Dünyanın dev karakoluna karşı sevgi
Eşitlik varsa, sevgi ve aşk vardır. Eşitlik ve rızaya dayalı aşkın, sevginin hiçbir türü kirli değildir. Aşkı da, hayatı da kirleten, gün batımları, suyun akışı kadar doğal olan bir şeyi dev bir karakola hapsetme arzusu. Böyle bir zamanda aşkı adıyla çağıran, şarkıya kendini gerçekten bırakabilen herkesin kalbine dokunan Mabel Matiz’in içten cesaretine selam olsun.
“Kaç zamandır müşkülüm çok
Takılı kaldı can bu dişte
Bekledim durdum dalımda
Yasak elmandım, al ve dişle
Bana verdin bu zehri amma
Dönemem ki şimdi bu yoldan
Yara bere karavana sevmek yok
Dedim ama, kalbim sanki karakolda”
Mabel Matiz’in son şarkısı “Karakol” hayatın üstümüze üstümüze geldiği bu zamanda, dişimizde takılı kalmış canımıza değdi. Ne iyi geldi. Bu aralar gördüğüm, dinlediğim, kelimenin dayatılmış anlamlarında değil, gerçekten “güzel”, güzelliği en çok hatırlatan, güzellik uyandıran şeylerden biri bu.
Şarkı çabucak kafamdaki yakın bir manzarayla birleşince, “kağıt kesiği” etkisi de, yarattığı güzellik hissi de güçlendi. Önce ondan bahsedeyim.
İki gün önce, gün batımında Kadıköy- Beşiktaş vapurundaydım. Boğucu güne nefes aldıran bir esinti vardı, dışarısı çok güzel olmalıydı. Dışarı çıkacaktım, önümde oturan genç bir çifti görüp kaldım öyle bir an. Gün batımı önündeki manzaraları, güzel bir filmden bir sahne gibiydi. 18-19 yaşlarındaydılar. Aşkın henüz başında olmalıydılar, ilk birkaç haftasında belki. (Michelle Gurevich’in güzel şarkısında şu sözlerle şahane biçimde anlattığı safhada: “Tanıştığımız gece dans ettik/Şimdi dans derslerine ihtiyacımız var.”) Dış dünyayı sözde değil, gerçekten umursamıyorlardı. Ellerini, gözlerini birbirlerinden ayıramıyorlardı. Oğlanın kıvırcık uzun saçları kızın düz siyah saçlarına karışıyordu, bir masal yaratığı gibi görünüyorlardı o halleriyle. Küçük, minimal ama süreğen öpücükler, bakışmalar ve gülüşmeler vardı. Kimse diğerini daha az sevmiyor ya da istemiyordu. Bir kaçma kovalamaca oyunu yoktu, genel olarak oyun yoktu hallerinde. Olağan koşullarda insan böyle bir şeye şahit olunca hemen gözünü kaçırır, bu mahrem anda fazlalık gibi hisseder kendini. Ama bu manzarayı bir dikizleme hissinden çıkaran bir şey vardı: İçinde doğal olmayan, “kirli” ya da başka gözleri gözeten ya da dışlayan hiçbir şey yoktu. Gün batıyordu, vapur ilerliyordu, iki güzel çocuk birbirine sevgisini gösteriyordu. Her şey tam olması gerektiği gibiydi. Yine de kısa süre sonra yönümü vapurun bir örnek kalabalığına çevirdim. Sıkkın, bıkkın yüzler, sonsuz selficiler, birbirine trip atan, yan yanayken bir sonraki adımın hesabıyla yer yer bir parça düşmanlıkla birbirini gözleyen çiftler, başkalarını dikizleyenler, birbirine çok benzeyen, çoğu asık, bir sürü yüz. O boğucu sıradanlıkla “olağanlık” arasındaki fark gibiydi, gün batımında neşeyle oynaşan iki sevgili. Bana göre tüm kalabalıktaki en temiz şey buydu, geleneksel ahlaka göre ise en kirli.
Eşitlik varsa sevgi vardır. Ezmeden, hükmetmeden, racon kesmeden, bin bir strateji döndürmeden, kendini başka gözlere sermeden ya da başkalarından sakınmadan bu kirli ve berbat çağda seven bu gençleri hayatın çirkin manzarasından ayırmak, kollamak, saklamak istedim bir an. Çünkü gerçek, çıkarsız, dolaysız, karşılıklı sevgi hem en büyük güçtür hem de bu dünyanın kiri pası karşısında en kırılgan, korunmasız şey.
Bu gibi konularda hassas olan beni kısa bir süreliğine de olsa gün batımıyla beraber bu çifti seyretmekten alıkoy(a)mayan şey açıktı. Gerçek, eşit bir sevgi hiçbir bakımdan pornografik değildir, insanda da bir dikizleme hissi uyandırmaz. Tenselliği ve aşkı temelde içerdiği neşe, yaşam coşkusu ve doğallıktan koparan, ezme/ezilme, aşağılama ve türlü toksik toplumsal cinsiyet bağına hapseden şey, ahlakçı geçinen geleneksel ahlaksızlık. Dünyanın en doğal ve güzel şeyi olan aşkın eşit ve doğal görünümlerini kapatmaya çalışırken, tenselliği ondan ayırıp bastırılmış zihinlere dört duvar arasında zihnin en karanlık ve ilkel yanlarına seslenecek biçimde pazarlar. Doğal olan kapatılırken, kötücül, eşitsiz, sömürüye açık olanın el altından servis edilmesidir aşkı da cinselliği de kirli hale getiren. Rızaya ve eşitliğe dayalı hiçbir tür aşkın, sevginin kirli hiçbir yanı yoktur.
İşte bundan korkuyorlar. Yaşama, yaşam coşkusuna, neşeye, eşitliğe dayalı her şeyi yasaklayarak hayatı tahakküm ve riyayla dolu dev bir karakola dönüştürmek istiyorlar.
İşte bu manzarayla karşılaştıktan bir gün sonra Mabel Matiz’in “Karakol”unu dinledim. Şarkı ve klibin de bende uyandırdığı his, benzer oldu. İnsanca yaşamın, neşenin, nefesin dört koldan yasaklarla boğulduğu günümüzde, güzelliği anımsama, “anda nostalji” hissi.
Klip yayınlandıktan kısa süre sonra YouTube’da ilk sıralara oturdu. İki erkek arasındaki aşka dair son derece minimal motiflerle bezeli klip, LGBTİ+ karşıtlarının hedefi oldu. Ardından da RTÜK üyesi İlhan Taşçı, kurulun tek tek tüm müzik kanallarını arayarak şarkıyı ‘yayınlamamalarını’ istediklerini söyledi. “Çıkıp yekten ‘yasakladık’ diyemiyorlar ki duruma göre geri dönüş yapabilsinler. Kendi gibi olmayan her şeye, düşünceye karşılar…" yorumunda bulundu.
Yasaklandığı için daha da çok izleneceğine hiç kuşku yok klibin. Şarkı ise zaten dinlendiği anda dile dolanıyor. Bir öykümde insanlar için yaptığım tanımı bu şarkı için de yapabilirim: “İnsanlar ikiye ayrılır: Doğrudan kanına karışanlar, yanından su gibi akıp geçenler. O, kana zehir gibi karışan cinstendi.” Kana karışan bir şarkı bu. Müziğiyle, klibiyle, aşkın ve sevginin özgürleştirici, hayatı olduğundan büyük kılan yanına karşı dünyanın “makbul sayılmayan” aşklar için dev bir karakola dönüşmesini anlatan incecik, güçlü sözleriyle. Videonun 90’ların kliplerini hatırlatan görsel estetiği, bugün için büyük bir cesaret örneği sayılabilecek temasıyla birleşince, kendiliğinden nostaljikleşiyor şarkı; kelimenin gerçek anlamında, “eski bir yaranın sızısı” anlamında nostalji. Bu topraklarda hiçbir zaman olması gerektiği gibi, özgürce yaşanamamış, günden güne ise dört koldan yükselen muhafazakarlık, ırkçılık, homofobiyle beraber artık bu klibin yasaksızca yayınlanabileceği bir gri alan bile bulamayacak sevgiye, aşka dair nostalji.
Klipte çok az çıplaklık var, temas neredeyse yok. Bunun yerine açan çiçeklerle, su damlalarıyla, iki erkeğin imgeleriyle çok basit, minimal düzeyde örülmüş bir tür duygusal erotizm var. Şarkının da klibin de belki en çıplak yanı, insanı doğrudan kendi kalbine göndermesi. Zaten çağımızda en çok korkulan şey de bu ya. Salt tenlerin değil, kalplerin irtibatı.
Vermedim adını zora koydular
Aşkın mezarını cana oydular
Camlara düşüyor yaşı yedi göğün
Ellerin elime niye kapı duvar?
Eşitlik varsa, sevgi ve aşk vardır. Eşitlik ve rızaya dayalı aşkın, sevginin hiçbir türü kirli değildir. Aşkı da, hayatı da kirleten, gün batımları, suyun akışı kadar doğal olan bir şeyi dev bir karakola hapsetme arzusu. Böyle bir zamanda aşkı adıyla çağıran, şarkıya kendini gerçekten bırakabilen herkesin kalbine dokunan Mabel Matiz’in içten cesaretine selam olsun.
Şarkının gördüğü ilgi ve desteğe dair açıklamasında ne güzel söylemiş: “Daha çok hikâyemiz var anlatılacak. İnsana, hayata dair her şey bugüne dek şarkılarımda müziğimde yer buldu; bundan sonra da yer bulmaya devam edecek. Aşkın, sevginin ve insanlığın bütün hallerini dile getirmeye, el ele tutuşmaya inatla devam… “
Yaşama dair, insana ait, hakiki her şeyi dev bir karakola hapsetmeye çalışanlara inat, el ele tutuşmaya devam…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI