Ebenin Avı'yla Yeşilçam sevdası, Erşan Kuneri, Gibi
Hiç karşılaştırmaya niyetim yoktu ama bu durum üstüne karşılaştırmadan edemeyeceğim: Bir tarafta sahne aldığı anda kıkırdatan Cem Yılmaz gibi bir kuşakların starı, dev prodüksiyon, yıldız oyuncular, seks, kan ve gözyaşı… Öbür tarafta, kurduğu evrene bir kelebek dahi iliştirmeyecek kadar telaşsız, starsız ve iddiasızlığıyla iddialı “Gibi”...
Cem Yılmaz’ın Yeşilçam sevdası, komedisini tanımlayan şeylerden biri, yıllardır. Öyle bir sevda ki, sinemayla ilişkisini derinleştirip ona kendiliğinden bir “söz” sağlıyor. Ya da öyle görünüyor. Çünkü Cem Yılmaz’ın son yıllardaki işlerine dair bütün sorunlar da, hoşluklar gibi, ironik biçimde buradan kaynaklanıyor.
Benim de Cem Yılmaz’da en çok sempati duyduğum şeylerden biri bu, sorarsanız, sinemaya bu vefası, hasreti. Bir yandan da Yeşilçam’da hikâye anlatmaya dair eksik gedik ne varsa onu da günümüze klonlayan bir sevda bu. Bütünlüklü bir hikâyeden çok skeçlere yaslanan parçalı yapı, derinlikli karakterlere değil tiplemelere yaslanma eğilimi, kendini en hızlı yoldan sevdirmeye dair yoğun bir telaş… Bir dönem izleyiciyle çok güçlü bir bağ kurarak sevabı, kusuruyla bu oyunu sürdürebilmiş bir sinemanın külleri üzerinden popüler anlatı inşa etmenin şöyle bir sorunu oluyor: Yeşilçam sinemacılarının boğuştuğu koşullarla yüz yüze değil günümüz sinemacısı. Bütçeler o kadar kısıtlı değil, özellikle dijital platformlarda tasarım ve yapıma ayrılan zaman da… Vapurla karşıdan karşıya geçerken tamamlanan senaryoların yerini aylara uzanan bir hazırlık süreci alıyor. Yeşilçam, tüm aksaklıkların çaresini, izleyiciyle arasındaki anlaşmaya dayanarak örtüyordu. Klişelerin o denli yoğun kullanılmasının nedenlerinden biri budur. Klişe bu anlamda, “leb demeden leblebi”dir, vakitsizliğe bir ortak çözüm sunar. Günümüzün, çokça Batılı örnek de seyredebilen, müthiş bir ekran kariyerine sahip izleyicisi ise, en basitini arıyor gibi göründüğünde bile, bundan daha iyisi olabileceğinin farkında. Hem deneyimli hem de farklı kaynaklardan beslenebilen bir izleyici bu. Ve hem asıl sevda hem de eldeki tek arzu nesnesi olmadığında, Yeşilçam anlatısı çok sorgulanabilir oluyor. Üstelik günümüz sinemacısı ve televizyoncusu, o “masumiyet hakkı”na da sahip değil. İsterse daha iyisini yapabileceği, her türlü biliniyor.
Yani Yeşilçam’ın içtenliğini, izleyiciyle kurabildiği o dolaysız bağı yeniden tesis edebilmenin yolu, günümüzün olanaklarıyla Yeşilçam klişelerini yeniden yeniden üretmek değil. Bir kahvehanede, kadınlar gününde ya da lise kantininde geçen diyaloğu aynen aktararak da başaramazsınız bunu. Daha iyisini TikTokçular yapıyor. Dönemin ruhunu yakalamak için, öncelikle “bunu nasıl kurarım” hissiyle hareket etmeksizin, gerçekten de büyük ölçüde “bugün”de yaşayan biri olmalısınız. Bugünün ruhunun da en kabul etmediği şey, kendini istisnasız gören büyüklük hissi ve kibir. Öyle gibi görünmüyor dünyaya bakınca, ama aslında öyle. İnsanları şimdi en çok eğlendiren, harekete geçiren, bu kuşağın meşgul olduğu şeylere bakın, burada ne Okan Bayülgen gibi özgüveni kendinden menkul bir parmak sallayıcı görebilirsiniz, ne de Cem Yılmaz gibi bir ayağı daima otuz yıllık bir imparatorluğun ilk dönemlerinde kalan birini. Kendi olan, kendi beğendiklerini yapan, bunu yaparken de “herkes sever ya” iddiası taşımayan, belki çok küçük bir kitleye hitap edebilme riskini de göze alarak bugünü yansıtabilen figürler daha çok benimseniyor. Sevgisi ve çokbilmişliğiyle kuşatıcı olduğu kadar da bunaltıcı anne babalar değil bunlar, belki zaman zaman kendilerinden de akıl isteyecek ağabeyler ve ablalar olabilir. Daha eşit ve kendini bir yere koymadan hayatı anlamaya ve anlatmaya çalışan anlatılar benimsenmeye daha müsait oluyor. X ve Y kuşaklarının bıraktığı bir dünyanın nimet gibi görünen hezimetleriyle de boğuşan bir kuşak için, bu da anlaşılır.
Zekâ, beğeniler, mizah ve “ben duygusu”, yön değiştiriyor. Z kuşağını anlamak ve onlara ulaşmak için yapılabilecek en kötü şey, onları kandırmaya yeltenmek. Önceki kuşakların “uylaşımları”, o oyunu beraberce oynama gönüllülüğü bu kuşağa hiç işlemiyor.
Bunları derken bir Z kuşağı övgüsü dizdiğim düşünülmesin. Bana kalırsa hiçbir kuşak övgünün ya da yerginin nesnesi olmamalı. Hangisindeysek, bir yanımızla basitçe oradayız ve oradan dünyaya açılabilmek de ne olursa olsun kendi izleğimize sadık kalmayı gerektiriyor. Amacın kendisi, “farklı kuşakları çok pis etkileyebilmek”se, büyük sorun. Bunun dışında dünyayla gerçek bir derdi olan ve bu derdi anlarken ya da anlatırken kendini yirmi yıl öncesinden de sonrasından da, salt bir kuşağa mensup olmak nedeniyle üstün görmeyen herkes, insanlara ulaşabilir.
“Gibi”yi ilk izlediğimden beri çok seviyorum. Cem Yılmaz komedisiyle ise bir süredir başım pek hoş değil ama varlığından memnunum. Sonuç olarak otuz yıldır izleyiciyle bir bağ kurmayı başarabilmiş herkesin hayatta kalmasını dilemek gibi basit bir nedenle bile olsa. Cem Yılmaz’ı önemli ancak zamanın ruhu ve şöhretini sürdürmekle ilgili benimsediği yolları giderek daha sorunlu buluyorum. Sahnede göründüğü anda kıkırdamalara neden olan adam, yaş aldıkça acılaşıyor. Bunu da Türkiye’ye özgü şöhret fırlatması, gündelikten uzaklık, ego ve kibir döngüleri nedeniyle yaşıyormuş gibime geliyor.
Yaş almak dünyanın en doğal şeyi. Günümüze özgü en hoş olmayan şeylerden biri, 50 yaş üstü insanlardan dinozor gibi bahsedilmesi. Deneyim ve kuşaklar arası karşılaşma önemlidir. Bu dünyada yarım asırdan fazla biraz olsun kendi gibi kalabilmiş birinin anlatabileceği çok şey vardır. Bunun bir koşulu var ama. “Ben oldum” dememek ve “başkalarını nasıl kandırırım” hissinden uzak durmak. Popüler bir anlatı kurmaya çalışan herkes, anlatısını mümkün olduğunca çok kişiye ulaştırmanın yollarını da bulmak durumunda. Ama bunu “en iyisini ben biliyorum” hissiyle yaptığınız anda feci çuvallarsınız. Sizden sonra gelen kuşaklarla kurduğunuz ilişki de bir tahammül, hoşgörü ve el verme ilişkisinden ibaret olmamalı. Sizden yirmi yaş küçük birinden bir şeyler öğrenebileceğinizi gerçekten hissetmelisiniz. Kitlelerce sevilmek asla hiçbir insana koşulsuzca ömür boyu verilmiş bir armağan değil. Aşk gibi, her gün yeniden kurulan bir şey.
Yeşilçam’da bir porno yapımcısının 80’ler sinemasında yolunu bulma ve hayatta kalma uğraşını anlatan bir dizi film serisi, harika fikir. Cem Yılmaz’ın kökü ta Gora’ya dayanan bu karakteri üzerine bir türler komedisi tasarladığını duyduğumda gerçekten heyecanlanmıştım. Bu fikirden çıkılarak gidilebilecek yerlerin haddi hesabı yoktu. Bu nedenle şu ana kadar üç bölümünü izlediğim Erşan Kuneri, bende hayal kırıklığı yarattı. Bir porno yapımcısının farklı türlerle imtihanını anlatırken dakika başı delikli sabun türünden cinsiyetçi esprilere ve bolca küfre yaslanmanız gerekmiyordu sözgelimi. Ya da bir Yeşilçam anlatısında, bir “film içinde film”de, kadın erkek bütün karakterleri temsillerinin karikatürüne indirgemeniz de gerekmiyordu. Her gün kadınların aynı söylemin laciverdi nedeniyle katledildiği bir ülkede, bu kadar çok cinsiyetçi küfretmeden de sevilebilirdiniz. 2022’de “ebenin avı, ver ağzına mermiyi” esprilerinin kahvehanelerde yaratabileceği heyecana duyulan inanç, bundan çok daha iyisini izlemeye alışık birçok kesimde karşılık bulmuyorsa ya da anlık, “düşene gülme” hissi dışında bir yere denk gelmiyorsa, burada hayıflanılan şey izleyicinin yapılanı anlamaması olmamalı. Aksine bu tam olarak anlaşılıyor ve evet, “peh” deniyor olabilir yaygın biçimde.
Dizide oyunculuklar çok iyi. Uraz Kaygılaroğlu’ndan Merve Dizdar’a, Ezgi Mola’dan Nilperi Şahinkaya’ya, castın çoğu, imkanları aşan ölçüde iyi oynamış. Cem Yılmaz yine Cem Yılmaz, Zafer Algöz yine Zafer Algöz. Sorun da daha çok buradan çıktı, özellikle Algöz kısmından. Sosyal medyada bir izleyicinin yaptığı son derece saygılı bir övgü eşliğinde, bir bölümdeki bir “Gibi” esintisinden bahsetmesi üzerine Zafer Algöz, umuyorum ayık kafayla değil, döşendi de döşendi. Ne “onların daha kırk fırın ekmek, boyoz, pandispanya yemesi lazım” büyüklenmesi kaldı, ne “Feyyaz Yiğit komedisi mi, o ne” yok sayması. Olayların bir kısmının sosyal medyada cereyan ettiği bir çağda, insanları, üstelik dakika başı toksik cinsel şaka ve klişeye yaslandığınız halde “Gibi”nin yaptığı kadar da güldürememişken bu çok riskli bir mukayeseydi, karşılığını da buldu. Pek kimse bu tamamen farklı alt türde iki komedi dizisini karşılaştırmıyorken, karşılaştırmalar başladı. Kendini sadece anlatısıyla anlatan ve dönemin ruhuna çok daha uygun olan “Gibi” de, arzusu dâhilinde olmadan kuşkusuz buradan galip çıktı.
Hiç karşılaştırma niyetim yoktu ama bu durum üstüne karşılaştırmadan edemeyeceğim: Bir tarafta sahne aldığı anda kıkırdatan Cem Yılmaz gibi bir kuşakların starı, dev prodüksiyon, yıldız oyuncular, seks, kan ve gözyaşı… Öbür tarafta, kurduğu evrene bir kelebek dahi iliştirmeyecek kadar telaşsız, starsız ve iddiasızlığıyla iddialı “Gibi”. Üstelik de biri buna can attığı halde zaman zaman, ikincisiyse neredeyse her izlemede yeniden güldürüyor. X’inden Z’sine çağın ruhunu, “beni seveceksiniz ulan” diye dayatmadan yakalıyor. “Ben senin beni yılgın bir hoşgörüyle benimsemene mi kaldım” diyor, herkeslere tercüman oluyor. Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi komedisi üzerinde Okan Bayülgen’den Cem Yılmaz’a ve daha nicelerine tüm bir çizginin emeği var üstelik, bunu da hiç inkâr etmiyorlar, gördüğüm. Ama dönemin ruhunu yakalamak konusunda boynuz kulağı geçebilir, bir boynuzun herkes için yapabileceği en iyi şey hatta, kulağı geçmektir. Komedi, bu katkıyı görmek, gelene ve farklılıklara tahammül, kendiyle mesafelenebilme ve eleştiri kaldırabilme becerisidir. İzleyiciyse defalarca neye gülmekten utanmadığına bakar eninde sonunda… Yaşasın mizahın adaleti.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI