Eğitim İzleme Raporu ışığında, Aydınlanma’nın izinde
Bir karar verilmesi gerekiyor. Nitelikli eğitime adil erişimi, kapsayıcı eğitim ortamlarını ve öğrenme yoksulluğunun önüne geçerek temel becerilerin geliştirilmesini hedefleyen bir sistem mi, yoksa eğitimin bile politik bir araç olarak kurgulandığı, kimbilir kaç neslin eleştirel, akılcı, mantıklı ve bilimsel düşünce tarzından uzaklaştırılarak biat kültürüne alıştırıldığı bir eğitim sistemi mi?
2000’li yıllarda, Avrupa Komisyonu’nun aday ülke Türkiye için hazırladığı ilerleme raporlarının çıkmasını dört gözle beklerdim. Zaman içerisinde Türkiye’nin AB’den, AB’nin de Türkiye’den kopuşu sonucunda bu raporlar da eski cazibesini kaybetti.
Ama 2007’den beri her yıl yolunu gözlediğim diğer raporun önemi ve anlamı hiç değişmedi: Eğitim Reformu Girişimi (ERG) tarafından hazırlanan Eğitim İzleme Raporu…
Çünkü şu anda “toplumsal çürüme” ve yozlaşma adı altında konuştuğumuz, isyan ettiğimiz, eleştirdiğimiz tüm sorunların özünde nitelikli eğitime erişim ve nitelikli eğitimin sunulması konusunda yaşanan sistemsel kriz var.
Bu krizin de çözümü, düzenli izleme, veri odaklı raporlama ve akılcı çözümler üretmekten- ve elbette bu eleştirilerin ve çözümlerin de bir paydaşı olarak karar alıcılar tarafından dikkate alınmasından- geçiyor.
Çoklu krizlerin eğitim sistemi üzerinde sürekli etkiler doğurduğu bir çağdayız. ERG’nin raporun önsözünde kaydettiği gibi, eğitim çağında olmasına karşın eğitim dışında kalan çocuk sayısının son üç yılın, gelir eşitsizliğinin ise son 18 yılın en yüksek seviyesine çıktığı; her 100 çocuktan 42’sinin yoksul olduğu Türkiye’de, ekonomik krizin eğitim üzerindeki etkisi giderek artıyor.
İdeal dünyada, konunun uzmanları tarafından nesnel ve bilimsel bir bakış açısıyla hazırlanmış raporlar, yetkililerin somut verilere dayanarak karar almalarında itici güç olur; bütçe görüşmeleri öncesinde kaynakların en verimli ve etkin şekilde kullanımına dair güvenilir bir referans olur; farklı bölgeler ve/veya sosyoekonomik farklılıkların eğitimde başarı üzerine etkilerinin görülmesini sağlar ve nitelikli eğitime erişimde fırsat eşitliğini sağlama gerekliliğini anımsatmış olur.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın 2025 yılı bütçesinin TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülerek Aralık ayı başında TBMM Genel Kurulu’na sunulması öncesinde, sivil toplumun ve OECD gibi uluslararası kuruluşların sistematik şekilde hazırladığı eğitim izleme raporları, toplumda eğitimle başlayıp eğitimle sonlanan bu döngüsel süreçte sürekli iyileştirmeler yapılarak toplumun iyi olma halinin artırılmasında kilit önemde.
Bu yıl Eğitim İzleme Raporu’ndaki temel göstergeler, eğitim hakkının güvence altına alınmasıyla ilintili olarak üç noktaya odaklanıyor:
- Tüm çocuklar örgün eğitim kurumlarına kayıtlı olmalı ve nitelikli eğitime adil erişim sağlanmalı.
- Tüm çocukların ihtiyaçlarına yanıt veren nitelikli ve kapsayıcı eğitim ortamları kurulmalı.
- Tüm çocukların temel becerilere sahip olması sağlanmalı ve öğrenme yoksulluğunun önüne geçilmeli.
Aslında kritik bir yol ayrımındayız ve sivil toplum, var gücüyle gidilen yolun yol olmadığını haykırıyor. Raporda da sözü geçen sadece bir örneği vereyim: Millî Eğitim Bakanlığı 2019-2023 Stratejik Planı’nda eğitim sisteminin hedefi “hayata hazır, sağlıklı ve mutlu bireyler” yetiştirmek iken, 2024-2028 Stratejik Planı’nda ne olduysa vizyon da temel değerler de ışık hızıyla değişiyor ve yeni planda amaç, “Türkiye Yüzyılı’nı inşa edecek nesiller” olarak değiştiriliyor.
Ama bu neslin yüzde kaçının eğitim dışında kaldığına, yüzde kaçının okula aç ve susuz gittiğine, yüzde kaçının her ay kaç kez öğün atlamak zorunda kaldığına, kaynaklar doğru önceliklendirildiğinde kaç milyon çocuğa ücretsiz bir öğün yemek verilebileceğine değinen yok.
Diğer yandan veriler gayet net bir şekilde dile gelmiş, konuşuyor:
2023-24 eğitim-öğretim yılında, zorunlu eğitim çağında olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çocukların (6-17 yaş) yaklaşık 612 bin 814’ü eğitim dışında kaldı ve yaş gruplarına göre bakıldığında yüzde 74’lük kısmı da 14-17 yaş aralığındaydı.
Geçici koruma altındaki Suriyeli ve yabancı çocuklar da eklendiğinde eğitim dışında kalan çocuk sayısı 855 bin 174’ü buluyor.
Bölgesel açıdan 15-17 yaş aralığına bakıldığında, bu sorun Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da yoğunlaşıyor. Muş, Ağrı, Gümüşhane ise bu açıdan “başı çekiyor”. Neticede, ülkemizde eğitim dışındaki öğrenci sayısı bir önceki yıla göre yüzde 38,4 oranında arttı. Bu veri, okuduğum ilk andan itibaren kalbimin orta yerine saplandı, çıkartamıyorum.
Rakamlar tek başına soğuktur, ama içini doldurduğunuzda sizin de vicdanınıza çöker ağırlığı… Eğitim dışında kalan çocukların çoğunun ya çocuk işçi, ya erken yaşta zorla evlendirilme riski altındaki çocuklar olduğunu tahmin etmek güç değil. Bunu da özellikle Muş, Siirt, Bitlis ve Ağrı’da 17 yaşındaki her üç kız çocuktan birinin eğitim dışında kalması doğruluyor.
Dahası, 2024-25 eğitim-öğretim yılı itibarıyla uygulamaya konan yeni taşımalı eğitim yönetmeliği ile taşımalı eğitimden yararlanan öğrenci sayısı da önemli oranlarda azalıyor. Öğrenciler, dağ köylerinden şehirdeki okullarına ulaşmak için otostop çekmek, istismar vakalarıyla yüzleşmek veya tamamen okul hayalinden vazgeçmek zorunda kalıyor.
Eğitim politikaları güncellenirken ve 2025 yılı bütçe görüşmelerinde kaynak aktarımları ele alınırken eğitim dışında kalan bu yaş grubuna odaklanılması şart.
Ayrıca yeni eğitim-öğretim döneminde bütçeden kaynak tahsis edilmesi gereken bir diğer alan, erken çocukluk eğitimi… Eğitimde fırsat eşitliğinden akademik kazanımlara, çocuğun iyi olma halinden kadın istihdamına dek birçok alanı doğrudan etkileyen bu konu, Türkiye’de tüm çağrılara rağmen zorunlu ve ücretsiz değil. Dahası, devlete ait okul öncesi eğitim kurumlarının Ekim 2023’ten beri velilerden katkı payı almasına izin verilince okul öncesi eğitimdeki öğrenci sayısı 2023-24 eğitim öğretim yılında bir önceki yıla göre düştü.
İstanbul'da 4 kişilik bir ailenin ortalama yaşam maliyetinin bir yılda 45 bin 956 liradan 73 bin 739 liraya yükseldiği -ve asgari ücretin 4 katını aştığı- düşünüldüğünde, erken çocukluk eğitiminin “lükse” dönüşmesi bir sır değil. Devletin de bu alanda sosyal politika müdahalelerinde bulunması imkânsız değil.
Peki okula kayıtlı olmak, nitelikli eğitime erişim anlamına geliyor mu? Ne yazık ki hayır. Okullulaşma haricinde ERG’nin önemsediği başka dinamikler de var: Devamsızlık, sınıf tekrarı, okul terki, eğitime karşı isteksizlik göstergeleri…
Ayrıca, tüm çocuklara temel becerilere sahip olabilecekleri bir eğitim verilmesi de, nitelikli eğitimin temel dinamiklerinden... Her beş meslek lisesi ve teknik lise öğrencisinden birinin yükseköğretim kurumuna yerleşebildiği düşünüldüğünde, bu alanda da ciddi bir fay hattı açılmış durumda.
OECD’nin çarşamba günü yayımladığı “Hayat Nasıl?” araştırması da bu tabloyu teyit ediyor: Türkiye, yeterli parası olmadığı için haftada en az bir gün yemek yiyemediğini bildiren 15 yaşındaki öğrencilerin oranında lider iken, her 5 gençten biri haftada 1 gün aç kaldığını belirtiyor. OECD verilerine göre, Türkiye aynı zamanda "istihdam, mesleki eğitim veya öğretimde olmayan gençler"in (NEET) oranının en yüksek olduğu ülke.
Türkiye’de eğitim sosyoekonomik statüye göre ayrışmış durumda. Benzer alım güçlerine sahip ailelerin çocukları benzer okullara gidiyor; benzer kısıtlarla veya benzer kolaylıklarla eğitimlerine devam ediyor. Okullar arasındaki imkân farkları da eğitimin niteliğini ve eğitim çıktılarını doğrudan etkiliyor.
ERG’nin raporunda veli aktarımlarıyla “sahadan” desteklediği veriler, devlet okullarına giden çocukların kimisinin depreme dayanıklı olmayan okulları yıkıldığı için dört yıldır farklı bir okul binasında, sürekli öğretmen değiştirerek, hatta bazı öğretmenlerin branşının sınıf öğretmenliği olmadığı bir ortamda eğitim alarak, kütüphane ve laboratuvar gibi temel imkanların olmadığı eğitim ortamlarına giderek eğitim-öğretim yılını geçirdiklerini ortaya koyuyor. Tüm bunlar da okula kayıtlı olmanın, nitelikli eğitimi doğrudan sağlamadığının en net göstergesi.
Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) 2022’de, öğrenci-öğretmen oranıyla izlenebilen sınıf büyüklüğünün, matematik performansıyla ilişkili olduğu ortaya konmuşken, ERG’nin neden ısrarla “nitelikli ve kapsayıcı eğitim ortamları kurulması” koşulunu anımsattığını daha net görebiliriz.
Devlet okulları arasında “iyi” olarak nitelendirilenlerin de velilerden on binlerce lira bağış aldığı yönündeki deneyimler, dahası bu okullarda etüt ve farklı alanlarda kurslar olduğu gerçeği çocuklar arasındaki uçurumu daha da derinleştiriyor.
Çocukların içine doğduğu olumsuz şartlar, sosyal devletin yeterince çalışmadığı bir ortamda, onların eğitimlerini, bugünlerini ve geleceklerini en acımasız şekilde şekillendiriyor. Kimisini geride bırakarak, kimisini parayla iyi yerlere getirerek… Ama özünde hep kırarak, dökerek, yaralayarak, örseleyerek…
Burada net bir karar verilmesi gerekiyor. Nitelikli eğitime adil erişimi, kapsayıcı eğitim ortamlarını ve öğrenme yoksulluğunun önüne geçerek temel becerilerin geliştirilmesini hedefleyen bir sistem mi, yoksa eğitimin bile politik bir araç olarak kurgulandığı, pragmatik hedefler uğruna kimbilir kaç neslin eleştirel, akılcı, mantıklı ve bilimsel düşünce tarzından uzaklaştırılarak biat kültürüne alıştırıldığı, ardından “Yaratılış Manifestosu” gibi çürütülmüş argümanların sıralandığı metinlerin üniversitelerin sözde bilim kongrelerinde saatlerce konuşulduğu bir eğitim sistemi mi?
Ve bu kararı verirken şunu da göz önünde bulundurmak şart: Kişinin cinsiyet, etnik köken, sosyal sınıf farkı gözetmeksizin, nitelikli ve erişilebilir bir eğitim alması, temel bir insan hakkıdır. Devlet, çocukların bu hakka erişimini güvence altına almakla yükümlüdür.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul ediyorsak, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne tarafsak, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni onaylamışsak, tüm çocuklara amasız fakatsız nitelikli eğitim verilmesini ve bunun evrensel bir insan hakkı olduğunu da kabul ediyoruz demektir.
Kalkınmayı sadece kaç tane dron üretip ihraç ettiğimizle veya kaç tane nükleer santral sözleşmesi imzaladığımızla ölçmüyorsak, 2015 yılında kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları arasında 4. hedef olan “Nitelikli Eğitim”in, eğitimde fırsat eşitliğinden okulların kapsayıcılığına, okullulaşma verilerinden öğretmen niteliğine dek birçok göstergede ülkelerin yatırım yapmasını gerektirdiğinin ayrımındaysak, kalkınmanın nitelikli eğitimle birebir bağlantılı olduğunu da görüyoruz demektir.
Biraz da başımızı kaldırıp pencereden dışarı bakalım. Türkiye’de tüm bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), gelişmiş ülkelere yönelik “Mutlu Okullar” modeli öneriyor. Bu modelde eğitimin siyasallaştırılması yok, bu modelde eğitimde fırsat eşitsizliğine karşı kayıtsız kalmak da yok. Bu modelde çocukların okulda açlıkla sınanmasına göz yummak hiç yok.
UNESCO’nun beş duyu üzerinden anlattığı “Mutlu Okullar” modeli oldukça net: “Bir öğretmenin gülümsediğini görmek. Öğrencilerin güldüğünü duymak. Bir arkadaşının sana sarılmasını hissetmek. Temiz havayı koklamak. Besleyici okul yemeğini tatmak. Bu beş duyu, okulda mutluluğu teşvik edebilir ve öğrencilerin öğrenme deneyimlerini, çıktılarını ve refahını iyileştirebilir.”
Bu modeli uygulayan ülkelerde öğrenciler de öğretmenler de gülümsüyor; okula koşa koşa gidiyor; doğayla bütünleşik, karnı tok, öğrenme deneyimlerine açık, çağdaş dünyayla bütünleşik pedagojik yöntemlerle bugününü ve geleceğini bilişsel, sosyal ve akademik açıdan zenginleştiriyorlar. Okul ortamında öğrenme ve mutluluğun birbirini desteklediğini görüyorlar. Öğrenmeyi akademik kazanımların yanı sıra, sosyal aktiviteler, spor ve sanatla büyütüyorlar. Çocuğa okulda sağlıklı ve ücretsiz beslenme imkânı verildikçe ondan akademik anlamda başarı beklenebileceğinin ayrımına varıyorlar.
Bunun üzerine bir de zifiri karanlıkta okula gitmek üzere servis bekleyen -üçte birinin de karnı guruldayan- çocukların ve yoksulluk sınırında yaşayan, çoğu da tükenmişlik içindeki öğretmenlerin yüz ifadelerini inceleyin… Farkı göreceksiniz.
Kant’ın 1784 yılında yayımlanan “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesinde “Sapere aude! Habe Mut, dich deines eigenen Verstandes zu bedienen!” ifadesini, “Aklını kullanma cesaretini göster! Kendi anlayışını kullanmaya cesaret et!” şeklinde çevirmek olanaklı.
Bu ifade, hem Kant’ın aydınlanma felsefesinin temelini oluşturuyor, hem de eğitimde verilmesi gereken temel beceriyi çağlar ötesinden anımsatıyor: aklını ve sağduyunu kullanmak, kimseye biat etmeden özgür, bağımsız ve eleştirel düşünebilmek…
Keşke Eğitim Strateji Planı’nın hedefi “Türkiye Yüzyılı’nı inşa edecek nesiller” yetiştirmek yerine, Aydınlanma felsefesini içselleştiren nesiller yetiştirmek olsaydı… Hayal bu ya…
Raporun tümüne erişmek isteyen okurlar için: Kesbiç, K., Korlu, Ö., Gencer, E. G., Terzi, G. N. ve Arık, B. M. (2024). Eğitim izleme raporu 2024. Eğitim Reformu Girişimi.
www.egitimreformugirisimi.org/egitim-izleme-raporu-2024