Düşgücüyle adaletsizliğe direnmek: Tekinsiz bir seyran
Yazar Demirtaş sadece nitelikli edebi metinler üretmekle kalmıyor; eserlerini okuyanlara, siyasetçi Demirtaş’ın duruşunu ve felsefesini daha iyi anlayabilmenin ipuçlarını da sunuyor.
Yiğit Bener
“Yazmak benim için bir direnişe dönüştü artık. Yazmasam hayatta olduğuma kendimi ikna edemeyeceğim sanki. Yazabildiğim sürece varım, varsam yazmalıyım” diyor yazar Selahattin Demirtaş, beşinci kitabı 'Dad'ın teşekkür notunda.
Benzer bir düşünceyi Erhan Bener’in ölümünden sonra yayımlanan son deneme kitabı 'Açık Pencere’de de okumuştum: "Yazmak, öldükten sonra değil, yaşarken yok olmama çabasından başka nedir ki? O halde, en iyisi, ölünceye kadar, yani yazabilecek gücü içimde bulduğum sürece, yazmayı sürdürmek…” Vüs’at O. Bener ise 'Bay Muannit Sahtegi’nin Notları’nda “Seni de yazmak kurtaracak anlaşılan” demişti.
Bener kardeşler, edebiyatla ilişkilerini anlatan bu cümlelerini ölümün yaklaştığını hissettikleri bir yaşta, bir bakıma ölümün yok ediciliğine yazarak meydan okumalarını dile getirmek üzere kaleme almışlardı. Çok daha genç bir yazar olan Demirtaş ise, beş yılı aşkın bir süredir keyfi bir siyasi kararla tıkıldığı hapishanede, tecridin yok ediciliğine karşı yine edebiyattan güç alan direnişini dile getiriyor. Başka bir deyişle, her üç yazar da ölümcül bir tehdit karşısında yaşama tutunmak için edebiyata sığındıklarını vurguluyorlar.
Bu açıdan bakarsak, 'Dad’ın bir yönüyle edebiyat aracılığıyla diktatörlüğün adaletsizliğine direnmenin kitabı olduğunu söyleyebiliriz pekâlâ. 'Dad’ın en çarpıcı öykülerinden biri olduğunu düşündüğüm “Kader”in kahramanı da, yaşama tutunmakla yazı arasında kurduğu bağı şöyle dillendiriyor: “Neler yazmadım ki bugüne kadar. Bazen tıkandığımı, tükendiğimi, tekrara düşeceğimi hissederek panikliyorum. Bu durumda anlaşma biter, Ceren ölür ve ben sonsuza kadar bu kulübede tıkılı kalırım. Ama hep yeni bir şeyler buluyorum. Hayatı çeşitlendirmek, renklendirmek için o kadar çok seçenek var ki, inanamazsınız.”
Ancak 'Dad’ı salt bir kişisel direnişin ifadesine indirgersek bu kitabın edebi gücünü es geçeriz. Çünkü yazar Demirtaş da -tıpkı öykü kahramanı gibi- hayatın tüm renklerini yansıttığı inanılmaz çeşitlilikte bir öykü demeti sunuyor okurlarına: 'Dad', İstanbul çöplüğünden adliye koridorlarına, lüks villalardan vergi dairelerine uzanan, ıssız ada ya da tımarhane tecridinde, yer yer bilim kurguya varan ya da absürt komedi tadında, yanlış anlamalarla, gıllıgışlı ihanetlerle ya da umutsuz fantezilerle örülü, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde acı kahkahalar attıran bir düşsel ve felsefi cümbüş, adalet arayışında tekinsiz ve çılgın tempolu bir edebi seyrandır esas olarak.
Örneğin eğer bir gün mecbur kalır da “Çöplük” öyküsünün Batmanlı makine mühendisi Ahmet gibi kent çöplüğüne sığınırsanız, siz de görürsünüz ki orada “her şey ayan beyan, bok gibi ortadadır”. Ve çöp tepeciklerinden birinin üzerinde dikilip etrafınızdaki atık yığınlarına baktığınızda, siz de kendinizi şu soruları sorarken bulabilirsiniz: “Bunca şeyi ne ara tüketiniz, niye tükettiniz diye hayretler içinde kalıyorum. Daha önemlisi, bunca şeyi niye ürettiniz? Daha daha önemlisi, bunca şeyi üretip tüketebilmek için kölesi olduğunuz sistemi ne diye yarattınız? (…) Bu nasıl bir israf, nasıl bir hoyratlıktır?”
Gelgelelim, Demirtaş’ın öykülerinde, aşk da vardır: “Çünkü bir yerde aşk varsa orada umut da vardır. Başka nasıl ayakta kalabilir insan?” Ve burnunuzun ister istemez alışacağı çöplük ufunetinin (“Hayatın gerçek kokusunun”) tüten dumanlarının ortasında bile, belki bir ıssız adada ya da bir inşaatta çalışırken aşk gelip kapınızı çalabilir… Daha doğrusu, kendinizi bir anda, mühendisliğinizi hiç iplemeyen külyutmaz ve yürekli bir kadına çay servisi yaparken bulabilirsiniz…
Ne de olsa, Demirtaş’ın öykülerindeki kadınların eşitsizliğe tahammülü yoktur, tıpkı sokaklarda kadın cinayetlerine karşı direnen her köken ve toplumsal kesimden yüz binlerce kadın gibi. Hatta aralarından bazıları (örneğin “DAD” öyküsünün Derya’sı, Asmin’i ve Didem’i), kendilerine ve hemcinslerine karşı işlenen suçların cezasız kalmasına sessiz kalmaya hiç ama hiç razı değildirler. Dad, Kürtçede adalet demekmiş…
Kaldı ki hiçbir şey göründüğü gibi değildir bu öykülerde. İnanmazsanız, “Ben’i Unutma” öyküsünde ağır bir ihanete uğradığını düşünerek denize açılıp teknesinde intihar etmeye niyetlenen Kerem Bey’e ya da kader ortağı Yasemin Hanım’a sorun: İnsan kendini düpedüz bir vodvilin sahnesinde, yani Fransızların yanlış anlamalarla bezeli toplumsal hiciv komedilerine benzer bir ortamda buluveriyor. Gel gör ki, vodvillerin aksine, Demirtaş’ın öyküleri her zaman mutlu sonla taçlanmıyor.
Örneğin eğer siz de “Ölmeden önce mutlaka yapılması gereken on şeye dair bir liste oluşturmaya” çalışıyorsanız, “Çıplak” öyküsünü okumanızı salık veririm: Orada Mahsa Jîna Amini’nin kederli kara gözleri size yol gösterecektir: “Hayal kurmak, umut etmek, gerçekleştirmek… İlkini herkes yapar, ikincisini direnenler, üçüncüsünü ise riski göze alanlar.”
Okuru şaşırtmayı seviyor zaten yazar Demirtaş. “Uçurum” öyküsünde, kapatıldığı akıl hastanesinde kimseleri hasta olmadığına inandıramayan Vedat’ın başına gelenler, bu şaşırtmacaların çarpıcı bir örneği. Diğerlerinde olduğu gibi, bu öyküde de açık bir toplumsal eleştiri boyutu var kuşkusuz. Ancak tıpkı uçurumdan yuvarlandığınız anda yaşandığı gibi, görüntü birden tersyüz olabiliyor.
“Düriye’nin Güğümleri”nin Nezahat şıllığı da sağ gösterip sol vuranlardan. “Manitam için Düriye’min güğümlerini çalabilin mi?” demek kolay. Zor olan, “Çalabiliim yavrum” diyebilmek. İmkansız olansa, bu öyküyü makaraları koymadan okuyabilmek: Vergi dolandırıcısı pinti ve ahlaksız kocasına dünyayı dar etmenin yolu tek değil ki!
Demirtaş’ın hınzırca kurgusu ve mizahi diliyle örülü trajikomik öykülerdir bunlar. “Haydar Haydar”da, arkadaşı uyanık iş insanı Haydar’ın altın tepside sunduklarına kapılarak “namusuyla köşeyi dönme” düşleri kuran Serkan gibi acı gerçeklere uyanmak da var serde. Eğer Haydar’ın büyüleyici sevgilisinin nazarına gelip bir kurgubilim komplosuna kurban edilmek istemiyorsanız, soluğu ilk Siirt otobüsünde almak zorunda kalabilirsiniz.
'Dad’ın öyküleri okura “Kartonpiyer”in Ramazan’ı gibi emekçi karakterlerin iç dünyalarına sokulma imkanı da sunuyor. Ancak üst perdeden merhametlerden de kibirli aşağılamalardan da arınmak kaydıyla. Öykü kahramanlarına tıpkı yazar gibi hüzünle ve şefkatle örülü bir mizah mesafesinden bakabilmelisiniz. Her çelişkilerine ya da naif yanılsamalarına dudak bükmeden, onaylayamayacağız davranışlarını bile kolaya kaçıp yargılamadan, anlamaya çalışarak yaklaşmalısınız onlara.
'Dad’ın sayfalarında gezinirken, Tanrı’yla yaptığı anlaşma gereği “zamanı olmayan bir mekanda gönüllü bir tutsak olarak” her gün yeni bir öykü yazmaya mahkum olan Ulaş’ın çilesine de tanıklık ediyorsunuz “Kader” öyküsünde. Kendini “bir kayayı yuvarlaya yuvarlaya tepeye çıkarmak zorunda olan ama her seferinde kayanın elinden kurtulmasıyla tekrar başa dönen yeraltı ülkesinin cezalı kahramanı ve hilebazların piri Sisyphos”a benzeten Ulaş’ın yazdıkları da -tıpkı Demirtaş’ınkiler gibi- enikonu tekinsiz öykülerdir. Çünkü Ulaş, sevdiceği Ceren’in kaderini “Tanrı’ya vekaleten” yazmaktadır.
Kanımca Demirtaş, olağanüstü derinlikte bir hapishane metaforu olarak da değerlendirilebilecek bu öyküsünde düşgücünün tüm zenginliğini sergiliyor. Hem hayranlıkla hem de hangi koşullarda yazıldığını düşündüğümde buruklukla okuduğum bu metninde yazarın yaratıcılığının bir zirveye ulaştığını düşünüyorum.
Okur, yazarın metinlerini hangi koşullarda yazdığıyla ilgilenmek zorunda değildir aslında: İster Saint Exupéry, Lamartine ya da Dumas gibi şatolarda ya da Balzac ve Woolf gibi özel konaklarda; ister Poe gibi tuğlalarla örülü bir müstakil evde ya da Hemingway gibi villada, belki London gibi bir çiftlik evinde; isterse de Bener kardeşler, Necatigil, Cemal Süreya ya da Orhan Kemal gibi sokak arası mütevazi apartman dairelerinde; Sait Faik ya da Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi adada ahşap konaklarda; olmadı Apollinaire, de Beauvoir, Enis Batur gibi zaman zaman kahve köşelerinde ya da La Fontaine ve Hugo gibi yer yer lokantalarda, ola ki Nabokov gibi bazen arabasında; hatta Marquis de Sade, Nazım Hikmet ya da Sabahattin Ali gibi kısmen hapishanede yazsınlar, belirleyici olan ürettikleri metinlerin edebi niteliğidir.
Kuşkusuz, 'Dad’da yer alan öykülerin özgünlüğü de yazarın bunları tek adam rejiminin bungun hapishanesinin on iki metre karelik bir hücresinde, plastik bir masa ve sandalyede yazmış olması değildir: Önemli olan, yazarın seçtiği konuları yetkin bir dil ve şaşırtıcı bir düşgücüyle eserine nasıl yansıttığıdır.
Öte yandan, beşinci kitabını yayımlayan bu yazarın henüz tek bir okuruyla bile yüz yüze gelemediğini… Başka edebiyatçılarla sohbet etme fırsatını dahi bulmadığını… İhtiyaç duyabileceği kaynaklara erişiminin son derece kısıtlı olduğunu… Kendisine yollanan kitaplara bile ancak aylar süren bürokratik engelleri aşabildikten sonra ulaşabildiğini unutmamakta yarar var. Hele bu açıdan bakınca, bu koşullarda kaleme alınan 'Dad’ın öykülerine bir bütün olarak yansıyan bu yaratıcılığın çarpıcılığına değinmeden geçmenin büyük bir haksızlık olacağı kanaatindeyim.
Demirtaş’ın edebiyatla ilişkisini bir “hapishane hobisi” ya da ifade imkanları kısıtlı bir siyasetçinin edebiyatı araçsallaştırması olarak görmek ciddi bir yanılgı olur. Zaten yazarın salt son aylarda, örneğin deprem faciası ya da seçimler vesilesiyle kamuya ulaştırabildiği siyasi mesajların, çağrıların, önerilerin, analizlerin ya da keskin eleştirilerin içeriğine baktığımızda, “edebiyatı siyasi amaçlarla kullanmaya” hiç ama hiç gereksinimi olmadığını görebiliriz.
Selahattin Demirtaş, kurgu mimarisi, dil/üslup yetkinliği, konu zenginliği, yaratıcılık ve düşünsel bütünlük açısından (yine beğenerek okuduğum) önceki kitaplarında da bir yazar olarak ciddiye alınmak için kendini yeterince kanıtlamıştı bence. Beşinci kitabı 'Dad’ı ise, yazdıkça ve yazıyla ilişkisini derinleştirdikçe edebi gücü pekişmiş, olgunlaşmış, yazın serüveninde bir üst aşamaya geçmiş bir yazarın kitabı olarak okuduğumu söylemeliyim.
Siyasi kimliği olan bir edebiyatçının yazdıklarını (en azından belli bir ölçüde) dünya görüşünün belirlediğini düşünmek elbette yanlış değildir. Yazar Demirtaş’ın öykü ve romanlarının satır aralarında, seçtiği roman/öykü karakterlerinin kimliğinde ve yaşantısında ya da değindiği kimi ağır toplumsal gerçeklerin ele alınışında, Demirtaş’ın siyasi kimliğinin izini sürmek mümkün kuşkusuz. Gelgelelim bence bu temel doğru, belirgin bir siyasi kimlikle öne çıkmayan yazarlar için de geçerlidir: Sonuçta, her yazarın bir dünya görüşü, kişisel felsefesi, topluma bakışı vardır ve bunu bilinçli olarak -bazen de farkına varmadan- eserlerine doğrudan ya da dolaylı olarak yansıtır.
Her şey bir tarafa, bireyleri tek bir kimliğe hapsetmek, yalnızca tek bir alanda beceri sahibi olabileceklerini iddia etmek mümkün müdür? Yetkin oldukları farklı alanların etkileşimini irdelemek ayrı konu.
Öte yandan, Demirtaş özelinde siyasi kimliğiyle edebi eserleri arasındaki bu olağan etkileşimin ters yönde de işlediğini düşünüyorum. Başka bir deyişle, yazar Demirtaş’ın edebiyatının siyasetçi Demirtaş’ın görüşlerinden ne derece etkilendiğini sorgulamaktan ziyade, asıl yazarın edebi artalanının siyasetçinin düşüncelerini ve siyasi üslubunu ne derece belirlediğini irdelemeliyiz belki de.
Ne de olsa Selahattin Demirtaş, alışmak zorunda kaldığımız klasik siyaset insanlarından çok farklı bir entelektüel profile sahiptir. Edebiyat alanındaki yetkinliğinin ötesinde, birçok başka sanat dalına da ilgi duyan, donanımlı bir aydındır. Salt heves etmekle yazar olunmuyor ne de olsa… Bu durumda, hapsedildiği dört duvardan bile taşan engin düşgücü, kapsamlı yaşam felsefesi ve zekasını yansıtan mizahi dili başta olmak üzere, yazarın edebi eserlerine damgasını vuran temel niteliklerinin, siyasetçi Demirtaş’ın ezber bozan duruşunu ve özgün üslubunu da şekillendirmemesi mümkün müdür?
Sonuçta, entelektüel derinlikten yoksun siyasetçilerin tek yapabilecekleri şey, var olanı idare etmektir. Verili toplumsal yapıyı dönüştüremezler: Kimi onu daha iyi kimisi de daha kötü yönetir, o kadar. Gelişkin bir düşgücüne sahip olmadan, ideolojik ezberlerin ötesinde hayatı tüm çelişkileriyle kavrayamadan, daha farklı bir yaşamın mümkün olabileceğini hayal edemeden toplumun önüne dönüştürücü hedefler konulabilir mi? Derdiniz sadece mevcut düzene karşı çıkmak, yakıp yıkmak değilse, pozitif bir toplumsal dönüşüm gerçekleştirmeyi hedefliyorsanız, sizinle hemfikir olamayanların, hatta size karşı olanların bile dinleyebilecekleri bir üsluba ve dile sahip olmadan bu yönde çağrıda bulunsanız inandırıcı olabilir misiniz?
Bunu şöyle de ifade edebiliriz belki: Eğer düşgücünüz, dönüştürücü bir ütopyanız ve bununla uyumlu bir diliniz/üslubunuz yoksa, var olanın -yani mevcut distopyanın- paydaşlarından biri olmanın ötesine geçemezsiniz.
Bu anlamda, siyasi görüşlerinden ötürü hapse atılan Selahattin Demirtaş’ın orada edebiyata yönelmesinin bir tesadüf olmadığı ve bunun düşgücüyle adaletsizliğe direnmenin ötesinde bir anlam taşıdığı kanaatindeyim.
Bana sorarsanız, yazar Demirtaş sadece nitelikli edebi metinler üretmekle kalmıyor: Eserlerini okuyanlara, siyasetçi Demirtaş’ın duruşunu ve felsefesini daha iyi anlayabilmenin ipuçlarını da sunuyor.