Cem Özdemir: İstanbul’u anlatıyoruz ama HDP’nin çalınan seçim zaferlerini unutuyoruz
Alman Yeşiller Partisi eski eşbaşkanı ve şu an Yeşiller milletvekili olan Cem Özdemir'e göre Selahattin Demirtaş'ın hapiste olmasının en önemli nedeni Erdoğan'ın karşısında gerçekten bir rakip haline gelmiş olması.
Rezan Aksoy
BERLİN - Almanya’ya 1960’larda başlayan işçi göçü ile birlikte orada yaşayan Türkiyelilerin yaşamı dönem dönem gündemimizi meşgul etmeyi başarabiliyor. Misafir işçi olarak giden ve biraz para biriktirip dönmeyi düşünen insanların bugün dördüncü hatta beşinci kuşak çocukları orada yaşıyor. Misafir işçi göçünün ardından Türkiye’nin siyasi çalkantılarına paralel olarak da ciddi göçler yaşandı. Bu göç dalgasının sonuncusu da günümüzde gerçekleşiyor. Birçok gazeteci, sanatçı ve siyasetçi, baskı sonucu sürgünde yaşamak zorunda. Avrupa’nın çeşitli büyük şehirlerine gidenler olsa da, bu göçün merkezi şimdilik Berlin olmuş gibi görünüyor. Arkadaşlarınız ile Berlin’de oturduğunuz bir kafede Türkiye’den tanıdığınız bir sanatçıya ya da gazeteciye rastlamanız an meselesi. Berlin’de yaşayanlar artık kendi aralarında burası yeni Cihangir diye espriler yapmaya başladı bile. İstanbul’dan tanıdığımız kimi mekanlar, burada benzer isimlerle yeni yerler açma arayışında. Bunun devamı da gelecek gibi görünüyor. Biz de bu yeni göçü konuşmak için, Almanya’da belki de en çok tanınan Türkiyeli siyasetçilerden Alman Yeşiller Partisi eski eşbaşkanı ve şu an Yeşiller milletvekili olan Cem Özdemir ile buluştuk.
Türkiye açısından Almanya’daki en popüler siyasetçilerden birisiniz. Bir göçmen çocuğu olarak, Alman Yeşiller Partisi’nin yakın döneme kadar eşbaşkanlığını yaptınız. Peki siz Cem Özdemir’i nasıl anlatıyorsunuz?
Benim siyasete girişim, dış politika ve Türkiye politikasından tamamıyla uzak çevre politikası üzerinden gerçekleşti. Yani benim kuşağımda seksenlerin başında birçok genç gibi ben de çevre politikası üzerinden Yeşiller’e girdim. O tarihlerde Sosyal Demokrat Parti, çevre politikasında pek çekici bir parti değildi. Onların iktidarının son yıllarıydı. Helmut Schmidt başbakandı ve nükleer santrallere sıcak bakıyordu. Biz de tam karşıydık. Dolayısıyla Sosyal Demokratlar benim için çekici gelmedi. Halbuki ailem CHP kökenli oldukları için burada Sosyal Demokratlara sıcak bakıyorlardı. Öğretmenlerim de öyle. Ama ben çevre politikasından ötürü Yeşilleri tercih ettim.
Nükleer santrallere karşı olmakla birlikte, ki onu Almanya’da başardık. O tarihlerde biri söyleseydi "Günün birinde senin partin iktidar ortağı olacak ve böyle bir karar alacak" diye kimse inanmazdı. O tarihlerde, çok ufak başlayan bir hareket, kar topu gibi büyüdü büyüdü ve bütün Almanya'yı etkiledi. Bir diğer konu da tren yolları. Benim çocukluğumda, annem fabrikaya trenle gidiyordu. O tarihlerde demiryolları demode oldu ve tren kaldırıldı. Özel günler için tren kiralıyorduk ve o 12 kilometrelik yolda, tren gidip geliyordu. Çünkü bizim rayların sökülmesi korkumuz vardı. O raylar bir kez söküldüğünde bir daha döşenmesi mümkün olmazdı. Ben ve birkaç arkadaşım bunu engellemeyi başardık. Bugün o trenin elektrikli tren haline gelmesi kararlaştırıldı ve yakında başlayacak. Bu sayede nüfusu gittikçe azalan kasabamız yakındaki büyük ve zengin şehirlere bağlanarak kalkınabilecek. Dolayısıyla tren yarım saatte bir kalkacak. Bu tren benim doğup büyüdüğüm şehir olan Bad Urach’dan Tübingen’e kadar gidecek. Trenin yarım saatte bir kalkması ekonomik olarak da oraya bir kalkınma şansı getirecek. Biz eskiden insanların güldüğü bir projeyi başlattık. Bugün ise, ekonomistler bize hak veriyor. Keşke zamanında o trenleri kaldırmasaydık ve yatırım yapsaydık diyorlar.
Bu iki olay için hayatınızdaki dönüm noktaları diyebilir miyiz?
Bu verdiğim örnekler tabii ki önemli. Bir de ilk okulda benim Almancam çok kötüydü. Doğduğum büyüdüğüm yörenin şivesini konuşuyordum. Ama yazılı Almancam çok kötüydü. Beşinci sınıfta annem çok önemli bir şey yaptı ve bana bir hoca tuttu, ders için. Bugün ben Almanca dili ile ekmeğimi kazanıyorum. Hatta geçenlerde, Tübingen Üniversitesi’nin Retorik Dalı'nın verdiği, en iyi konuşma ödülünü kazandım. AFD (Aşırı sağcı Alman partisi) ile ilgili yaptığım konuşma, yılın en iyi konuşması seçildi. Bu ödülü kazanırken "bu sen misin?" dedim. Daha düne kadar Almancayı bozuk konuşuyordum, bugün yılın en iyi konuşması ödülünü kazanıyorum. Demek ki bir insan uğraştığında, bir şeye inandığında, tabii ki cesaret de verilirse bir çok şeyi yapabiliyor.
Bu bana Türkiye'de tek kelime Türkçe bilmeden okula giden Kürt öğrencilerini hatırlattı.
O benim yaşadığımdan çok daha acı ve sert. Çünkü ben en azından Almanca konuşuyordum. Sadece yazım kötüydü.
Tabii ki, Almanya’da öteki olmak ile Türkiye’de öteki olmak arasında ciddi farklılıklar var.
Bu Türkiye Almanya benzetmesi ile ilgili bir şeye değinmek istiyorum. Okulda bizi her şeyi sorgulamaya teşvik ediyorlardı. Hatta bir kere öğretmenimiz bizi toplama kampına götürdü. Bakın işte sizin atalarınız buna izin verdi. Komşuları olan Yahudileri korumadılar. Yanlarındaki komünistler, sosyal demokratlar, Yahudiler, çingeneler, engelliler alındığında görmezlikten geldiler. Korkaktılar çünkü. Ben de "Bu adam nasıl konuşuyor ataları hakkında, biz başka kültürden geliyoruz. Atalar hakkında böyle konuşulur mu?" diyordum. O zamanlar öğleden sonraları Türkiye'den gönderilen öğretmenlerden Türkçe dersleri alıyorduk. Öğretmen, "yüce kahraman ordumuz, atalarımız, Türkler..." diyordu. Hun Türklerinden başlayıp Moğollar, Orta Asya, Çinliler, Japonlar aslında hepsi Türk, Amerikalıların dili Türkçeden geliyor, filan.
Bir keresinde Hermann diye bir arkadaşım merak ettiği için benimle derse gelmek istedi. Hoca da izin verdi. Onu arkaya oturtup eline de Türkçe bir ders kitabı, kağıt ve kalem verdi. Çocuk da bakıyor kitaba, her iki sayfadan birisinde Atatürk var. Giriş Atatürk, çıkış Atatürk, içinde Atatürk, sağında solunda her yerde Atatürk. O da diyor ki, herhalde bu Atatürk, Türkler için çok önemli birisi, saygısından ötürü kağıda bir Atatürk resmi çiziyor. Öğretmen resmi görünce bana bağırmaya başladı. Çok fena azarlandık. Çocuklar uygun çizemez ya, o yüzen Atatürk resmi yapamazlarmış. Ben nereden bileyim. Çocuk "ya ben saygımdan ötürü Atatürk resmi yaptım, sizin için önemli birisi olduğunu anladım o yüzden yaptım" diyor ama nafile. Başka bir gün öğretmen yine, şu savaşı kazandık, bu savaşı kazandık diye anlatıyor. Ben de "öğretmenim bir soru sorabilir miyim?" dedim. "Tabii oğlum" dedi. Dedim "Ne iş?" Hep biz kazanıyoruz ama ülke küçülüyor. Sinirlendi tabii. Sinirlenince iki alternatifin vardı. Ya kulaklarını üstten tutup havaya kaldırıyor ya da alttan tutup kafa atıyor. O koskocaman kafayla benim küçücük kafama bir tane indirdi. Peki hata nerede? Hata soru sormak. Senin için her şey düşünülmüştür. O mesajı aldım oradan. Sonra Türkiye'ye tatile gidiyoruz. Bir merak sardı. Bakıyorum kitaplara eskiden orada Hıristiyanlar oturuyormuş. Ne oldu bu insanlara, nereye gidiyorlar? Bazen kulak misafiri oluyorum. Büyükler konuşuyor. İstanbullu Rumlar filan diyorlar. İlk defa o çelişkiler orada doğuyor. Ermeni meselesine kulak misafiri oldum yine. Soruyorum. Ya bu Ermenilere ne oldu? Akrabalarıma soruyorum. Ses yok. Ya da hepsi yalan, hepsi propaganda diyorlar. Öyle bir şey olmadı hiçbir zaman. Onlar hain, Türk düşmanı, bizim ilerlememizi engellemeye çalışıyorlar. Hep bilinen şeyler. Bir kere soru sormaya yöneldikten ve alıştıktan sonra bırakamıyorsun. Çok sonraları öğrendim ki, annem 6-7 Eylül olaylarının tanığıymış. Çünkü tam olayların yaşandığı yerde oturuyormuş. Annemin annesinin Rum olduğunu öğrendim. Atina’dan gelmiş. Bir Türk’e aşık olmuş. Dinini, ismini değiştirmiş. Ailenin bir kısmı kabul ediyor. Diğer kısmı dışlıyor. Ama aile içinde Rumca ve Türkçe konuşuluyor. Annem gençliğinde iki dille yetişiyor. Annemden 6-7 Eylül’ü dinledim. Ne kadar korkunç bir şey olduğunu. İçimdeki o milliyetçiliğe karşı antipati biraz da oradan kaynaklanıyor. Milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunun, insanları insanlıktan çıkarabildiğinin annem canlı tanığı.
Annenizden söz açılmışken, kadınlar konusunda Türkiye ve Almanya arasında nasıl bir karşılaştırma yapılabilir?
Bana kalırsa, şark dünyasının geri kalmasının sebeplerinden bir tanesi, beyin gücünün yarısını kullanmıyorlar. Sorun bu. Sen kadınlara eğitim, doğum kontrolü, yetki, ekonomik güç vermediğin taktirde böyle olursun. Basılan kitap sayısına bakın. Çevirilere bakın. Nobel Ödülü kazanan insanların sayısına bakın, dünyanın bir bölgesini görüyorsunuz. Orası geri kalmış. Ne hikmetse orası da, İslam'ın ağırlıklı olduğu bir bölge. Bunu değiştirmenin tek bir yolu var. Kadınlara özgürlük. Bana kızacaklar ama cinsellik tabusunun yıkılması şart. Bu bence en önemli sorunlardan birisi.
Konuşmamızın bu bölümünü bunun gerçekleşmesi temennisi ile noktalayalım. Bugün gerçekleşen göçe gelmek istiyorum. Almanya Hükümeti ve Yeşiller bu göçü nasıl değerlendiriyor? Buna ilişkin bir çalışma var mı?
Partiler üstü elimizden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Bu insanlar Türkiye'deki siyasi şartlardan ötürü geldiler. Üzüntüyle de karşılıyoruz tabii ki. Çünkü o insanların ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını, birçoğunun daha önce Türkiye'de Almanca konuşabilme fırsatının olmadığını biliyoruz. Kolay da olmayan bir dil. Der, Die, Das var. Ne kadar zor olduğunu gayet iyi biliyorum ve anlıyorum. Türkiye'de işin, ailen, evin var belki. Onların hepsi burada birden geçersiz. Bu çok zor bir şey. Bertolt Brecht’in ve 2. Dünya Savaşı'nda Almanya'dan kaçıp Amerika'ya yerleşen diğer yazarların hikayelerini okuyorum. Orada ne kadar zor şartlarda sıfırdan bir dil öğrenmek zorunda kaldılar. Ki İngilizce Almancaya göre çok daha kolay. Biz imkanlarımız doğrultusunda, iktidarda olduğumuz eyaletlerde, onlara çeşitli programlar yapmaya çalışıyoruz, para kaynakları bulmak için. Bürokrasiyi mümkün olduğu kadar azaltmak için. En zoru zaten bu insanların kaçış sebebi. Ne kadar süre devam edecek? Bunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Üç aylık bir süre mi, üç sene mi, yoksa on sene mi? Son İstanbul seçimleri insanlara biraz umut verdi. Gerçi biz hep İstanbul’u anlatıyoruz ama HDP’nin çalınan seçim zaferlerini unutuyoruz. Onlar da aslında bu değişim dalgasının bir parçası. Onlara baktığımızda, sanki büyü bozuldu ve oyunun son bölümüne geldik gibi geliyor. Ama tabi oyunun son bölümünde de Ankara’daki padişah bir çok şeyi yerle bir edebilir. Türkiye’yi bataklığa itebilir. Ama öyle ümit ediyorum ki, yakın bir süre içinde bu insanların tekrar Türkiye'ye gitme şansı olacak. O tarihe kadar, bu insanlara elimizden geldiği kadar yardım etmeliyiz. Çünkü bu insanlar çok zor şartlarda buraya geldi. Birçoğu ile tanışıyoruz. Arkadaşız. İşte Can Dündar’ın eşine kavuşmasını birlikte kutladık. Bunlar tabii normal insanların düşünebileceği şeyler değil.
Hükümet bu sanatçıların burada iş yapması için olanak ya da kolaylık yapabilir mi? Örneğin çok ciddi bir dil bariyeri var. Yalnızca kendi dillerinde mi işler yapmalılar?
Aslında iki dilde de ihtiyaç var. Buradaki Türkçenin kaybolmaması, hatta buna Kürtçe, Zazaca, Anadolu'da konuşulan tüm diğer diller dahil olmalı. Bir de tabii ki burada geniş kesime ulaşılmak isteniyorsa bunun yolu Almanca ya da İngilizce. Neredeyse İngilizce Almanya'nın ikinci resmi dili oldu. Dolayısı ile bu dillerde sanat eserleri çıkarsa çok iyi olur.
Çok dilli bir çözümü savunuyorsunuz.
Tek bir çözüm yok tabii ki. Almanca bilen ya da imkanı olan bu dilde yapabilir. Yalnızca anadilini bilen kendi dilinde yapmalı. Bu onun sanatını bırakmasını gerektirmemeli. Örneğin Gorki Tiyatrosu'nda, üst yazı kullanılıyor. Bu, çağımızda artık alışılmış bir şey. Sanatta zaten dil çok büyük bir engel teşkil etmiyor.
Şimdi Türkiye'deki güncel duruma dönersek, HDP'nin çalınan zaferlerinden söz ettiniz. Selahattin Demirtaş başta olmak üzere birçok siyasetçi ve aydın tutuklu. Sizin de Demirtaş ile tanıştığınızı biliyorum.
Ben hatta burada onunla toplantılar da düzenledim. Onların da söyleyemediği şeyleri söyledim. PKK tamamıyla silah bıraksın diye tek taraflı ateşkes çağrısı yaptım. Bugün de bu çağrım devam ediyor. Benim orada bulunmamın özel bir anlamı vardı. Çünkü ben orada yalnızca şahsım adına değil, partim adına da bulunuyordum. Partimi ikna ettim ve HDP için destek çağrısı yaptık. Partidekiler bilmiyor ama içimizde AKP’ye yakınlık hisseden kişiler varmış, rahatsız oldular. Gerçi bu sayede partiyi terk ettiler. Ama şimdi yine sızmaya çalışıyorlar. Geçenlerde Hamburg’da bir olay yaşandı. Şu anda partimiz çok büyüyor. Bunu kullanmaya çalışanlar var. Üye oluyorlar, seçimlerden sonra şeriattan filan söz ediyorlar. Hiçbir kutsal kitap anayasamızın üstünde değil. Din devleti isteyen birisinin bizim partimizde yeri yoktur. Şeriat temel hak ve özgürlüklerden üstündür diyen birisi Yeşiller'de mutlu olamaz. Yeşiller onlara göre değil ama bu insanlar seçildikten sonra bunları söylüyor. Şimdi ayrı bir grup kurdular, Hamburg'ta. Bu tarz şeyler yaşanıyor ve dikkatli olmakta fayda var. Ama pardon şeyi söyleyecektim. Ben zamanında PKK tarafından tehditler almış bir insanım. Onların jargonuyla "Halkın tepkisi" gibi mektuplar aldım. Ama ona rağmen şunu savunuyorum, Türkiye'nin en önemli konularından bir tanesi Kürt meselesinin çözülmesi ve Kürtlerin özgürlüğe kavuşmasıdır. Ben Hannah Arendt felsefesine inanan birisiyim. Totalitarizmin her türlüsüne karşıyım. İyi ve kötü işkence yok, iyi ve kötü toplama kampları yok. Hepsi kötü. Her işkence kötü, her totalitarizm, her diktatörlük kötü. Dolayısıyla Stalinizm, faşizmin alternatifi değil. Bu konuda benim çizgim net. Ben liberal demokrasiye inanan birisiyim. Çünkü liberal demokrasi çağımıza en uygun yönetim şekli. Dolayısıyla ben HDP’ye seçimlerde destek çağrısı yaparken de PKK’ye yönelik eleştirilerimi de sürdürdüm. Onu baştan söyledim. Dürüst olmak istiyorum. Beni davet ederseniz bunu bilmelisiniz. Ben yasak bilmem. Dinlemem de. Beni davet ediyorsanız, Kürt meselesinde sonuna kadar yanınızdayım. Zaten HDP Kürt meselesinin ötesinde bir parti. İlginç olan yönü de o. Özgürlüklerin partisi olmuştu. Bu Türkiye için inanılmaz büyük bir fırsattı.
Peki Selahattin Demirtaş için ne düşünüyorsunuz?
Türkiye için kaçırılmış en büyük fırsatlardan birisi. Selahattin Demirtaş İnanılmaz yetenekli, inanılmaz karizmatik, inanılmaz dürüst, harika bir insan. Onunla tanıştığım için çok mutluyum. Orada zaten kendisini dinledim. Üslubu, tarzı, bütün Türkiye'yi kucaklayabilecek bir tarz ve ilk defa benim batıda yaşayan akrabalarımın HDP’ye oy verdiklerini biliyorum. Köklü CHP’li insanlar hayatlarında ilk defa HDP’ye Selahattin Demirtaş sayesinde oy verdiler. Zaten cezaevine girmesinin ana sebebi de bu. Nasıl Hrant öldürüldüyse... Hrant niye öldürüldü? Çünkü Hrant geniş kesimlere ulaşabiliyordu. Türklerin yüreğine hitap edebiliyordu. Her televizyona çıktığında binlerce Türk telefona sarılıp ya nedir bu, biz bunu hiç böyle duymadık diyorlardı. Daha fazla bilgi edinmek istiyorlardı. O yüzden derin devlet onu öldürdü. Selahattin Demirtaş’ın da ceza evine girmesinin ana sebebi bu, klişeleri yıktı. Geniş kesimlere hitap etmeye başladı ve Erdoğan’ın karşısında gerçek bir rakip oluştu. Hem de korkmadan.
Peki Selahattin Demirtaş’ın özgürlüğü için uluslararası bir kampanya düzenlense içinde yer alır mısınız? Bunun bir parçası olmak ister misiniz? Böyle bir şey yapılmalı mı?
Sormaya bile gerek yok. Bu vazifemiz. Orada demokrasi mücadelesi veren bir meslektaşımız, haksız yere cezaevinde. Diğer siyasi tutuklular gibi. Osman Kavala gibi, arkadaşlarımız, sevdiğimiz saydığımız insanlar. Onların hayatından çalınan her gün bir haksızlıktır. Bu bir gün sorgulanacaktır.
Bunun için yeterli bir kamuoyu oluşuyor mu?
Ankara’nın hedefi bu insanları unutturmak. Bizim de vazifemiz bunu başarısızlığa uğratmak. Her seferinde Osman Kavalaları, Selahattin Demirtaşları ve diğer siyasi tutukluları hatırlatmak. Bunu elimizden geldiği kadar yapıyoruz. Ama ne yapsak az. Onu da söylemeliyim. Bizim burada oturup rahat rahat yemek yememiz, tabii ki insana bir acı veriyor. Çünkü orada kardeşlerimiz haksız yere cezaevinde ve 21'inci yüzyılda yaşıyoruz. Bu olabilecek iş değil.
O zaman buradan okuyuculara bu mücadeleyi güçlendirmek için bir çağrı yapabiliriz.
Bu hepimizin görevi. Herkes bulunduğu yerde imkanları doğrultusunda, bu haksızlığı mutlaka gündeme getirmeli. Ben dahil olmak üzere.
Fotoğraflar: Sedat Mehder