Eleştiren, direnen ve yersiz-yurtsuz bir entelektüel: Edward Said
Edward Said’le Yeniden Başlamak, Said’in bu kıymetli fikirlerini yorumlama denemelerinden biri olmasının yanında, Türkiye’den ona bir bakış ve onun kavramlarından hareketle söylemini hatırlama çabası.
Kaan Egemen
Edward Said, hem Türkiye ve Ortadoğu’da hem de Avrupa’da ve ABD’de tanınan bir entelektüeldi. Said’in fikir ve eylemlerini yorumlayanlarsa üç gruba ayrılıyordu: İlki, Said’e âşina olanlar. İkincisi onu bildiğini sananlar. Üçüncü grup ise Said’i anlayanlar ve yanlış tanıyanlar. Bu grupların çalışmaları, metinleri ve yorumları, Said’in fikirlerinin yaşamasını, dilden dile aktarılmasını ve tartışılmasını sağladı.
Said, 2003’te öldüğünde ardında dikkatle okunup anlaşılarak her daim tartışılması gereken eserler bıraktı. Popüler kültür endüstrisi -kendisinin hiç istemediği biçimde- onu belli kalıplara hapsetmeye çalıştı, hatta daha da ileri giderek tıpkı Che’ye yapıldığı gibi Said’i entelektüel bir tüketim nesnesi hâline getirmeyi bile denedi. Neyse ki bu harekât son buldu da Said’in eser, fikir ve eylemleri aklıselim şekilde tartışıldı, hâlâ tartışılıyor.
Kendisini “ABD’de bulunan bir yabancı” diye tanımlayan; Batı eğitimi almış bir Arap olarak büyüdüğünü her fırsatta dillendiren, “birinden veya diğerinden olmaksızın kendisini her iki dünyaya ait hissettiğini” hep dillendiren, birkaç tarihin ve topluluğun parçası olduğunu daima belirten Said’in Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya bakarak ortaya koyduğu her tez, kaleme aldığı her metin ve giriştiği her eylem çok kıymetli.
Fırat Mollaer’in yayına hazırladığı Edward Said’le Yeniden Başlamak adlı çalışma, Said’in bu kıymetli fikirlerini yorumlama denemelerinden biri olmasının yanında, Türkiye’den ona bir bakış ve onun kavramlarından hareketle söylemini hatırlama çabası.
Mollaer, söz konusu çabanın kapsamını açıklarken kitabın çerçevesini de çizmiş bir bakıma: “Herhalde üzerinde en fazla düşünmemiz ve cansuyu taşımamız gereken mevzu, Said’in eleştirel düşüncesinin popülerlik bulutu içinde silikleşen niteliğidir. Bu düşünce, kendisine tanınırlık sağlarken bir Said istismarına da yol açan şarkiyatçılık (oryantalizm) temasından çok daha kapsamlıdır. Kültürel mobilizasyon yaratma aracına indirgenmesi Said’e ve okuruna yapılabilecek en büyük kötülüktür. Eleştirel vaadinin kapsamı, popüler imajının sıkıştığı dar çerçeve ve onu yorumlamanın politik anlamı düşünüldüğünde Said’le acilen yeniden başlamalıyız. Walter Benjamin gibi söylersek bu, eleştirel bir geleneği onu alt etmek üzere olan konformizmin elinden kurtarmak için harcanan çabadır. Başlangıç, Said’in üretken düşüncesini kimlikçi bir kalıpta donduran ve ideolojik seferberliklerde araçsallaştırarak tüketip atan egemen yorumlara karşı kendi söylemini tazelemeye çalışan asgari ütopik gayretin adıdır.”
POLİTİK YERGİLERİYLE BİR ÖZNE
Kitabın okura açacağı kapıların başında, Said’in imajı ve fikirleri arasına, popüler kültür tasarımcıları veya üreticilerinin pek de hoşlanmayacağı bir çizgi çekmek geliyor. Ardından çalışmaya yazılarıyla katkıda bulunan isimler, düşünüre ilişkin el altında bolca bulunan hap “bilgileri” paranteze alıyor. Dolayısıyla şarkiyatçlığa dair fikirlerinin, entelektüelliğinin, sürgünlüğünün, yersiz-yurtsuzluğunun, hegemonyaya ve ideolojiye ilişkin düşüncelerinin kökenini ve kapsamını, Said’in yürüdüğü eleştirel yolu izleyerek tartışıyor bu isimler. Bunu, onun politik özneliğini ve kimlik sorununa ilişkin düşüncelerini es geçmeden yapıyorlar. Dahası, Said’in beslendiği kaynakları (Gramsci, Adorno vd.) hep göz önünde bulunduruyorlar. Bu bağlamda Mollaer’in notu ve soruları dikkate değer: “Said, Türkiye’de ideolojik devlet aygıtlarından birine dönüşen ‘şarkiyatçılık istismarı’nda sahnenin dışında kalan radikal eleştirel düşünürdür. Dolayısıyla şu aynı zamanda bizim kritik sorumuzdur: Batı’nın sömürgeci zalimliklerini yöntemli bir biçimde ortaya koyarken ‘Doğululuğu’ teolojik köken gibi mi üstleneceğiz yoksa seküler bir başlangıç noktası mı saptayacağız? Daha önce belirtildiği gibi gerçekten ne olduğumuzu bilmemiz, hazır bir kökene başvuruyla değil bir tarihsel envanterle mümkünse atfedilmiş Doğululuk zaten hemen sorgulamaya alınır. Said’in atıf yaptığı Gramsci, Hapishane Defterleri’nde teorik ve pratik sendikalizmin -anarşist- merkezsizliğine karşı bir başlangıç noktasının gerekliliğini politik olarak temellendirir.”
Mollaer’in uyarısı ve soruları, Said’in entelektüelliği ve eleştirelliğiyle paralellik gösteriyor. Aynı zamanda, Batı’dan Doğu’ya bir sürgün olarak bakışıyla da uyumlu. Yusuf Ekinci makalesinde, Said’i sürgünde bir entelektüel olarak ele alırken yaşamıyla ve düşünceleriyle onun politik eleştiriler sıralayan özneliğine atıfta bulunuyor. Bu da bizi hegemonya ve dünyevilik sorgulamalarına götürüyor. Yani Said’in söylemini üzerine inşa ettiği temele… Sonra da şarkiyatçılık çözümlemeleri ve eleştirilerine… Ardından Filistin’e, postkolonyalizme, mekâna, coğrafyaya, emperyalizme ve kültürel çatışmalara dair analizlerine…
Hakikati söylemekten çekinmeyen ve bu nedenle Doğu’dan da Batı’dan da tepkiler alan Said’in entelektüelliği ve eleştirel söylemi, çalışmada tüm ayrıntılarıyla yansıtılıyor okura. Doğruyu söyleme cesaretinin ve söylediği doğruyu, sağlam bir tarihî ve kültürel zemine oturtma kararlılığının, Said’in bilgi ve deneyim birikimiyle nasıl at başı gittiğini gösteriyor yazarlar. Mesela Rumeysa Köktaş, Said’in ABD ve Avrupa oryantalizmi ayrımını hatırlatırken tam da bu cesarete ve birikime gönderme yapıyor.
Bahsi geçen kararlılığa ve deneyime bir başka örnek ise Özge Özkoç’un Said’in Filistinliliği ve entelektüelliğini incelediği yazısında yakalanabilir: “Said’in akademik üretimi ve entelektüel evreni bir Filistinli olarak sürgünde yaşama pratiğinden etkilendiği kadar, Filistin konusundaki politik duruşunun ve eserlerinin de melez akademik kimliğinden beslendiği iddia edilebilir. Dolayısıyla, Said’in bir akademisyen ama daha da önemlisi kamusal bir entelektüel olarak kendisini var ediş biçimiyle ABD’de sürgünde yaşayan bir Filistinli olarak hayatını sürdürmesi arasında bir paralellik olduğunun altını çizmek gerekiyor (...) Said’in hümanizmi, Filistin sorunu bağlamında her daim barıştan yana olan duruşuyla billurlaşıyor. Çünkü Said’e göre Filistin sorunu, karşı tarafı yok etmeye çalışarak değil, her iki halkın da birbirini insan olarak görmesiyle çözülebilecektir. Buradan hareketle Said’in Filistin-İsrail sorununa ilişkin barışçıl yaklaşımı ile akademik çalışmalarının hümanist bir karakter taşıması arasında bir bağlantı kurulabilir.”
‘İNSANIN EYLEMLİLİĞİNE İNANIYORUM'
Avrupamerkezci tarihyazımı eleştirisi bile Said’in meselelere, sunulan kaynaklardan ya da kanonlardan bakmaya kuşkuyla yaklaştığını gösteriyor bize. Aynı şekilde postkolonyalizme dair fikirleri de deneyim-bilgi birikimi ortaklığının ve şüpheciliğinin bir ürünü. Umut Kaya’nın, Madun Çalışmaları bağlamında buna ilişkin cümleleri önemli: “Madun Çalışmaları, Ranajit Guha öncülüğünde, sömürge sonrası Hindistan tarihinden hareketle tarihyazımı hakkında mevcut sömürgeci ve elitist paradigmaları sorgulayan kolektif bir çalışma anlayışına dayalı olarak kurulmuştur. Madun Çalışmaları, sömürgecilik sonrası literatür içinde yeni bir soluk olarak görülmüş ve postkolonyalizmin öncü fikirleriyle ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmalar aynı zamanda tarihyazımı anlayışında bir İngiliz ekolü olan ‘aşağıdan tarih’ yaklaşımını benimsemiş ve geliştirmiştir. Bu anlamda Madun Çalışmaları’nın ürettiği bakış açısı, farklı bir tarihyazımı arayışındaki Said’i cezbetmiş, neticesinde karşılıklı etkileşimin olacağı zengin bir işbirliğinin önünü açmıştır.”
“İnsanın eylemliliğine inanıyorum” diyen, susmamanın önemini vurgulayan Said’in fikirlerinin tamamına, sürgünle ve yersiz-yurtsuzlukla şekillenen entelektüelliğine rastlıyoruz çalışmada. Bugün popülizmin, milliyetçiliklerin ve şiddetin gemi azıya aldığı bir dönemde Said’in söylemine ne kadar ihtiyacımız olduğunu da fark ediyoruz kitabı okurken.
Vakti zamanında Tuncay Birkan’ın yaptığı söyleşide Said’in kurduğu cümleler, bu ihtiyacı doğrular nitelikte: “Ben riske girmekten, en azından bir tür evrensel çerçeve içinde, belli riskleri göze alarak iş görmeye çalışmaktan korkmuyorum. İnsan haklarından, şu ya da bu türde adaletsizliklerden, tarihin yeniden yorumlanmasından, unutulmuş tarihlerden bahsetmekten korkmuyorum. Foucault’nun sözünü ettiği özgül entelektüel beni tatmin etmiyor. Son kertede bir söylem takıntısı var Foucault’nun. Ama dünyada söylemlerden başka bir sürü şey var. Söylemlerin dışında eylemde bulunulabilir, bir hareket yaratılabilir. Foucault bundan hiç söz etmiyor. Hareketlerle değil, söylem içinde işlem görmeyle ilgileniyor (...) Direnmek gibi bir derdim var benim. Biliyorsunuz, postmodernist kuramın, mesela Foucault’nun direniş gibi bir meselesi yok. Bu, konu dışı, imkânsız bir şey onlara göre. Ama ben direniş ve muhalefetin, entelektüelin rolünün temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de postmodernistlere katılmıyorum.”