Dünyadan devrimci portreleri: 'Egemenlere karşı atılacak bir taş...'
Gazeteci-yazar Kavel Alpaslan'ın ilk kitabı 'Aynı Öfkenin Çocukları - Dünyadan Devrimci Portreleri', Sel Yayınları tarafından yayımlandı. Alpaslan'la kaleme aldığı portreler üzerine konuştuk.
DUVAR - Gazeteci-yazar Kavel Alpaslan, Gazete Duvar'da kaleme aldığı portreleri, 'Aynı Öfkenin Çocukları - Dünyadan Devrimci Portreleri' başlığıyla bir araya getirdi.
Alpaslan, enternasyonalist bir bakışla irdelediği tarihsel süreçte hem devrimci mücadeleye katkı sunan isimleri hem de onları mücadeleye sürükleyen olayları ve arka planlarını ele alıyor.
Latin Amerika'dan Afrika'ya, Ortadoğu'dan Sovyet deneyimine, oradan Avrupa'ya uzanan mücadelenin yakın tarihteki izini süren Alpaslan, yaptığı geniş kaynak taramasıyla dikkat çekiyor.
"Kitapta işlenen portrelerin birbirinden oldukça farklı dönemlere ve farklı coğrafyalara ait oluşu umarım tarihin her an, her yerde değişen dinamik halini anlamaya yardımcı olur" diyen Kavel Alpaslan'la 'aynı öfkenin çocuğu' devrimcileri konuştuk.
‘Aynı Öfkenin Çocukları’nda dünyanın birçok ülkesinden devrimcilerin portrelerini okuyoruz. Coğrafyalar değişse de mücadele biçiminde ve duygularda ortaklıklar görüyoruz. Buna dair ne söylersiniz?
En büyük ortaklığın başında daha yaşanabilir, adil bir dünyaya dair inanç geliyor. Kendi başına pasif halde bulunan inanç ise isimli isimsiz milyonlarca insan tarafından eyleme dökülüyor. Devrimcilerin öyküsü de bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun belli başlı ortaklıklar sunuyor. Sınırların fiilen ilga edilebildiği duygudaşlık meselesine dair Nazım Hikmet’ten bir alıntı yapmak belki daha yerinde olabilir:
“Dünyayı dolaşmak, görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim. / Halbuki ben / yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım Avrupa yolculuğumu. / Mavi pulu Asya'da damgalanmış bir tek mektup bile almadım. / Ben ve bizim mahalle bakkalı / ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika'da. / Fakat ne zarar, / Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar / her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var. / Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık / aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz. / Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar / kanlarına susamışım. / Benim kuvvetim: / Bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır. / Dünya ve insanları yüreğimde sır / ilmimde muamma değildirler. / Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden, / büyük kavgada açık ve endişesiz girdim safıma.”
Bu şiir, aynı zamanda dünyadaki ‘dostlar’ kadar ‘düşmanları’ da unutmadığı için ayrıca kıymetli. Romantik bir ‘kardeşlik’ anlatısının sapmalarıyla aramıza bir çizgi koymamız gerektiğini hatırlatıyor. Buradan yola çıkarak ben de kitapta (her ne kadar devrimci portreleri merkeze koymuş olsam da) ‘dostlar’ kadar ‘düşmanlara’ da yer vermeye çalıştım.
Özetle devrimcilerin kuvveti bu büyük dünyada yalnız olmayışımızdan geliyor. Siyasi havanın bozduğu zamanlarda böylesi dostlarla karşılaşmak, onların hikayelerini ve kavgalarını tanımak sadece devrimcilere değil, bütün insanlara güç verecektir.
‘Aynı Öfkenin Çocukları’ enternasyonalist bir motivasyonla kaleme alınmışsa da ‘coğrafya kaderdir’ sözü de yine zihinlerde çınlıyor. Coğrafyaların değişmesi, devrimci mücadeleyi nasıl etkiliyor?
Toplumsal mücadeleler için daima çağdaş kalan ve yedi cihanda geçerli ideal bir reçetenin olasılıksızlığı bizi bölgesel-tarihi koşulları incelemeye yönlendiriyor. Sosyo-ekonomik koşullar ve tarihsel arka plan gezegenin her yerinde aynı değil. Dolayısıyla aynı ihtiyaca -örneğin üretim araçlarının ele geçirilmesi- farklı yanıtlar verilebiliyor. Zaman da en az bölgesel koşullar kadar önemli bir değişken.
Burada da belki Lenin’in ‘Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı’ eserini hatırlamak işimize yarayabilir. Lenin bu eserde her dönemin kendi koşulları olduğunu hatırlatır ve “sadece tek bir yolu tanırız” demenin aynı zamanda hedefe varacak diğer dolaylı yolları, zikzakları reddetmek olduğunu dile getirir, böylesi bir tutumun proletarya davasına büyük zarar verebileceği konusunda uyarıda bulunur.
Yani devrimcilerin ellerinde hep esnekliğini koruyan bir çubuk var gibi düşünebiliriz. Bu çubuk zamanına ve yerine göre farklı şekillerde eğilip bükülebiliyor. O nedenle bir yöntemi ya da bir bölgeyi tarih kitaplarına sıkıştırıp onu her zaman tozlu haliyle hatırlamak pek doğru bir yaklaşım değil. Çünkü dünün yöntemi bugün geçersiz, ancak yarın tekrar geçerli olabilir.
Tabii çubuğun esnekliği özün tahrip edildiği anlamına gelmiyor. Eğilip bükülürken o çubuğun hammaddesi ya da rengi nasıl değişmiyorsa, aynı ihtiyacın doğurduğu asıl amaç da başkalaşmıyor.
Kitapta işlenen portrelerin birbirinden oldukça farklı dönemlere ve farklı coğrafyalara ait oluşu umarım tarihin her an, her yerde değişen dinamik halini anlamaya yardımcı olur.
Portreleri yazarken nelere dikkat ettiniz? Sosyalizmin çatı olduğunu görüyoruz fakat onu farklı yorumlayan, çeşitli anlayışlardan, fraksiyonlardan isimlerle karşılaşıyoruz. Bu farklılıklar kitaba ne kattı?
Her şeyden önce gerçeğin tek temsilcisinin kendimiz ya da ait hissettiğimiz ‘fraksiyon’ olmadığının farkına varmak gerekiyor. Bir süre önce Gazete Duvar için ELN Komutanı Uriel ile bir söyleşi yapmıştık. Şöyle diyordu: “Biz gerçeğin efendileri olmadığımızı biliyoruz. Ya da farklı ve daha iyi bir dünya inşa etmeye çalışan tek odak olmadığımızın da farkındayız”. Uriel geçtiğimiz yıllarda Kolombiya ordusuyla girdiği çatışmada öldürüldü. Bize de bu önemli cümleyi bıraktı.
Düşünce olarak ‘kuzen’ sayılabileceğimiz akımları incelemek doğrudan mücadele biçimlerine katkı sunma potansiyelini içerisinde taşıyor. Fakat bizimle artık alakası kalmamış, ‘sapma’ olarak değerlendirebileceğimiz kişi ve düşünceleri tanımak da faydalıdır. Hem de öyle ‘herkesi anlayıp orta yolu bulmak lazım’ gibi bir yerden de söylemiyorum bunu. Böylesi akımların örneklerini tanıyarak yapılacak tartışmalar kendi düşüncemizi de güçlendirecektir. Tabii ki bu parantez, kitabın aslında ‘kuzenler’ ekseninde döndüğü, onların kavgalarına ses olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
SOSYALİZME KARŞI ÜRETİLEN ANTİ-PROPANGANDA
Devrimci mücadele pratiğinin birçok kolu var. ‘Aynı Öfkenin Çocukları’nda bazen bir ajan, bazen atölyesi yıkılmış bir heykeltraş, bazen de ‘kızıl sesler’ görüyoruz. Sanatçıların devrimci mücadeledeki rolüne dair neler öne çıkıyor?
Sosyalizmin ‘griliğine’ dair bir anti-propaganda söz konusu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki zamane toplu konutlarından bazı örnekler önümüze koyularak ‘sosyalizmde hayatın monoton ve tekdüze olduğu’ gibi bir yanılgı ortaya çıkıyor. Sanki günümüzde kapitalizmin mutlak egemenliği altında insanların mahşeri çoğunluğu rengarenk ve monotonluktan uzak bir hayata sahipmiş gibi!
Sanat için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İnsanların devrimci sanat dendiğinde aklına genelde tek bir anlayış varmış gibi bir düşünce geliyor: Sovyetler’den kadın ve erkek işçinin güçlü duruşlarıyla ufku seyrettiği bir resim mesela! Bu tarzı değersizleştirmek istemiyorum, sadece gerçekte devrimci sanat anlayışının sanıldığından çok daha ‘deneysel’ ve renkli olabileceğini anlatmak istiyorum. Sermayeyi aradan çıkartmak, sanatsal faaliyeti bir pazar alanı yapmamak şüphesiz üretimin çeşidini de gerçekliğini de arttıracaktır. Çünkü ancak böyle sanat hayatın ta kendisine dair olabilir. Bu gerçek soyut bir sanat anlatısıyla da dile getirilebilir.
Yani sanatı kalıba sığdıran devrimci mücadelenin ritmi değil, onu tüketime bağımlı kılan sermaye. Kapitalizmin verebileceği tek renk reklam panolarının yansıttığı ışık kadar. Bu nedenle devrimci mücadele içerisinde yer almış sanatçıların hikayelerini okuduğumuzda sadece bir biyografiyle karşılaşmayacağız, aynı zamanda sanatın gerçek anlamına dair de bazı ipuçları bulacağız.
'TARİHÇİYİ VAKANÜVİSLERDEN AYIRMALIYIZ'
‘Aynı Öfkenin Çocukları’nda oldukça geniş bir kaynak taraması yaptığınızı görüyoruz. Dünya tarihine baktığımızda, devrim mücadelesi kendisine nasıl bir yer buluyor? Egemen tarih anlayışına karşı devrimci tarih yazımında durum nedir?
Hepimizin gayet iyi bildiği bir şey var ki o da aslanların değil aslan avcılarının hikayelerini dinlediğimiz. Aslanların halihazırda nasıl bir tarih yazımı anlayışına sahip olabileceğini ayrıntılı bir şekilde konuşmak gerekirse sadece aslan-aslan avcısı ilişkisine değinmek yeterli olmayacaktır.
Bu anlamda tarihçi Edward Hallett Carr’ın anlayışını rehber edinmeliyiz. Yani tarihçiyi vakanüvislerden ayırmalıyız. Tarihin her zaman akışkan ve canlı olduğunu çünkü her an yeniden yaratıldığını iyi kavramalıyız. Belli başlı olguları sıralarken bile bu olguların neden sıralanmaya değer olduğuna karar veren bir tarihçi olduğunu düşünecek olursak geçmişe çizgilerin çekilemeyeceğini anlayabiliriz.
Egemen tarih anlayışında kara propagandanın binbir çeşidiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu anlamda, kitabınız bir misyon da taşıyor. Burada yazara düşen görev ve toplumsal hafızadaki yerine dair neler söylersiniz?
Gerçekten de öyle, bu kuşatma oldukça eşitsiz şartlar altında gerçekleşiyor. Genel olarak yazara düşen görevleri benim söylemem biraz iddialı olabilir. Ancak kendi adıma yanıtlayabilirim bu soruyu. Bence anti-komünist propagandayı ve ne söylediklerini önemseyerek işe başlamak gerekiyor. Az önce de kabaca değinmiştik, elbette bu anti-propagandanın benimsendiği ve yayıldığı iletişim yollarıyla mücadele etmek pek kolay bir iş değil. Koca koca ‘hikmetinden sual olunmaz’ mercilerin elindeki imkanlarla savaşmak için daha yaratıcı yolları denemek gerekiyor. Fakat elimizdeki gerçeğin gücü, Golyat’a atılan taş gibi bir etkiye sahip. O ‘gerçek’, sermayenin büyük bir çoğunluk tarafından küçük bir azınlık için işliyor oluşudur. Bir patronun bin işçinin emeği üzerinden bütün kazancı kendi elinde toplayabilmesinin absürtlüğüdür. Şovenizmin her zaman seçkin sınıfların yararına bilenişidir.
Elbette bu duru gerçeği bulandırmak için ellerinden geleni yapacaklar, yapıyorlar. “Denendi işlemedi”, “Sovyetler milyarlarca insan öldürdü”, “Modası geçti”, “Parayı bulana kadar komünist”, “Telefonunu göster” ya da “Teoride güzel pratikte zor” gibi nice ipe sapa gelmez repliğin neden burjuva liberal propagandanın ürünü olduğunu bıkmadan usanmadan konuşmak gerekiyor. Türlü tahribat girişimlerine karşı Marksizm’i takip etmek gerekiyor.
Ayrıca belki daha da önemlisi toplumsal hafızayı irdelerken ekşi elmayı ısırmak da gerekiyor. Yani daima uzak diyarlardaki toplumsal mücadelelerin burası için dalgasız sularında yüzmek bizi kendi coğrafyamıza yabancılaştıracaktır. Geçmişten koparttığımız bu takvim sayfasının ‘rastgele’ olmaması, günümüzde ve bölgemizde bir gediğe oturması gerekiyor. Böylesi çalışmaları yaparken her zaman Karl Liebknecht’in şu sözünü kulağımıza küpe etmeliyiz: “Alman halkının esas düşmanı Almanya'dadır: Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman halkı evdeki bu düşmanla siyasi bir mücadeleyle savaşmalıdır, kendi emperyalistlerine karşı savaşan diğer ülkelerin proletaryasıyla işbirliği yaparak...”
Bu kitap da toplumsal mücadele tarihinde egemenlere karşı atılacak küçük bir taş olabilirse ne mutlu bana.
'DEBDEBELİ BİR DİL YERİNE SADE BİR ÜSLUP...'
Aynı zamanda gazetecisiniz… Gazetecilik, yazarlığınıza ne kattı?
“Gazetecilik, insanı tüketen ve dikkat dağıtan bir iştir, ama insanla okur arasında dolaysız bir bağ kurar” diyordu Çekoslovakyalı gazeteci ve devrimci Julius Fuçik. Haber ya da söyleşi hazırlarken, okuyucu sizin için üçüncü tekil kişi ile ikinci tekil kişi arasında bir yerde oluyor. Metin yazarken okuyucuyu her zaman yanı başınızda sizle aynı ekrana bakan bir silüet olarak hissediyorsunuz. Dolayısıyla ben de kendi adıma bu yoruma katılıyorum.
Gazetecilik bana ‘birinci tekil kişi’ ile konuşmama alışkanlığını kazandırdı diyebilirim. Ya da laf kalabalığı yapmadan, debdebeli bir dil yerine sade bir üslup kullanabilmek de sanırım aynı kaynaktan besleniyor.
Öte yandan gazeteciliğin hassas ve hataya pek müsaade etmeyen bir meslek oluşu, ister istemez ‘iddialar’ ile aranıza mesafe koymanıza sebep oluyor. Sanıyorum bu da gazetecilik kökenli yazarların özelliklerinden bir tanesi.
Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız neler olacak?
Halihazırda komünizmin ‘uzay’ ile kesiştiği noktalar üzerine bir çalışma hazırlıyorum. Komünist bir bakış açısıyla dünya ve uzay göze nasıl görünebilir? Genellikle ‘uzay yarışı’ gibi kaba bir başlık ile anılan ve yanlış bir dizgiyle okunan bir dönem var. Ancak meselenin köklerine indiğimizde teknolojiyle karşılaşmıyoruz: Sovyet Uzay Programı’nın kültür sanat yansımaları bize bu açıdan çok daha geniş ufuklar açıyor.
Bunun haricinde enternasyonal bağları kuvvetlendirecek bir ‘radyo’ tartışması başlattık. Henüz yolun çok başında da olsak bu çalışmaya hem Türkiye’den hem de yurtdışından meslektaşlarımız, yoldaşlarımız dahil. Bir süre içinde bu alanda heyecan verici gelişmelerin detaylarını paylaşabilmeyi umuyoruz.