karşı tepkisine ilişkin yeteri kadar yer verdiğini görmedik. Mescidin önünde dağ gibi yığılan çiçeklere yer verilmedi, bu iğrenç katliamı reddetmek için bir araya gelen halk topluluklarını, kendiliğinden oluşan, şarkı, müzik ve toplantılar düzenleme şeklinde ifadesini bulan protesto biçimlerini göremedik…
Urayb er Rantavi
Yeni Zelanda, son günlerde Ürdün ve Arap dünyasının gündemine en geniş kapıdan girdi. Katliam meydana gelmeseydi, bu uzak ve sakin ülkenin adı Arap dünyasının gündemine girmeyecekti. Bu kez 50’den fazla Müslümanın hayatını kaybettiği, bir o kadar da insanın yaralandığı, içi nefret, kin ve ötekini reddetme kültürüyle dolu ırkçı bir katil tarafından işlenen bir katliam söz konusu.
Aynı olay hakkında farklı kesimlerin konuyu nasıl ele aldığını görmek istemem ve suça ilişkin olarak Ürdün ve Arap dünyasında yaşanan tartışmaların ulaştığı sonuçlar üzerinde düşünmeyi tercih etmem nedeniyle, “Yeni Zelanda” meselesiyle ilgili yazı yazmak için beklemeyi tercih ettim. Peki ne gördüm?
Birincisi, gerek Müslüman gerekse Hıristiyan Arap ve Ürdünlülerin büyük bir öfke hissine kapıldıkları açık. Ancak kendilerini ifade etme biçimleri açık değil… Çok sınırlı olan bazıları hariç, gösteriler düzenlenmedi, protesto yürüyüşleri gerçekleşmedi. Adet olduğu üzre sosyal medya farklı tutum, duygu ve yorumların fırlatıldığı bir alan oldu. Suça karşı nasıl bir tutum takınalacağına ilişkin resmi bir hareketlilik görmedik. En azından birkaç sene önce Paris’teki Charlie Habdou katliamında ortaya konan tutuma benzer bir tavır konulabilirdi.
İkincisi, CNN ve BBC gibi büyük televizyon kanallarının aksine, Arap kanallarında bir seferberlik durumuna tanık olmadık. Söz konusu büyük kanallar, canlı yayın için saatler ayırdılar, hem olayı hem de olay sonrasını yayınladılar. Muhtelif ülke ve liderlerin tepkilerini ve yorumlarını ele aldılar, doğduğu yere kadar katilin izini sürdüler. Batı dünyasındaki İslamofobi olgusunu gözlemlemeye çalıştılar, İslami fanatizmin gelişmesiyle göç ve iltica oranlarının artışı, sağ popülizmin ya da “beyaz ırkçılığı”nın ortaya çıkışı arasındaki bağı yorumlamaya çalıştılar. Bu yayınlarda sürekli olarak göçmen ve mülteci düşmanı kültürün yaygınlaşması ve “beyaz ırkçılar” meselesinin önemsiz gösterilmesiyle ilgili sorumluluk konusundaki suçlamalar, genelde Donald Trump’a yöneltildi. Arap resmi medyasının yayınları ise kısaydı, tamamıyla protokol yayıncılığı yaptılar ve büyük ölçüde profesyonellikten uzaklardı. Zira meseleyi Siyasal İslam’a karşı olup olmamak ekseninde ele alan bu yayınlar, kendi hükümetlerine tabiydiler.
Üçüncüsü: Katliamın kurbanlarının tamamı istisnasız rüku ve secde halinde katledilen Müslümanlar olduğu halde, olaydan sevinç duyan “İslamcı” bir çizgiyle karşılaştım. Sevincin kaynağı bunların dillerini çıkararak bize hoyratça şöyle diyebilmeleriydi: “Size terörün sadece İslam ve Müslümanlarla sınırlı olmadığını, Batılı Hıristiyan kafirden daha az tehlikeli ve meydan okuyucu olmadığını söylememiş miydik?” İslam ve Müslümanları terörle suçlayan siyasiler ve araştırmacılar küçük bir azınlık olmasına rağmen, hata kabul etmeyen hakikat, teröristlerin büyük bir bölümünün Müslümanlardan olduğu gibi kurbanlarının büyük bir bölümünün de yine Müslümanlardan olduğudur. Bu kesimler, Yeni Zelanda olayında Arap ve Müslümanların içinden çıkan teröristlerin suçlarını önemsiz gösterme yöntemini keşfettiler…Onlara göre, Yeni Zelanda’da Müslümanları öldüren bir Avustralyalı olduğu sürece IŞİD ve Nusra’nın terörünü kınama ya da eleştirme konusunda abartılı tavırlar sergilemeye ve ileri gitmeye gerek yoktur. Şu andan itibaren ve hatta ikinci bir emre kadar bu kesimler, IŞİD ve Nusra’nın İslam’a ve dine zarar veren suçlarından her bahsedildiğinde Yeni Zelanda olayını size hatırlatacaktır.
Dördüncüsü: Buna karşın ABD Başkanı Donald Trump'ın tutumunda son günlerde kişisel olarak, beyaz ırkçılığı ve beyaz ırkçıların oluşturduğu tehlikeyi küçümseme, “küçük” azınlık ve “bireysel olaylar” olarak nitelendirmeye çalıştığı, giderek daha tehlikeli bir hal alan benzer bir inkâr durumunu görüyoruz. Bu yaklaşımla, başıboş/kontrolsüz “Popülizm”, giderek artan yabancı düşmanlığı, giderek tırmanan göçmen karşıtlığı, daha da ötesi Batılı halkların daha üstün olduğu anlayışının giderek yaygınlaşması, renk, etnik köken ve din konusunda öteki olana karşı “gayrı insani” muameleleri mazur gösterme gibi konulara değinen rapor ve haberlere hiçbir şekilde kulak verme ihtiyacı duymadı. Trump, bu ekolün bir üyesidir, Yeni Zelanda’daki kan içici katilin ilham kaynağıdır. Ondan önce de Amerikalı katiller ve teröristler, ırkçılığa karşı mücadele veren Amerikalı siyasetçilerin ve medyanın gözünü korkuttular.
Beşincisi: Arap TV kanallarının yayın ve yorumlarında Yeni Zelanda hükümetinin ve toplumunun bu iğrenç katliama karşı tepkisine ilişkin yeteri kadar yer verdiğini görmedik. Mescidin önünde dağ gibi yığılan çiçeklere yer verilmedi, bu iğrenç katliamı reddetmek için bir araya gelen halk topluluklarını, kendiliğinden oluşan, şarkı, müzik ve toplantılar düzenleme şeklinde ifadesini bulan protesto biçimlerini göremedik… Yeni Zelanda Başbakanı’nın tutumuna, Müslüman topluma ve mescitlere yaptığı ziyaret üzerine yorumlara rastlayamadık. Tüm bu protesto biçimleri, yayın ve yorumlara konu olmadı. Sanki bütün Yeni Zelandalıların katil olduğunu ya da katile sempati duyduğunu söylemekten zevk alıyorduk. Bu tamamen yanlıştır. Bu toplumların içinde katiller olduğu gibi taşmakta olan bir insanlık da vardır. Bunun kanıtı, Arap ve İslam ülkelerinin çoğu kapılarını onların yüzlerine kapattığında, bu ülkelerin Müslüman göçmen ve mültecilerin kıblesi olmasıdır.
* Yazının aslı Ürdün’de yayınlanan ed Düstur gazetesinden alınmıştır. (Çeviren: İslam Özkan)