Dünyanın dönüyorum diyebilmesi için 'arkası mutlaka gelmeli'
Ayşegül Devecioğlu’nun kaleme aldığı ‘Arkası Mutlaka Gelir’, Metis Yayınları tarafından yayımlandı.. Devecioğlu, 7 öyküden oluşan 'Arkası Mutlaka Gelir' ile kaleminin aşina olduğumuz nitelikleriyle örülü öyküler sunuyor okurlarına, herhangi bir şaşkınlığa yahut hayal kırıklığına imkân tanımıyor.
Ayşegül Devecioğlu’nun yeni öykü kitabı ‘Arkası Mutlaka Gelir’, Metis Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Devecioğlu koleksiyonunun 7. halkasını oluşturan kitapta 7 öykü bulunuyor. Bu öykülerde yer alan kişilerin hem yaşamış hem yaratılmış olduklarını hissettiğimiz gibi, öykülerin muhtevalarına baktığımızda ise yazarın hem yaşanmış olayları ‘yeniden üretim’e dahil ettiğini hem de kurmacayı ön planda tuttuğunu görüyoruz.
Ayşegül Devecioğlu, günümüz kadın yazarları arasında kendi okur kitlesini oluşturabilmiş yazarlardan. Özellikle dil üzerine tasarrufu, yanı başımızda duran malzemeleri işleme ve onları hem bayağılıktan hem de abartıdan uzak sunuş şekli, Devecioğlu kitaplarını bir çırpıda okuyabilmemizi sağlayan nitelikler arasında. Kitaplarıyla vedalaşmanın zor olduğu yazarlar arasında olmak, kolay elde edilmiş bir başarı değil şüphesiz. Uzun yıllar gazete, dergi ve televizyonlarda çalışmış ve makaleleriyle, denemeleriyle de kalem kuvvetini göstermiş olması, Devecioğlu’nun geniş okur kitlelerine ulaşabilmesinde mühim bir rol oynuyor. Yine de yazarla hiç tanışmamış okurlar için, yazarın 4 romanı ve ‘Arkası Mutlaka Gelir’le birlikte 3 öykü kitabı bulunduğunu söyleyelim. ‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ romanının 2008 Orhan Kemal Roman Armağanı’na layık görüldüğünü de ekleyelim.
Okurun ‘Arkası Mutlaka Gelir’in ilk ve son öyküsü arasındaki yolculuğu, yavaş başlayıp ivme kazanan, birkaç nefeslik molaları, ara durakları olan bir yolculuk. Kitabın açılış öyküsü olan “Avcı”, belki de başlığı gördüğünde hiçbir okurun aklına gelmeyecek bir şeyi, ‘kelime avcılığını’ anlatıyor. Gündelik hayatında rastgele duyduğu, yakaladığı kelimelerin bir anlamı olabileceğine inanan insanların öyküsü bu. Belki ümitvâr ruhun bir örneği, belki biraz oyun sevgisi, belki de hayata bir şekilde tutunma çabası. Son öykü ve aynı zamanda kitaba adını veren “Arkası Mutlaka Gelir” ise, yazdıklarıyla yaşadıkları, kurguladıklarıyla hayatta karşılaştıkları oldukça yakın arkadaş olan bir yazarın ‘kaçamayış’ının öyküsü. Kurmacayla gerçekliğin iç içe geçtiği bir atmosferde, yazar tarafından yaratılmış kişilerin metni kontrol altına aldıklarını görüyoruz. Postmodernist metinlerde sıklıkla karşımıza çıkan bir oyun türü bu. Anlatıcı açıkça söylüyor: “Daha palazlanmadan romanı ele geçirmeye kalkışmışlardı.” (s. 114)
Art arda sıralanan durumların etkisiyle ‘arkası mutlaka gelir’ anlayışının hâkim olduğu öykü, ara duraklarda farklı gerçeklik katmanlarında soluklanmış okurun varacağı son istasyon olduğu gibi aynı zamanda bitiş cümleleriyle bu kitabın da arkasının mutlaka geleceğini düşündürüyor: “Arkası mutlaka gelir, diye mırıldandı kendi kendine, bu zavallı, bu viran dünyanın iyi kötü dönüyorum diyebilmesi için, arkası mutlaka gelmeli.” (s. 115)
“Rüyada” başlıklı öykü, bahsettiğim ara duraklardan biri. Kendisinden sonra gelecek öykülerin kitaba kazandıracağı ivmeyi müjdeleyen, sakin fakat bir o kadar da merak uyandırıcı bir öykü. Hatta öykünün temel dinamiğinin okuru uyanık tutan merak duygusu olduğunu söyleyebilirim. Bunun için iyi bir mesele bulmuş yazar: Öyküde yer alan kadının kocasının tişörtündeki yazı neden Hollandaca olabilir? Hem bu yazı için hem de kadının rüyasına da giren vapurda karşılaştığı gizemli kadının gerçek olup olmadığı hakkında okur da şüpheye düşüyor. Diğer yandan, rüyayla başlayan öykü, rüyanın gerçekleşmesiyle sonlanmakta. “Arkası Mutlaka Gelir” öyküsünde olduğu gibi, yine kurmaca ve gerçeklik arasındaki sınırda gezinmiş Ayşegül Devecioğlu. Bu noktaya temas etmek için mükemmel bir araç olan ‘rüya’ ile.
HİÇ TEK BAŞLI OLMANIZIN SEBEBİNİ SORGULADINIZ MI?
Devecioğlu’nun kaleminin özgünlüğünü besleyen unsurlar arasında hep ‘bakış’ının önde yer aldığını düşünürüm. Bizim görmediklerimizi, görüp de üzerinde durmadıklarımızı ‘bakın işte buradalar’ diye önümüze koyuyor sanki. Bu, görünmeyenin gizini açığa çıkarmaktan ziyade görünüp de yeterince fark edilmeyenin ortaya saçılmasına benziyor. Kitapta yer alan “Tek Başlılığın Anatomik Eleştirisi”, kanaatimce 7 öykü arasında en farklı olanı. Devecioğlu, tek başlı doğmak ile çift başlı doğmanın insan hayatında nasıl bir uçurum yaratacağını anlatmış. Bunu yaparken açıkça türlü göndermelerde bulunduğu gibi aynı zamanda temel fikrin etrafında dallanıp budaklanan meselenin belirli yanlarını tamamlamayı da okurun algısına, inancına, hayal gücüne bırakmış.
Öykünün adında ‘eleştiri’ sözcüğünün neden yer aldığını, satırlar arasında gezindikçe aşamalı bir şekilde anlıyoruz. Tek başlı yapımız neden eleştirilmiş olabilir? Bu sorunun muhatabı olduğumuzda zihnimizde mutlaka bir şeyler belirecektir. Burada mühim olan, soruyla muhatap olmamızın ta kendisi. ‘Bakın işte böyle bir mesele var, belki de üzerine düşünmek aklınıza bile gelmedi’ diyor sanki Devecioğlu, bu meseleyi bir eleştiri unsuru haline getirip okurunu da gerçekleştirdiği sorgulamaya ortak ediyor. Burada sorgulanan yaratılış yahut bir yaratıcıdan ziyade, insanın düşünmeyi/düşünmemeyi tercih etmesi, ‘aykırı’ olana karşı tutumu, samimiyeti/sahteliği yahut özetle ‘başını’, onun içindekini ve insani niteliklerini nasıl kullandığı.
Öykünün olay örgüsünden kısaca bahsedelim. Dünyaya iki başlı bir bebek geliyor, bu bebek ‘yoksul bir ülkeye’ ve ‘üniversite mezunu’ bir çiftin evine doğuyor. Bu çift, evlenmek için kendilerine ev düzecek kadar paraya sahip olmayı, çocuk sahibi olabilmek içinse durumu biraz düzeltebilmeyi, borçların kapanmasını beklemiş. Sağlıklı bir bebek bu. Fakat anatomik yapısı her şeyin önüne geçtiği için hakkında konuşulan yalnızca fiziksel görünüşü oluyor. Onu görenlerin duyanların cümleleri ‘nedense’ birbiriyle neredeyse eş. Başhekim mesela, önce bakanı haberdar etmek istiyor, ardından ‘yaratığın’ cinsiyetini soruyor ve ‘kız’ olduğunu öğrendiğinde, “Vah vah!” diyor yalnızca. Sağlık Bakanının bebeğin cinsiyetini öğrendiğinde verdiği tepki de aynı: “Vah vah!” Ve hemen ardından tıpkı başhekim gibi o da üstünü aramayı bir görev sayarak ‘Sayın Başkan’a ulaşıyor. Onun tepkisine şaşırmıyoruz artık, ikileme üçlemeye dönüşüyor ve bir “Vah vah vah!” sesi de ondan yükseliyor. Başkanın danışmanlarından birinin bebeğin kız olmasını bir talihsizlik olarak görenlere verdiği cevap oldukça dikkat çekici: “‘İyi ya,’ dedi eski solcu danışman, ‘kadınlara verdiğimiz değerin sonucu bu. Artık tek başla yetinmeyip çift başlı doğmaya başladılar.’” (s. 39)
İlerleyen satırlarda adı ‘Gizemler’ olan ve büyüyen iki başlı bebeğin Başkanla olan sohbeti dikkate değer. Bu sohbette iki başın art arda konuştuğunu ve bunun ne durumlara sebebiyet verdiğini görüyoruz. Sonunda, yeni başlar da çıkardığını öğrendiğimiz bu bebeğin öyküsü, düşündürücü ve bir o kadar da ürkütücü. Yer yer distopik bir atmosfere sahip. Gizemler, henüz küçük bir yaşta birkaç üniversite bitirip zengin bir entelektüel birikime sahip olsa da dünyada var olmaktan duyduğu korkunun önüne geçemiyor hiçbir şey. Çift başınız olsaydı ne olurdu hiç düşündünüz mü? Dünyaya katlanmak bu kadar kolay olur muydu? Gizemler’in ruh halini en iyi ifade eden satırlarda bir cevap arayalım:
“Birbiriyle iletişim halindeki iki zihin bombalarla yerle bir edilmiş şehirlerde, hayvanların ve bitkilerin susuzluktan öldüğü kurak arazilerde, kurşuna dizilmiş, boğularak, kesilerek öldürülmüş insan yığınlarında, karınları açlıktan şişmiş, kocaman gözlü çocukların görüntüleri arasında geziniyordu. Dört kulak açların ve acı çekenlerin feryatlarını, bombaların vınlamalarını, savaş uçaklarının uğultusunu, yok edilmiş ormanların derinliklerinden gelen hayvan çığlıklarını duyuyordu.” (s. 43)
ARKASI MUTLAKA GELİYOR: BAHÇELİEVLER KATLİAMI VE EDEBİYATIN BİR BAŞKA YÜZÜ
Devecioğlu’nun öyküleri arasında, ‘arkası mutlaka gelir’ anlayışının hâkim olduğu en bariz örnekler, “Yaşlılığın Tehlikeleri” ve “Edebiyat Dersleri” başlıklı öyküler. Okuduktan sonra ikisinde de yaş almanın insan hayatında nasıl bir etkisi olduğu hususunda ortaklıklar olduğunu fark ederek dönüp yeniden ve birlikte okuma ihtiyacı hissedeceğiniz bu iki öykü, kitapta da art arda verilmiş. Bu öykülerin, kurgulanış biçimi bakımından da işlenen konunun farklılığı ve ilgi çekiciliği bakımından da kitabın öne çıkan metinleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle okuru hayrete düşürme noktasında oldukça başarılı olduklarını söylemek gerek.
Kitaptaki sırayla gidelim. “Yaşlılığın Tehlikeleri”, Türkiye siyasi ve sosyal tarihinde yer edinen, ‘Bahçelievler Katliamı’ olarak bilinen hadiseyi konu ediniyor: 8 Ekim 1978’de Ankara’da, Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi gencin öldürülmesini. Devecioğlu yaşanmış bir hadiseden yola çıkarak gerçeğin kurmacasını yaratmış. Bu katliamdan sonra hiçbir zaman yakalanmamış olan katillerden birini öykünün merkezine yerleştirmiş. Öykünün ilk paragrafları ve son paragrafları arasında yükselerek devam eden bir tempo, artarak devam eden bir şüphe/hayret ögesi var.
Öykünün anlatıcısı konumunda yer alan yaşlı adamın zaman geçirdiği kahvehanede kimseyi kendine yakın hissetmediğini, zamanla bir masada tek başına oturan bir adamı kendine benzeterek onunla yakınlık kurduğunu görüyoruz. Kendisinin eskiden sendikacı olduğunu ve hapishane tecrübesi de yaşadığını öğrendiğimiz anlatıcı, yeni arkadaşı hakkındaki izlenimlerini okura yansıtıyor. Okur, bu sınırlı bilgiyle satırlar arasında ilerlerken, yalnızca yaşlılığın zorlukları, tek başınalığın getirileri ve götürüleri hakkında bilgi sahibi oluyor. Arkadaşlık kurulan yaşlı ve hasta adamın bir katil olduğu açığa çıkana kadar, acıma duygusuyla okuyor yazılanları. Anlatıcı, bu adama yardım ediyor, hastane günlerinde onu yalnız bırakmıyor. Fakat, evinde bulduklarından sonra onun hiç yakalanmayan bir katil olduğunu fark ediyor ve onunla yüzleşmeye gittiğinde katil yine yapacağını yapıyor. Devecioğlu, toplumsal bir meseleyi bireysel bir mesele üzerinden kurgulamış, anlatmış, hatırlatmış. Yaşlı ve hasta bir adam imajını kullanarak okurun vicdanına farklı bir yönden seslenmiş. Öykünün sürpriz sonuyla birlikte bu ilişki üzerine son kararı da okura bırakmış.
“Edebiyat Dersleri” de okuru hayrete düşüren konusu ve kurgulanış biçimiyle öne çıkıyor. Hapishanedeki mahkumlara ders veren bir edebiyatçının başına gelenlere şahitlik ediyoruz. Bu edebiyat dersleri, kendisi için ‘hayat dersi’ne dönüşüyor zamanla. Mahkumlar arasında dikkatini çeken ve ona duyduğu ‘göstermelik’ saygıyla kalbini kazanan gencin kendisine bir soygun hakkında yazmak istediği metin için danışmasıyla başlıyor her şey. Bu metnin gerçekçi olması için bir kuyumcuda gözlem yapan yazarın edebiyat üzerinden ‘kandırıldığını’ ve ‘kullanıldığını’ anlaması uzun sürmüyor. Ardında yaşananlar sonucunda yazarın da kendi başına gelenleri yine ‘edebiyat yaparak’ anlatmak istemesi dikkat çekici. Usta-çırak/öğretmen-öğrenci ilişkisine bakışınızı değiştirecek bu öykü, edebiyatın bambaşka bir yüzünü gösteriyor okuruna.
JOHN BERGER’E SELÂM
Kitabın ikinci öyküsü “Görme Biçimleri”nin henüz adından başlayarak John Berger’in eseriyle metinlerarası bir bağ kurduğundan da söz etmek gerek. Öyküde hem Berger’in hem de eserinin adı yer alıyor. Eseri elinde tutan bir kadının gördüklerine biz okurlar da şahitlik ediyoruz. Plajda çevresinde olup bitenleri seyreden kadının tavrında ne seyirden zevk alan bir ‘flâneur’ edası var ne de bu işi her gün yapan meraklı bir kadın havası. O, Berger’in “Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız görüşümüzü belirler” fikriyle hareket ediyor, benzer bir dikkatle çevresini inceliyor, âdeta Berger’in fikrini bir teste tâbi tutuyor. Çevirmenlik yaptığını anladığımız kadından, Berger’in eseriyle ilgili bir yazı yazmasının istendiğini öğrendiğimizde bütün taşlar yerine oturuyor.
Berger’in eserine dönersek, kadının bu eseri avcunun içi gibi bildiğini görüyoruz. Hatta öyle ki eserden henüz kimsenin haberi yokken babasının arkadaşı olan bir yayıncı basmış bu kitabı. Kadının eser hakkındaki en belirgin fikri, onun ‘müthiş’ olduğu. Kurguda kadının zihninden geçenler ile çevresinde olanlar eş zamanlı bir şekilde ilerlerken bir yandan da Berger’den alıntılar eşlik ediyor olanlara. Yazar, kadının önemsediği, altını çizdiği cümleleri okurla da paylaşmış. Örneğin, “Neyi gördüğümüz neye bakmayı seçtiğimizle ilişkili” yahut “Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek, o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir.” Bu cümleler, metne öylesine yerleştirilmemiş şüphesiz. Yapılan alıntılar ve kadının çevresinde yaşananlara karşı tutumu arasında bir bağ bulunmakta. Nitekim, öykünün son cümleleri de bu ilişkiyi ortaya koyuyor: “Kadının ona saldıracak hali yoktu ya. Aman boş ver, diye geçirdi içinden, elin bayağısıyla uğraşamam şimdi. Yüzüyordu karşıda görünen tepelere doğru. Tepeleri gördüğüne göre onlar da kendisini görüyor olmalıydı.” (s. 29)
Ayşegül Devecioğlu, bu defa da, kaleminin aşina olduğumuz nitelikleriyle örülü öyküler sunmuş bizlere. Herhangi bir şaşkınlığa yahut hayal kırıklığına imkân tanımamış. Aksine okurunu hayrete düşürecek öyküler yaratarak ilgimizi artırmış, yeni işlerine olan beklentimizi yükseltmiş. ‘Arkası Mutlaka Gelir’, sadeliğindeki ihtişamla, sıradanı sıra dışına eviren dokunuşlarıyla okurunu bekliyor.