Ekonomi ve devlet baskısı kıskacında sivil toplum kuruluşları
Sivil toplum örgütleri bir taraftan faydalanıcıları için hak mücadelesi yürütürken diğer taraftan ekonomik zorluk ve politik baskılara karşı kendi mücadelelerini yürütüyor. Temel hak taleplerini dile getirmek, sorunlara yönelik politika seçenekleri önermek, değişen toplumsal koşulları ve yeni dinamikleri kurumlarla müzakere etmek giderek zorlaşıyor.
Geçtiğimiz hafta kadına yönelik şiddet alanında mücadele veren Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nu ve İstanbul Tarlabaşı’nda dezavantajlı gruplara yönelik çalışmalar yürüten Tarlabaşı Toplum Merkezi’ni kapatma davaları Türkiye’de sivil toplumun durumunu gündeme taşıdı. Sivil toplum kuruluşlarının bu tür baskılara maruz kalması, alternatif taleplerin, çoğulculuğun ve genel olarak demokrasinin tehdit altında olduğunu gösteren somut durumlardır. Bu durumları münferit örnekler olarak değerlendirmek demokrasiyi ve sivil hakları tehdit eden yapısal dinamikleri görmezden gelmek olur. Bu nedenle sivil toplumun içinde bulunduğu koşulları anlamak için politik ve ekonomik çerçeveyi doğru analiz etmek gerekir.
Devlet ve sivil toplum ilişkisi siyaset biliminin her zaman ilgi çeken temel tartışma konularından biri oldu. Demokratik koşullar, kamusal alanın yapısı ve bu yapının çıkar temsiline, müzakereye ve bir arada yaşamaya yönelik sunduğu imkanlar devletin sivil topluma yaklaşımının, alan açıp açmadığının göstergesidir. Diğer taraftan toplumsal hareketlerin yapısı, korporatist, örgütlü modellere karşılık daha az yapısal, esnek ve zaman zaman ani patlamalarla kendini gösteren oluşumlar, sivil toplumun maddi kaynakları ve tabanla ya da seçkinlerle kurduğu bağ da toplumun nasıl ve ne derece mobilize olduğunu gösterir. Bugün geldiğimiz noktada devlet ve sivil toplum ilişkisinde belirleyici olan iki temel unsurdan biri neoliberalizm, diğeri ise siyasi arenada artan otoriterleşmedir. Giderek daha fazla metalaşan ve piyasa dinamiklerine maruz kalan, bunun yanında bir de devletin müzakere etmek yerine baskıyla susturmayı seçtiği sivil toplum için artık sivil halkın çıkarlarını temsil eden, taleplerini dile getiren, tabandan yukarıya bir toplumsal hareketliliğin sonucu olan bir işleyişten söz etmek giderek güçleşiyor.
NEOLİBERAL DEVLET: POLİTİKA YAPIMINDAN PROJE YAPIMINA
1970lerden itibaren politik ve ekonomik dönüşümün öncüsü olan neoliberal prensipler piyasada deregülasyon, özelleştirme ve refah politikalarında gerileme biçiminde kendini gösterdi. Devletler küresel piyasanın, uluslararası örgütlerin, bölgesel bütünleşmenin üyesi oldukça, uluslararası antlaşmaları imzaladıkça kendi egemenliklerini de farklı bileşenlerle paylaşmış oldular. Halk egemenliği yerini küresel yönetişime bırakırken devletler politika yapımına dair, örneğin toplumsal sözleşmeyi ayakta tutma, kamu yararı gütme ve sosyal hakların vatandaşlık çerçevesinde karşılanması gibi sorumluluklarından da vazgeçtiler.
Neoliberal devletin hem kaynak hem de kapasite açısından farklı alanlarda politika yapma yetisini kaybetmesi, ortaya çıkan boşluğun başka aktörler tarafından doldurulmasını da beraberinde getiriyor. Eğitimde, sağlıkta, sosyal politikada ve daha birçok alanda kendi kapasitesiyle politika yapma ve bunu hayata geçirme kapasitesinden yoksun kalan devlet, kamu sektörü-özel sektör ortaklıklarıyla piyasa aktörlerinden, proje bazlı çalışmalarla sivil toplum örgütlerinden destek alıyor. Neoliberal perspektife göre politikanın bu şekilde bireyselleşmesi, yapısal reformlar yerine toplumsal sorunlara özel projelerle nokta atışı çözümler üretilmesi merkezi hükümetlerin karar alma süreçlerinde ve uygulamada görülen hantallıkları ve kaynak israfını önlüyor. Oysa eleştirel bir açıdan bakıldığında bu projeler insan kaynağı, aktarılan fonlar, hedef kitle ve buna yönelik uygulamalar açısından sıklıkla etkinlikten yoksun, süreklilik arz etmeyen ve sınırlı sayıda faydalanıcıya ulaşan çalışmalar oluyor. Devletin sağlaması gereken temek haklar sivil toplum tarafından karşılandığında devreye özel donörler, uluslararası örgütler ve bunların öne sürdüğü koşullar devreye girmiş oluyor.
PROJE SEKTÖRÜNÜN DİNAMİKLERİ
Bugün gelinen noktada sivil toplum, projeler etrafında örgütlenen bir ekonomik sektöre dönüşmüş durumda. Uluslararası örgütler belli tematik alanlarda ve belli gruplara yönelik fonları çağrılar aracılığıyla sivil toplum örgütlerinin kullanımına açıyor. Uygun örgütsel altyapıya, deneyim ve uzmanlığa sahip gruplar da bu fonları kullanarak sıklıkla yerelde küçük ölçekli araştırma, eğitim, güçlendirme, örgütleme faaliyetleri yürütüyor. Ancak fonların kullanımı da belli bir hiyerarşiye göre dağılıyor; buradaki en büyük dengesizlik fonların operasyonel hale gelmesini sağlayan uzmanların payının, fonun konusu olan alandaki faydalanıcılardan daha fazla olması. Dolayısıyla, tarımsal kalkınma, kadınların güçlendirilmesi, mültecilerin eğitimi hedeflenirken gerçekte olan sivil toplumun kendi kendini ayakta tutması oluyor. Fonların projeye dönüşme süreci belli bir teknik beceri ve altyapı bilgisi gerektiriyor. Bu işleri yapanlar sıklıkla projeci ya da sivil toplumcu olarak nitelense de bu tür işlerde çalışanların bir meslek tanımı yok, istihdam koşulları da neoliberal prensiplere uygun bir biçimde esnek, düzensiz ve zaman zaman güvencesiz. İstihdama yönelik deneyim kazanmak isteyen birçok üniversite öğrencisi, öğrencilik yıllarından başlayarak gönüllü ya da stajyer olarak bu alanda istihdam ediliyor. Her ne kadar beşerî sermayeye yönelik, gelecek için bir yatırım gibi görünse de aslında bu da güvencesiz bir istihdamın başlangıç noktası oluyor. Bu haliyle sivil toplum hem bir istihdam alanı hem bir hizmet üreticisi hem de bir piyasa olarak neoliberal prensiplerin nüfuz ettiği bir toplumsal alan haline geliyor.
OTORİTER DEVLET VE SİVİL TOPLUM
Buraya kadar anlatılan neoliberal dönüşümlerin ötesinde devletin dönüşümü de sivil toplum açısından başka bir sorun yarattı. Neoliberal düzende devlet ekonomik alanda varlık nedenini kaybederken, politik alanda güvenlik kaygılarını, toplumsal çatışmayı vurgulayarak ve güç tekelini kullanarak yeni bir varlık nedeni yarattı. Bu denklemde sivil toplum devletin yanında olduğu sürece meşru, karşısında olduğu sürece tehdit olarak tanımlandı. Bugüne kadar devlete karşı kitlelerin, yerelin, dezavantajlı kesimlerin taleplerini dile getirmek için mobilize olan, sivil ve özerk mücadelesiyle, hak talebiyle tanımlanan örgütlülük hali demokratik müzakere sürecinin meşru bir bileşeni olmaktan çıkıp toplumsal düzeni, baskıyla sağlanan rızayı tehdit eden bir düşmana dönüştü. Buna ek olarak otoriter siyasetin sivil toplum örgütlerini birer propaganda aracı olarak kullanma eğilimi, sivil haklara yönelik baskılar ve demokrasinin işlememesi de sivil toplum kuruluşlarını hedef haline getirdi. Otoriter rejimler kendilerine yakın sivil toplum örgütlerinin gelişmeleri için alan yaratıp uluslararası fonlardan faydalanmalarına aracı olurken dünya görüşlerine uymayan, kendi politika eksiklerini yüzeye çıkaran, yönetimi kötü gösterenleri de baskılar ve mümkünse ortadan kaldırır. Bunun için de ellerindeki yasal ve kurumsal düzenlemeleri kendi ideolojik çerçevelerine paralel bir biçimde kullanır.
Neoliberal prensiplerin otoriter yönetimle bir arada bulunması hem devlet hem de sivil toplum açısından bir paradoks yaratıyor. Devlet hem politika yapımı, toplumsal sorunların çözümü için neoliberal aktörlere, onların fonlarına, çalışmalarına, uzmanlarına ihtiyaç duyuyor, hem de kendi konumunu ve varoluş nedenini korumak adına otoriter bir müdahalede bulunuyor. Sivil toplum ise hem neoliberal çerçevenin dayattığı koşullarından hem de devletin otoriter baskısından bağımsız, kitlelerle bağ kurabildiği ve toplumsal işlevini gerçekleştirebildiği bir alan yaratmaya çalışıyor. Bu güç, kaynak ve yetki mücadelesi konuyu toplumsal olandan giderek uzaklaştırıyor.
Sonuç olarak bir taraftan piyasalaşma diğer taraftan otoriterleşme, sivil toplumun sivil halkla kurduğu bağı hem ekonomik hem de politik açıdan araçsallaştırdı. Sivil toplum örgütleri bir taraftan faydalanıcıları için hak mücadelesi yürütürken diğer taraftan ekonomik zorluk ve politik baskılara karşı kendi mücadelelerini yürütüyor. Temel hak taleplerini dile getirmek, sorunlara yönelik politika seçenekleri önermek, değişen toplumsal koşulları ve yeni dinamikleri kurumlarla müzakere etmek giderek zorlaşıyor. Her türlü kolektif eylem, işbirliği ve dayanışma devlette bir kontrol isteği, bir tehdit algısı yaratıyor. Oysa insan kaynağının harekete geçmesi, tabandan kaynaklanan yenilikçi arayışlar devletin toplumsal değişimi karşılayabilmesi, yeni dinamiklere uyum sağlayabilmesi için fırsat yaratır.