Edebiyatın zalimleri
Edebiyatın zalim karakterleri, yalnızca birer hikâye unsuru değil, insan ruhunun karanlık tarafını anlamamıza yardım eden bir araçtır.
Yazdıklarıma şöyle bir dönüp baktığımda, hiçbir yazımda alıntı ya da referansla başlamadığımı fark ettim. Bu, bir yazar için herhalde iyi bir şeydir. Neden iyidir? Kanımca, alıntı ve referansla başlayan bir yazının ya ruhu eksiktir ya da bir ayağı havada kalır. Hiç yüz vermedim. Hani derler ya edebiyat için, “Bir cümleydi bana bu romanı yazdıran” ya da “Bir kelimeydi beni buna başlatan.” Acaba o kelime ya da cümle olmasaydı, yazılmayacak mıydı? Yoksa o kelime ve cümle, balonun patlaması için bir iğne miydi?
Bu yazımda bir alıntıyla başlamak için kollarımı sıvadığımda bunun nasıl olacağını düşününce dehşete kapıldım. Bakın, yine bir alıntıyla başlayamadım. Olmayınca olmuyor. Ama şarkıcı Bergen’in seslendirdiği şu mısraları hatırlamadan edemiyorum:
“Tanrım kötü kullarını
Sen affetsen, ben affetmem.
Bütün zalim olanları
Sen affetsen, ben affetmem.”
Bergen, affetmediğini en yüksek yerden, isyan duygularıyla dile getirdi. Birkaç yıl önce feministlerin düzenlediği eylemlerde, bu mısralar dövizlerin üzerinde tekrar başkaldırıyordu. Şu hak ve hakkaniyet dolu dizeler, meydanlarda birçok kadının duygularına tercüman oldu. Bergen’in tanrısı affedici olabilir; zaten birçok kesimin tanrıları affedicidir. Ancak onca haksızlık, kötülük, canilik, saldırı, toplu katliamlara kısacası tepeden tırnağa çukura saplanmış olanlara bakınca sürekli bir “af” dileği görüyoruz.
Affetmeyi, haksızlığa uğrayan ya da öldürülenlerden değil, tanrılarından istiyorlar. Kibrin diğer adı ve dışavurumu bu değil midir? Zulüm ettiklerinden af dilemiyorlar, yüzleşmekten kaçıyorlar. İşte böyle zamanlarda edebiyat imdadımıza yetişir. Roman kahramanları, şiirlerin özneleri, öykülerin karakterleri bize ayna tutar; anlamamızı sağlar, derinliklerde gezintilere çıkarır.
Edebiyat, insan ruhunun en derinlerine iner ve o labirentleri keşfetmek için bir harita sunar. Bu labirentlerin en dip ve karanlık köşelerinde hüküm süren zalimlikler, Yunan ya da Mezopotamya tanrılarının cezalandırma sistemini hatırlatır. İnsan, en karanlık taraflarını bir tür sürgün metaforuyla bastırsa da bu zalimliklerin hâlâ yaşıyor olması, onların geri dönebileceğinin kanıtıdır.
Edebiyat, bu karanlık tarafları anlamamıza yardımcı olur. Vicdanı susmuş, merhametten yoksun karakterler karşımıza çıkar ve bize insan doğasının karmaşıklığını gösterir. Edebiyat, zalimliği yalnızca yargılamak için değil, anlamak için de işler.
Şu konuda sanırım çoğumuz hemfikir olabiliriz: Zalimlik, insan doğasının kaçınılmaz bir parçasıdır. İçimizdeki hırs, arzu ve hazların ortaya çıkmasına yardımcı olur. Edebiyat bunu anlatmaya çalışır; yargılamaz, muhasebeye çağırır.
Dünya klasiklerine baktığımızda, zalim karakterlerin iç dünyasına dalarız. Hırslarının altında zavallıca inim inim inlediklerini duyarız. Örneğin Shakespeare’in Macbeth oyununda Macbeth ve Lady Macbeth, ihtirasın ve zalimliğin ete kemiğe bürünmüş hâlleridir. İskoçya tahtına çıkma hırsıyla, hem kendi ruhlarını hem de çevrelerini mahvederler. Bir elin kanla yıkanmasına sebep olan hırs, yalnızca İskoçya’nın tahtına değil, aynı zamanda karakterlerin ruhlarına da lanet okur. Lady Macbeth’in “Bu lanetli lekeler hâlâ elimde!” haykırışı, zalimliğin yalnızca kurbanları değil, failleri de yıprattığını fısıldar.
Zalim, bir süre sonra yarattığı zulüm atmosferinde inlemeye başlar, kurtulmaya çalışır. Ama nafile; yarattığı ve ortaklık ettiği artık onu da yemeye başlamıştır. Bu, bin yıl önce böyleydi, şimdi de böyle. Kurdan kuşu ve timsahın hikâyesi gibidir aslında birçok şey. Timsah, avından sonra ağzını açıp güneşe doğru keyif sürerken etraftaki kurdan kuşları, avını hazmetmeye başlayan ve ağzı açık bir şekilde duran timsahın dişlerinin arasındaki et parçalarını çıkarıp yerler. Her iki taraf da bundan memnundur. Lakin timsah, avlanmadığı gün aç kaldığında güneşe dönüp ağzını y ineaçar ve kurdan kuşlarının ağzına girmesini bekler. Sonrası malumunuz. Buna da mutualizm diyorlar: İki canlının karşılıklı birbirinden beslenmesi. Ama sonucu değiştirmiyor. Bir süreliğine yapılan ittifaklar misali. Bugün, birçok alanda zalimlik, haksızlık, sindirme ve iradeyi ele geçirme üzerine kurulan ittifakların, etrafta avlayacak muhalif bulamayınca birbirlerini yemeleri sürpriz olmayacaktır. İşin doğası bu. Tıpkı bastırdığımız zalimliklerimiz, haksız davranışlarımız, hoşgörüden uzak tavırlarımızla yüzleşmediğimizde çürümenin kapısını aralamamız gibi. Sonun başlangıcındır.
Edebiyat bize yardımcı olur; çürümenin kapısında dönmemizi sağlar, durmamız gerektiğini hatırlatır. Dostoyevski, bu tür karakterlerin yaratımında ve gösteriminde herhalde kimseyle kıyaslanamaz. Karamazov Kardeşler romanında İvan Karamazov’un dünyaya meydan okuyan sorgulamaları, babasına duyduğu nefretle birleşen duygu dünyası, zalimliğin felsefi bir boyut kazanmasını da sağlar. Bu da bize daha iyi analiz etme şansı verir; anlamı sağlam yerlere oturtmak için alan açar. Kurtuluşun yolunu Tanrı’dan uzaklaşmakta bulan İvan, insanın kendi kaderini çizen bir tirana dönüşmesini anlatır. Hırsın, arzunun ve hazzın sonuçlarını okuruz. Bu anlatı, zalimliğin fiziksel değil, metafizik bir acının taşıyıcısı olduğunu da hatırlatır.
Peki ya 1984’e ne demeli? Orwell’in 1984’ü. Dünya edebiyatında bunun gibi birçok örneğimiz var. George Orwell, romanında kolektif zalimlikleri ifşa ediyor ve aynı zamanda bireysel zalimliklerin çok ötesine geçerek sistematik, kolektif zulümlerin göstergelerle, sembollerle giriş-gelişme-sonuç ilişkisini gösteriyor. George Orwell’in 1984 adlı distopyasında Büyük Birader’in her şeyi gören gözü, totaliter rejimlerin zalim yüzünü sergiler. Burada zalimlik, bireylerin varoluşlarını, hakikat algılarını paramparça eden bir mekanizma hâline gelir. “Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cehalet güçtür.” mottosu, zalimliğin yalnızca bir bireyin değil, bir ideolojinin diliyle de konuşabileceğini gösterir. Bugün siyasal İslamcıların yıllardır iktidarda kalış politikalarını gözden geçirdiğimizde, karşımıza Büyük Birader’in distopyasına yakın bir atmosfer çıkar.
Şimdi biraz Afrika kıtasına doğru rotamızı çevirelim. Zalimliğin en sarsıcı biçimde anlatıldığı eserlerden biri de şüphesiz Chinua Achebe’nin Parçalanma (Things Fall Apart) romanıdır. Burada kolonyalizmin soğuk, merhametsiz, yalnızca bireylerin değil, bütün bir toplumun hayat damarlarını kesmek için uzanan eliyle yüzleşiriz. Achebe’nin zalimlik tasviri, Avrupa-merkezci yaklaşımların, sömürgeciliğin perdelediği karanlık, işkenceyle yürütülen bir sistemin gerçeklerini deşifre eder. Bir kültürün, dilin, kimliğin parçalanışı, zalimliğin en derin tezahürlerinden biridir. Achebe’nin ülkesi, halkının sömürgeciler tarafından uğradığı zulüm, bugün birçok işgalciye ilham kaynağı olmuştur.
Her zaman açıkça bir şiddet ya da baskı tezahür etmez. Nasıl ki bir yerlerimizde bir şey saklıyorsak ve açığa çıkmaması için terbiye ettiğimiz duygularımız varsa, Gustave Flaubert’in Madame Bovary’sinde de bunlar ortaya çıkar. Emma Bovary’nin hayatı ve hayal kırıklıkları, içinde yaşadığı burjuva toplumunun zalimce dayattığı değerlerin bir kadının üzerinde yarattığı sonuçları bize gösterir. Toplumun sessizce hükmettiği, baskı ve kontrol altına almak için sergilediği performansın bireylerin ruhlarını nasıl da tükettiğinin çıplaklığıdır Madame Bovary. Yoksa Madame Bovary, yazarın annesi miydi? Yoksa karaktere ilham mıydı? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ancak yazarın satır aralarında saklı olduğunu biliyoruz. Tıpkı derinlerde bir yerde sakladığımız kötülüklerimiz gibi. Gustave’nin bu eserini otobiyografik olarak ele almak gerek. Yaşadıklarımızdan düşüyor dizelerimize, öykülerimize, fırçamıza, oyunlarımıza. Madame Bovary’ler hayal kırıklıklarıyla yalnızlığa mahkûm edilir. Bunu, içinde yaşadığı toplum ve zümre sessizce gerçekleştirir. Zalimdir, tüketendir.
Yalnızca kurbanların acısını değil, faillerin iç dünyasını da tanırız. Buna en güzel örneklerden biri Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness) romanında Kurtz karakteridir. Sömürgecilik adı altında uyguladığı akıl almaz şiddetle zalimliğin sınırlarını zorlar. Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi? Ancak bu zalimlik, onun insanlıktan tamamen kopmuş hâlini ortaya koyar. Kurtz’un ölmeden önce söylediği “Dehşet! Dehşet!” sözleri, hem kendi zalimliğini hem de içinde bulunduğu dünyanın kokusunu bize ulaştırır.
Edebiyatın zalim karakterleri, yalnızca birer hikâye unsuru değil, insan ruhunun karanlık tarafını anlamamıza yardım eden bir araçtır. Zalimlik, tıpkı bir gölge gibi, her insanın içinde saklıdır. Onu görmek, anlamak ve onunla yüzleşmek, belki de edebiyatın en büyük armağanlarından biridir. Çünkü her zalimin ardında bir hikâye, her hikâyenin ardında ise insanın kendisi yatar.