Süper zenginliğin altın çağı: Bloomberg ve diğer milyarderlerin başkanlık yarışı
ABD'de 2008'den bu yana 'süper zenginler' seçimlerde daha fazla boy göstermeye başladı. Peki seçmenlerin bu insanlara yönelmesinin sebebi ne?
Paul Blumenthal
Net serveti 54.1 milyar dolar olan eski New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg, ABD başkanlığına aday olan en zengin insan. Ve buna göre davranmayı planlıyor. Bloomberg, adaylığının ilk haftasında, modern tarihte bir başkanlık kampanyasına harcanan kişisel servet rekorunu kıracak biçimde 40 milyon doları aşan bütçeye sahip bir reklam kampanyası başlattı.
Kendisi de bir milyarder olan ABD Başkanı Donald Trump, 2016 seçimlerinde kendi servetinden 66 milyon dolar harcamıştı. Şimdilik, 1970’lerde modern kampanya finans yasalarının yürürlüğe girmesinden bu yana, Trump’ın -enflasyona göre hesaplanmamış- toplam kampanya harcaması onu bir başkanlık yarışında kendi servetinden en fazla harcama yapan kişi olarak muhafaza ediyor.
SÜPER ZENGİNLERİN ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ
ABD'nin ilk milyarder başkanının seçildiği dönem, süper zengin siyasi adayların altın çağının ortasında gerçekleşti. Büyük Durgunluk* sonrası yıllarda, milyonlarca Amerikalı gittikçe daha da yoksullaşırken zenginler servetlerine servet kattı, milyarderler ve milyonerler politik yönetime talip olarak başkanlık koltuğuna oturdu.
Bloomberg de bu işe öncülük edenlerden. O zaman New York’un en zengin ikinci insanı olan Bloomberg, 2009 yılında siyasi bir kampanyaya 100 milyon dolardan fazla para harcayan ilk politikacı oldu. Büyük Durgunluğun (2008 yılında başlayan ekonomik kriz kastediliyor/ç.n.) derinleştiği dönemde üçüncü belediye başkanlığı adaylığı için 102 milyon dolar harcadı ve seçimi ucu ucuna kazandı. Bloomberg, başarılı olduğu üç belediye başkanlığı adaylığı için çeyrek milyar dolar harcadı.
Bloomberg, şu anda Trump ve ‘hedge (serbest/ç.n.) fon’ yatırımcısı ve Demokrat Parti bağışçısı Tom Steyer’la birlikte başkanlığa adaylığını koyan üç milyarderden biri. Bloomberg gibi Steyer da kendi kendini finanse eden başkan adaylarının rekorlarını kırma aşamasına doğru ilerliyor.
Milyarder ve süper zengin siyasi adayların çoğalışı, kısmen Watergate Skandalı’ndan** sonra yürürlüğe giren kampanya finansmanı yasal rejiminin çöküşünün bir neticesidir. Siyasi partiler servet sahibi adaylar arayışındayken, gittikçe büyüyen servet eşitsizliği süper zenginleri daha fazla zenginlikle baş başa bırakıyor ve Amerikan siyasi kültürünün büyük kısmı, başarılarından ötürü milyarderlerin karmaşık iç ve dış sorunları çözmek hususunda eşsiz niteliklere sahip olduklarını varsaymaya devam ediyor.
KAMPANYA FİNANSMAN SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜ
1976’dan 2008’e kadar geçen dönemde, adaylar, kamu fonları sayesinde başkanlık koltuğu için yarışıyordu. Başkanlık kamu finansmanı sistemi, Başkan Richard Nixon’ın Watergate entrikasıyla bağlantılı kampanya finans skandalının ardından, yolsuzlukların ve yolsuzluk görünümünün yaşanmasını azaltmak amacıyla yürürlüğe kondu. Barack Obama’ya dek her başkan, genel seçimlerde kamu fonlarını kullanarak seçimleri kazandı.
Ancak kamusal finans sistemi, aşırı derecede zengin insanların ihtirasları sayesinde daha önceden çökmeye başlamıştı. 1980 yılında kamu finansmanını reddeden ilk aday, Cumhuriyetçi Parti’nin Teksas eski Valisi John Connally’di. Kendi servetinden 500 bin dolar harcadı.
1992’de, Teksaslı milyarder teknoloji yatırımcısı Ross Perot, başkanlık için üçüncül parti kampanyası yürütürken çok daha fazla para saçtı. Perot kamu finansmanını kabul etmedi ve bunun yerine, kampanyasının son ayında 40 milyon dolarlık bir kampanya da dahil olmak üzere, kendi servetinden 60 milyon dolar harcadı. Seçilmesine yetecek kadar oy alamasa da oyların yüzde 19’unu hanesine yazdırdı; bu oran, 1912’de Teddy Roosevelt’ten bu yana en iyi üçüncül parti performansıydı.
Her ne kadar Perot’tan ilham almamış olsa da, servet yanlısı haberlerin zengin yayıncısı Steve Forbes (Forbes dergisinin sahibi /ç.n.), 1996 yılında Cumhuriyetçi Parti’den başkanlığa aday olduğunu açıkladı ve aynı şekilde kendi kampanyasını finanse eden ‘politika dışı bir yabancı’ olarak boy gösterdi. Başkanlık kamu finansman sisteminin sonunun başlangıcını işaret eden olay, Forbes’ın, ilk başkanlık kampanyası için kamu fonlarını kabul etmeme kararı oldu.
Forbes, 2000 yılında ikinci başkanlık kampanyasını kendi servetiyle finanse ettiğinde, o dönemin Texas Valisi George W. Bush da ön seçimler için kamu finansmanını kullanmamayı tercih etti. 2004 yılında, Vermont Valisi Howard Dean ve Massachusetts Senatörü John Kerry, Demokrat Parti içindeki başkanlık ön seçiminde kamu finansmanını kullanmamayı tercih ettiler.
2008 yılına kadar, her iki partinin ön seçimlerinde de hiç kimse kamusal finansmanı kullanmadı. Obama, Demokrat Parti’nin adaylığı kazandıktan sonra, 30 yıllık kamu finansmanı tarihinde genel seçim fonlarını reddeden ilk aday oldu. Süper zenginler bundan sonra artık kamu finansmanını alarak finansman gereklerinin yükünü taşımayacaklardı.
PLÜTOKRASİYE*** DOĞRU KÜLTÜREL BİR DÖNÜŞÜM
Başkanlık kamu finansman sisteminin çöküşü daha fazla süper zengini aday olmak konusunda baştan çıkarsa da, neden gittikçe daha fazla zenginin küresel finans krizi ve daha sonra gelen büyük ekonomik durgunluğun ardından geçen on yılda devletin üst düzey makamlarına seçildiklerini açıklamıyor.
Geçtiğimiz on yıl içerisinde, milyarderler ve milyonerler Kolorado, Florida, Illinois, Michigan, Minnesota, Nebraska, Kuzey Dakota, Tennessee ve Batı Virginia’da valilik seçimlerini kazandılar.
Yüz milyonlarca dolarlık bir servete sahip olan Senatör Rick Scott, 2011’den 2019’a kadar iki dönem boyunca Florida Valiliği’ni kazanmak için kendi servetinden 100 milyon doları aşan harcamalar yaptı; daha sonra, 2018 yılında Senato seçimini kazanmak için 63 milyon dolar daha harcadı. Batı Virginia’nın en zengin insanı olan kömür milyarderi Vali Jim Justice, 2016 yılında seçimi kazanmak için kendi servetinden 4 milyon dolar harcadı. Yüz milyonlarca dolarlık servete sahip eski bir Microsoft yöneticisi olan Kuzey Dakota Valisi (Cumhuriyetçi) Doug Burghum, 2016 yılında seçim kampanyasını kendisi finanse etti; buna karşın eyalet yasaları kendisinin ne kadar harcama yaptığını açıklamasını gerektirmiyordu.
Illinois Valisi (Demokrat) JB Pritzker, 2018’de 3.4 milyar dolarlık servetinin 171 milyon dolarını harcadı ve herhangi bir makam için seçimlerde sarf edilen en yüksek kişisel harcama rekorunu kırdı. Kendisi yaklaşık 1 milyar dolarlık servete sahip olan ve aynı seçimde cebinden 57 milyon dolar harcayan görevdeki Cumhuriyetçi Bruce Rauner’ı alt etti.
Bu adayların çoğu Perot, Forbes, Trump ve hatta Bloomberg ile aynı özelliği taşıyordu: Onlar, kampanya bağışlarıyla lekelenmemiş ve partinin karmaşasının dışında kalmış ‘siyasi yabancılar’ idi.
ABD’nin geçmişte de George Washington, Nelson Rockefeller, Teddy Roosevelt, John F. Kennedy, William Andrews Clark, Henry Ford ve benzeri zengin politikacıları olmuştu. Fakat şu anda seçmenlerin süper zenginlere yönelme şekli konusunda farklı bir şeyler söz konusu.
Son zamanlarda ortaya çıkan her süper zengin aday zafere ulaşamadı. Eski Hewlett Packard CEO’su Meg Whitman, 2010 yılında Cumhuriyetçi Parti’den Kaliforniya Valiliği’ne aday olduğunda kendi parasının 144 milyon dolarını harcayarak bir rekor kırdı. World Wrestling Entertainment yöneticisi Linda McMahon, 2010 ve 2012 yıllarında Connecticut’taki Senato seçimleri için Cumhuriyetçi Parti adaylığında iki kez seçimi kaybetti ve kampanyaları için 108 milyon dolar harcadı.
Facebook Yönetim Kurulu Başkanı Mark Zuckerberg, Disney CEO’su Bob Iger ve Dallas Mavericks’in sahibi Mark Cuban da dahil olmak üzere, diğer birçok zengin insanın potansiyel başkanlık kampanyaları tartışıldı. Ve elbette, Starbucks’ın sahibi Howard Schultz’un potansiyel ‘merkezci ve bağımsız’ üçüncül parti önerisi hakkında kısa süreli bir medya çılgınlığı yaşandı.
Büyük bir tepkinin ardından, Schultz nihayetinde seçimlere katılmamaya karar verdi ve en azından zenginler açısından politik doğrucu terminolojisiyle bizleri kaderimize terk etti: Mali imkân sahibi insanlar.
Bloomberg’in büyük serveti belki de bir felaketin neticesinde geldi. Geleneksel siyasi partiler ve liderleri de dahil olmak üzere seçkin kurumlara duyulan inancın çöküşü, ABD ve Avrupa Birliği’nde yaşanan küresel ekonomik krizden sonra hızlandı. Bu ülkelerdeki seçmenler solcu popülistlere, aşırı sağcı ve özellikle de aşırı sağcı ‘milyarder’ popülistlere yöneldi. Şimdi, (başkanlık için/ç.n.) gerçekten de dünya genelindeki neoliberal ekonomik uzlaşmayı paramparça eden küresel finans sistemini temsil eden bir milyarder mi istiyorlar? Bloomberg yanıtın 'evet' olduğuna ilişkin hatırı sayılır bir bahis oynuyor.
*1929 Dünya Ekonomik Bunalımı veya Büyük Buhran, 1929’da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930’lu yıllar boyunca devam eden ekonomik bunalıma verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştı.
**Watergate Skandalı 1972-1974 Amerika Birleşik Devletleri’nin başkentinde gelişen ve Başkan Richard Nixon’ın istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldır. Watergate, ABD’nin başkenti Washington’da bulunan bir otel ve iş merkezinin adıdır. Skandal bu binada ortaya çıktığı için ‘Watergate Skandalı’ ya da kısaca Watergate adıyla anılır.
***Plütokrasi, yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimidir.
Yazının aslı HuffPost sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)