Eleştiri, adalet, devlet
Türkiye’de yazılan her anayasa, yalnızca kendini vaat edebildi. Her anayasa ile anayasallıktan uzaklaşıldı. Her anayasa yeni bir fetiş olarak çılgınlığın eşiğinde varoluşumuzu pekiştirdi. İktidarı bilmem ama muhalefetin yeni bir anayasadan önce eşitliği hedefleyen bir eylem planıyla karşımıza çıkabilmesini dilerdim.
Bu yazı, “Neden şimdi, neden yeniden eleştiri?” sorusu üzerine düşünürken ortaya çıktı. Eleştirinin yaşadığımız şu anda bir ihtiyaç olarak yeniden belirdiği fikrinden hareketle planladığım bir başka çalışmanın içinden türedi, geldi.
Eleştiri hakkında yeniden düşünürken yolum ister istemez yeniden Frankfurt Okulu'nun Eleştirel Kuramından, kuramın yaratıcılarının, Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, eserlerinden geçti. Bu eserlerde, eleştirinin akla kendi sınırlarını gösterme ödevini üstlendiği bir çağdan, modernliğin insanı kendine öteki kılan yabancılaştırıcı etkisine karşı uyardığı bir başkasına geçiş anlatılır. Onlarda, uygarlığın gelişimi içinde aklın, doğaya ve insanın kendisine tahakkümünün aracına dönüşümü hikaye edilir. Yaşadığımız günlerin toplumsal acılarının, politik felaketlerinin, insanın katlanılamaz çilesinin aldığımız her nefesi göğsümüzde sıkıştıran bütün sıkıntıların barbarlıkla bağını hatırlatarak…
Auschwitz, kendisi asla dile gelemeyecek, ötesi tasarlanamayan bir trajedi olarak yaşandığı andan bugüne sızan bir mecaz olarak yeniden her yanımızda… Pandeminin insanı evinde gönüllü hapse mahkum kılan, hayatı bir nefese indirgeyen, hayatı ölümün kesinliğine feda eden, yaşamın şenliğini ölümün durağanlığında eriten, hayatı öteleyen hallerinde Auschwitz. Sosyal mesafede, yüzlerimizi gizleyen, ifadesizliği olağanlaştıran maskelerimizde… Evlerimizde kendi yalnızlığımızda hapisken, yalnızlığımızı denetleyen dijital teknolojiye teslimiyetimizde… Attığımız her adım gözetlenirken özgürlüğü elimizdeki cep telefonlarının teknolojik kapasitesiyle özdeş kılışımızda… Adorno, Auschwitz’in soğukkanlı bir hesapla, inceltilmiş tekniklerle donatılmış ölüm makinaları olarak gaz odalarının ölüm korkusunun ötesine geçen ölümden de daha beter bir şeyden korkuyu doğurduklarını söyler. İşkenceler, işgaller, savaşlar, saldırılar, açlık, yoksulluk, insanın kendi eliyle yarattığı çevre felaketleri, gezegenin ölümü, insanın kendi barbarlığına mahkum oluşu… Bu dünyayı gerçekten de bir ölüm-dünyası kılmıyor mu? Umudun yok olduğu her durumda insanın ölümden değil, yaşamaktan korkmaya başladığı bu dünya, bilim-kurgu filmlerindeki distopik dünya değil. Artık kendi distopyamızın içinde yaşıyoruz.
Ölümden kaçınabilmenin ayrıcalığa dönüştüğü bir dünya bu. Eşitsizlik, burada en radikal, en keskin biçimine bürünüyor. İçinde yaşadığımız anı eleştirmenin, onu enine boyu düşünüp yargılamanın, vardığımız her sonucun bizi daha iyi bir dünyaya taşıyabilmesi umudunu eyleme dönüştürebilmenin en acil ihtiyacımız olduğu fikrini çağıran da bu yakıcı eşitsizlik işte. Eleştiriyi burada bir politik olanak olarak kavrıyorum. Güncel politikanın bütün açmazlarına karşı durabilecek bir olanak…
Bu politik olanağı “adalet” ile politika arasındaki ilişkiyi, eşitsizlik meselesinin burada nerede denkleme dahil olduğunu irdeleyerek açabiliriz. Alain Badiou, Platon’dan bu yana politika karşısında filozofun kaygısını cisimleştiren kavramın “adalet” olduğunu söylüyor, “Felsefe ve Siyaset” başlıklı yazısının hemen ilk cümlesinde (1). Filozofa katılarak, Badiou’nun sorusunu hep birlikte siyasetçiye sormalıyız sanırım: “Adil bir siyaset olabilir mi?” Burada izninizle düşünürden bir alıntıyla devam edeceğim. Ulaşmak istediğim sonuca daha hızla varabilmek için:
Adaletsizlik açık ve net, adalet bulanıktır. Adaletsizliğe uğramış olanlar bununla ilgili çürütülmez tanıklıklar sunarlar. Peki adalete kim tanıklık edebilir? Adaletsizliğin kendine özgü bir hissi vardır: Istırap, isyan. Gelgelelim adalete işaret eden bir şey yoktur: Kendini ne bir seyirlik gösteri olarak ne bir his olarak sunar. (2)
Oysa gündelik siyaset içinde sıklıkla hukukun adalet doğurduğuna inanıyoruz. Adaletin, iyi yönetimin bir sonucu olduğuna inandığımız gibi… Böyle olunca, tıpkı Platon gibi, özünde iyi yapılandırılmış bir politik düzenin, ki burada aklımızdaki devlettir, adil bir yaşantıyı toplumun geneli için mümkün kılabileceğinden neredeyse emin oluyoruz. Buna göre, iyi yazılmış bir anayasaya yaslanan, demokratik kurumların yerleşik kılındığı, hakların ihlal edilmediği bir kamusal düzenin “adil olanı” olanaklı kılacağı açıktır. Adaleti devletten türettiğimiz böyle bir düzende, toplumsal eşitsizliklerin birtakım soyut normlar içinde görünmez kılınmasına, eşitsizliğin yarattığı her tür ıstırabın ise o normlar karşısında suskunlaşmasına rıza gösteririz. Oysa adalet bu değil. Ne devletin sınırlarını görünür kılan hukuk, ne de demokratik değerlerden kaynağını alan bir yönetişim bize adaleti vaat edebilir. Adalet, ancak eşitlikte var olabilir. Eşitlik eyleminde kendini gerçekleştirebilir.
Hem muhalefetin hem de iktidarın artık üstesinden gelinemez hale gelen hukuksuzluklara son vermek, tek adamın keyfiyetine bırakılmış yönetsel aygıtın ürettiği acıların, adaletsizliklerin üstesinden gelebilmek için yeniden “anayasa” yazmaya giriştiği şu günlerde adalet adına yeni bir felaketin kapısındayız. Türkiye’de yazılan her anayasa, yalnızca kendini vaat edebildi. Her anayasa ile anayasallıktan uzaklaşıldı. Her anayasa yeni bir fetiş olarak çılgınlığın eşiğinde varoluşumuzu pekiştirdi. İktidarı bilmem ama muhalefetin yeni bir anayasadan önce eşitliği hedefleyen bir eylem planıyla karşımıza çıkabilmesini dilerdim. Toplumsal ıstırabın ortaklığından adaleti türettikleri, eşitliği sağlamanın yalnızca bizim isyanımızda mümkün olabileceğini anlatabildikleri bir eylem planıyla bütün bu anayasa masalından politik hakikate geçebilmelerini dilerdim.
Çok şey mi istiyorum?
(1) Alain Badiou (2016). Sonsuz Düşünce, çeviren: Işık Ergüden, Tuncay Birkan. İstanbul: Metis, s. 37-44.
(2) A.g.y., s. 37.