YAZARLAR

'Ekmek ver, ama bize gül de ver!'

Neredeyse tüm filmlerinde çalışanların, ötekileştirilen ve toplum dışına itilen insanların, işsizlerin hayatını ele alan, Yavuz Özkan gibi ‘insana dair hep manifestosu olan’, ‘Ekmek ve Güller’ filmini de çeken Ken Loach  “Filmden ne alacağınız size kalmıştır.” diyecektir.

Bir zamanlar sinema salonlarında Şarlo kahramanlı (Charlie Chaplin) kahkaha rüzgârı vardı. Chaplin filmleri TV ekranları yardımıyla yeniden döndü. Ancak birkaç hafta önce izlediğim Sahne Işıkları (1952) tabii ki güldürü sınıfına girmezdi. Geçen zaman içinde ününü yitirmiş, biraz da Chaplin’in kendisi olan bir komedyenin intihardan kurtardığı, belden aşağısı felçli genç balerinle yaşadığı hüzünlü hikayesidir. Ve siyasi cadı avcıları McCarthycilerin baskısından bıkan Chaplin Sahne Işıkları’nı çektikten hemen sonra eşi ve çocukları ile İngiltere’ye gidecek ve dönmeyecektir. Ta ki 1972’de onuruna, ama utançla verilen Oscar ödülünü alıp yaşadığı ülke İsviçre'ye tekrar dönünceye dek. 

Sinema üzerine de yazan Élie Faure  “Şarlo, Shakespeare ile aynı lirizme sahip: çılgın, ama bilinçli... Sınırsız bir fanteziye ve kendi gereksizliğinin farkında olarak gülümseyen, yani muzaffer bir bilince sahip.” diyordu ve Modern Zamanlar (1936) gerçekten çılgın, ama bilinçli tanımını hak eden filmlerinden biri olarak izleyici karşısına çıkmıştı.

1929 yılında patlayan Büyük Ekonomik Buhran Amerikan işçi sınıfına, işsizlik, evsizlik ve makineleşmenin de etkisi ile o günlere dek gördüğü en kötü koşulları yaşatmıştı. Emekçi kitleler bu yeni duruma sessizce boyun eğmedi, ancak sıçramalı bir şekilde büyüyen sendikalaşma, grev ve işgal dalgalarını kırmak için polisle birlikte/karşı saldırıların yükseldiği de bir gerçekti.

Oyun yazarlığımızda yeri doldurulamayan Mehmet Baydur, “Şarlo/serseri kişiliği insanlığın tümünü temsil eder. İçimizde iyi, dürüst, insancıl olan ne varsa, bunların tümünün temsilcisidir bu küçük serseri.demişti.  İşte Modern Zamanlar Charlie Chaplin'in 1914 yılında yarattığı o küçük serseri (Şarlo) tiplemesine dayanan son filmi olacaktır. Otomasyon nedeniyle -bantta saniyelerle yarışarak vida sıkmaktadır- işini beceremeyen bu fabrika işçisi, öğle tatillerinde bile ara verilmesini ortadan kaldıracak ‘otomatik yemek yedirme makinası’ için kobay yapılacaktır.  Böylece Chaplin işgücünü makinelere/otomasyona/yabancılaşmaya teslim edecek kapitalist dünyada yerleri olamayacağını alaycı biçimde gösterecek,  beş milyona yakın Amerikalı işsiz insanın sözcüsü olacaktır.

Chaplin, çalışanı bir makineye dönüştüren emek sömürüsü bu deneyin onun küçük serserisinin sinir krizi geçirmesine, tımarhaneye girmesine yol açtığını, iyileştikten sonra polislerle tartışıp tutuklandığını ve ekmek çalmaktan tutuklanan yersiz-yurtsuz genç bir kadınla polis kamyonetinde tanıştığını anlatır.

O andan itibaren de filmin ana teması bu iki serserinin çağdaş̧ dünyaya uyum sağlamasıyla ilgiliydi. Grevlere, ayaklanmalara ve işsizliğe birlikte göğüs germeye başlamışlardı.” 

Modern Zamanlar'da Şarlo'nun otomatik yemek yedirme makinesinde

EMEK VE DAYANIŞMA GÜNÜ…

Chaplin’in emekçilerin (ve işsizlerin) dünyasına girdiği bu filminden ağırlıklı söz etmemin nedeni sanırım anlaşılmıştır. Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı, Barış, Demokrasi, Emek ve Dayanışma Günü…

Tabii ki emekle ilgili başka filmler de hayatımıza girmişti, örneğin ABD’deki Büyük Buhran yıllarında yoksullaşan Oklahomalı bir ailenin binlerce insanın umut kapılarını araladığı California’da iş-ekmek ve gelecek hayalleri içerisinde geçecek zorlu yaşantılarını anlatan Gazap Üzümleri (1940).

1870'li yıllarda Fransa'nın Kuzey bölgesinde yaşanan Montsou Kömür Ocakları grevi Émile Zola’nın Germinal romanına konu olmuştu, romandan uyarlanan film 1993 yılında çekilmişti. Solanas ve Octavio Getino ikilisinin 1968’de çektikleri Arjantin’deki yeni sömürgecilik dönemine odaklanan, işten çıkarmalara ve ağır şartlarda çalışmak zorunda kalan işçilere kameralarını yönelttikleri, siyasal Üçüncü Sinema’nın belgesel manifestosu Kızgın Fırınların Saati şöyle başlıyordu:

Bize öğrettikleri tarih düzmece, inandırdıkları zenginlik yalan, yaydıkları ekonomik düşünceler sahte, kitaplarda ilan ettikleri özgürlük gerçek dışı, bu yüzden ilk hareket/sözümüz özgürlük!

Küçük bir kasabada yaşayan fabrika işçisi Crystal Lee Sutton'ın gerçek yaşam öyküsüne dayanan ve otuzlu yaşların başında, iki çocuk annesi Norma’nın işçi arkadaşlarının hakları için mücadelesini anlatan Norma Rae (1979)“Çalışan sınıfın gücü örgütlenmesindedir. Örgütsüz kitlelerde proletarya hiçbir şeydir. Örgütlenmek her şeydir.” diyen Sovyet sinemacı Ayzenştayn’ın, haksızlığa uğrayan arkadaşları nedeniyle bir fabrikada işçilerin örgütlenip başlattıkları eylemin ‘çarpıcı kurgusu’ ile tanınan filmi Grev (1925)… Başlangıçta patron yanlısı, ama bir gün eli sakatlanınca gerçeklerle yüzleşen ve politik olarak bilinçlenen, grev liderliğini üstlenen Lulu Massa’nın mücadelesi üzerine İşçi Sınıfı Cennete Gider (1971)

1972’de Cannes’da Altın Palmiye alan Elio Petri imzalı İşçi Sınıfı Cennete Gider (La Classe Operaia va in Paradiso, 1971)

Neredeyse işçilerin geçmişten bugüne emek ve dayanışma için mücadelelerinin bir ön tarihi olabilecek bu liste başka filmlerle bir albüme dönüşebilir. Bizim sinemamızdan da birkaçı var ki, söz edilmeye değer. 

Tıpkı Nâzım Hikmet gibi gerçek adını (Abdülkadir Pirhasan ) sansür nedeniyle kullanamayacak Vedat Türkali’nin yazdığı senaryodan çekilen, sinemamızın ilk grev ve işçi-işveren ilişkilerini konu edinen filmi Karanlıkta Uyananlar (1965)

Karanlıkta Uyananlar filminden on üç yıl sonra yapılan bir filmin son sahnesi "işçiler birleşin!” sloganıyla bitiyordu… Filmin adı Maden (1978).

Yavuz Özkan’ın yazıp yönettiği filmin konusu, bir maden ocağında kötü koşullara karşın çalışan, bir devrimci işçinin çabası ve yaşanan göçük sonrası işçilerin dayanışması, gerçekleşen grev üzerinedir.

Bir yıl sonra çektiği Demiryol filminin konusu yine grev yapan demiryolu işçilerinin mücadelesini, yıldırma amaçlı bir cinayeti, malum provakasyonları içerir. Altın Portakal Film Festivali’ne başvuran filmin bazı sahneleri kesilmek istenir. Bu davranışa jüri üyeleri de karşı çıkar, tüm yapımcılar filmlerini şenlikten çekme kararı alır… Tek yapılan kısa film yarışmasıdır. En iyi film ödülünü, Safranboluda Zaman’ı çeken, filminin etkisiyle sonraki yıllarda UNESCO Dünya Miras Listesi'ne Safranbolu’nun alınmasını sağlayan Süha Arın’ın yönettiği “Tahtacı Fatma” filmi kazanır.

Maden, Türk sinemasının 1970'lerde yaşadığı toplumsal gerçekçilik değişiminin en iyi örneklerinden.

Maden ve Demiryol filmleri izleyicinin karşısına istendiği gibi çıkamadan, 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşir. İlerleyen günlerde Maden ve Demiryol filmleri nedeniyle tutuklanacağı kesin olan Yavuz Özkan dönüp dönmeyeceğini düşünmeksizin yurtdışına çıkacaktır… Belki içinden, ülkesi Amerika’yı apar topar terk etmek zorunda kalan Charlie Chaplin’in şu sözleri geçmiştir:

Yurtseverlik sınır tanımaz!” 

Yavuz Özkan yedi yıl sonra döndü, Ateş Üstünde Yürümek (1991), Yengeç Sepeti (1994), Bir Kadının Anatomisi (1995), Hayal Kurma Oyunları (1999), İlkbahar-Sonbahar (2011) gibi filmleri yanı sıra, güzel ve anlamlı bir iş daha yaptı, Z -1 Film Atölyesi'ni kurarak, sinemacılar, akademisyenler, felsefeciler, edebiyatçılar ve iletişimcilerden oluşan geniş bir kadroyla ölümüne dek parasız sinema eğitimi verdi.

Onunla kapsamlı bir söyleşi yapan Ertekin Akpınar “Türkiye’ye döndüğünüzde sizi etkileyen en önemli duygunun sevgisizlik olduğunu söylüyorsunuz…” diye sorduğunda “...12 Eylülden sonra çok ağır müdahalelerle sınıf mücadelesinin önü kesildi…insanlar dar alanlara, kapalı mekanlara hapsoldular. Dikkat edilirse ben bu filmlerimde kahramanlarıma, dışarıda olağanüstü güzel bir hayat akıp giderken o hayata sırtını döndürürüm. Bunun anlamı da şudur: Ya o güzelliği fark etmiyor, ya etkilenmiyor, ya da onun oradaki varlığı için, dışardaki olağanüstü güzelliğin bir önemi yoktur. Hayata müdahale etme bilinci gelişmiş bir kahramanım varsa, ona dışarıdaki güzelliğe hiç sırtını çevirtmem.” yanıtını verecektir.

1 Mayıs, milyonlarca hayata müdahale etme bilinci gelişmiş emekçinin dışarıdaki güzelliği paylaşma isteği ve günü… Yavuz Özkan 2019 Mayısında bize ‘elveda!’ derken meğer ‘insana dair hiçbir manifestosu olmayan, insanlık değerleriyle barışık gözükmeyen bir dünya düzeninden söz ediyorsak, peki buna nasıl müdahale edebiliriz? sorusunu hep önünde tutarak aramızdan ayrılmış.

Ken Loach filmografisinde emekten-işçiden yana bir filmi daha, Ekmek ve Güller (Bread and Roses, 2000).

Neredeyse tüm filmlerinde çalışanların, ötekileştirilen ve toplum dışına itilen insanların, işsizlerin hayatını ele alan, Yavuz Özkan gibi ‘insana dair hep manifestosu olan’  Ken Loach  Filmden ne alacağınız size kalmıştır.” diyecektir. Her filminden eşitlik ve özgürlükle ilişkili çok şey aldığımız Ken Loach’un, sinema ile ilk buluştuğu yıllarında (1966), evsizlik hakkında BBC için çektiği bir dizi vardı, Cathy Come Home İşsizliğin evsiz kalmasına yol açmasından sonra çocukları elinden alınan genç bir kadının isyan ettirici hikayesi. Dizinin etkisi ve uyarısıyla ‘evsizlere yardım’ hükümetlerin politik planlarına girdi, oluşan ‘Crisis’ gibi yardım kuruluşları çözümler aramaya başladı… Kaldı ki Ken Loach Riff-Raff (1991) filminde de, İskoç asıllı, hapisten yeni çıkarak Londra’ya gelen, bir inşaatta çalışmaya başlayan evsiz-yurtsuz Stevie’nin yaşanmış hikayesini anlatır.  Riff-Raff gösterime girmeden hayatını kaybeden Bill Jesse adlı inşaat işçisinin anılarından senaryolaştırılmıştır.

Ken Loach  imzalı, yakın zamanda bir TV kanalında izlediğim Ekmek ve Güller ise Los Angeles'ta Meksikalı göçmen, kaçak, bu nedenle sendikasız ve güvencesiz çalışan işçilerin hak mücadelesini anlatıyordu…  Film adını 1912 yılında, ABD’nin Lawrence kentinde ağır koşullar altında çalıştırılan binlerce göçmen kadın tekstil işçinin kentteki tüm fabrikalara dek yayılan grevine verilen Ekmek ve Güller’den alıyordu...

5) 1911 yılından günümüze yineleniyor, bu kez Ekmek ve Güller filminde- Ekmek istiyoruz ama gül de istiyoruz!

Ekmek ve Güller’in esin kaynağı ise James Oppenheim'ın Aralık 1911’de yayınlanan bir şiirinin -kadınlarca seslendirilen- dizesiydi:

 Bedenler gibi kalpler de açlıktan ölür; bize ekmek ver, ama bize gül de ver!


Oğuz Makal Kimdir?

Sinema alanında ilk doktora yapan öğretim üyesi. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu. Yemek ile sinema arasındaki ilişki yeni ilgi odağı, bu alanın filmlerini ve toplumsal-kültürel tanıklıklarını kitaplaştırmak için araştırmaya devam ediyor. Sinema Tarihi, Film Kuramı, Türk Sineması, Sinema ve Diğer Sanatlar, Sinema ve Tarihi İlişkisi gibi dersler veren, tezler yöneten Makal, Uluslararası İzmir Film Festivalini kurdu, 2001 yılına dek on bir yıl yönetti… Kısa, uzun, belgesel filmler yaptı, son yıllardaki birkaç belgeseli: El Cezeri, Eğitmenler, İstanbul’da Bir Gizli Bahçe-Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Uzak ve Yakın, Suriye Mutfağı İstanbul’da, Merdiveni Arayan Adam. Bazı kitapları ise: Sinemada Yedinci Adam, 1895-1950/İzmir Sinemaları Tarihi, Fransız Sineması, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Sinemada Tarihin Görüntüsü, Yönetmenleri ve Filmleriyle Gülmenin Sineması.