Elif Demirel: Kadınlar dünyayı durdurmaya da yeniden döndürmeye de muktedirler

Elif Demirel'le romanı 'Geceden Beri'yi konuştuk. Demirel, "Tek bir cümleyle anlatmam gerekseydi, bu roman için bilge bir kocakarının hikâyesi derdim" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 2022 Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanan Elif Demirel'in romanı 'Geceden Beri', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Demirel, salt bir kadın hikâyesi anlatmıyor; kitapta sadece kadın karakterler yok. Erkek karakterler de kendi ağızlarından yazılmış öykülerini anlatıyorlar. Hatta kitapta kendi erotik macerasını anlatan bile var.

Asuman Kafaoğlu-Büke, Bahriye Çeri, Gülfem Pamuk, Irmak Zileli ve Zekiye Antakyalıoğlu’ndan oluşan 2022 Everest Yayınları İlk Roman Yarışması jürisi, 'Geceden Beri' kararını, “Batıl ile aklı, masal ile gerçeği, geçmiş ile bugünü güçlü imgelerle yoğuran, günümüz insanının kaygılarına, sırlarına ve karanlık yanlarına büyülü gerçekçiliğin penceresinden aynalar tutan ve her bir aynasını çiçeklerle bezeyen özgün bir roman. Yazar, doğaya ve insana saygılı anlatısı, güçlü dili ve sıradan olanı sıradışı kılma becerisiyle bu ödüle layık bulunmuştur” gerekçesine dayandırmıştı.

Biz de Elif Demirel’le ‘Geceden Beri’yi ve toplumsal hayatımıza da yön veren kodları konuştuk.

Everest İlk Roman Ödülü’ne başvurmaya nasıl karar verdiniz? Kazanmayı bekliyor muydunuz şaşırdınız mı? Sonraki süreç nasıl işledi sizin için?

‘Geceden Beri’yi tamamladıktan sonra sosyal medyada gezinirken Everest Yayınları’nın İlk Roman Yarışması başvurularının başladığını gördüm. Tam da romanı bitirmişken bu haberi görmek beni yarışmaya başvurmaya itti diyebilirim. Dosyamı gönderdim ve sonuçlar açıklanana dek yarışmayı düşünmemeye karar verdim. Neticede bu bir yarışma, tek kazanan olacaktı ve kazanmamak gibi bir ihtimalim de vardı. Ama dosyama ve Gece’ye gerçekten çok güveniyordum. Bu sebepten, yarışmayı kazandığımı haber vermek için aradıklarında çok şaşırdım dersem yalan söylemiş olurum. Sonraki süreçte ise çok fazla dönüş/yorum/eleştiri aldım. Bunların çoğu olumluydu ama saçma sapan bir sürü şeyle de karşılaştım. Giyim tarzımdan fotoğraflarıma, mezun olduğum bölümlerden kullandığım parfümün markasına kadar -en hafif tabirle- şuursuzca pek çok suçlama gördüm. Aslında bu tepkilerin çok basit bir nedeni var; genç bir kadın olmam. Yarışmayı bir erkek kazansaydı, benim karşılaştığım hiçbir saçmalıkla karşılaşmayacaktı eminim.

Toplumumuzun büyük bir kesiminin kendini gerçekleştirebilmiş, üretken, akıllı, yetenekli kadınlara alerjisi var. Çünkü kadınsan sadece bir şey olabilirsin; ya kariyerinde başarılı ama sönük biri olacaksın ya da göze hitap eden, daha çok dış görünümüne önem veren ama başarı peşinde koşmayan biri olacaksın. İkisini birden olmaya kalktığında böyle saçmalıklarla uğraşmak zorunda kalabiliyorsun. Tabii bu benim için hiçbir zaman sorun teşkil etmedi, bu ahmaklıkları ciddiye almamayı ve onlarla baş edebilmeyi erkenden öğrendiğimi düşünüyorum.

'BİLGE BİR KOCAKARININ HİKÂYESİ'

‘Geceden Beri’ isimli kitabınız ara ara erkek kahramanların da içinde bulunduğu bir kadın kitabı diyebilir miyiz? Karanlık, koyu, kimi zaman korkutucu ‘Gece’ imgelemini bir kadına isim olarak vermek nereden aklınıza geldi?

Aslında yola bir kocakarı hikâyesi yazmak için çıkmıştım. Doğayı ve doğanın dilinden anlayan kocakarıları her zaman çok etkileyici ve büyülü bulmuşumdur. Romanın odağında bir kadın var, evet ama bu salt kadınların hikâyesi değil. Örneğin; ‘Mine’ adlı bölümde tamamen erotik bir bölüm yazma arzum vardı ve o bölüme o arzuyla başlamıştım. Bu sebepten bölümün Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ruh Üşümesi’ adlı romanından bir alıntıyla başlaması benim için kaçınılmazdı. Karakteri bir kadın olarak kurgulayacak ve o erotik bölümü bir kadının ağzından yazacaktım. Fakat kendimi biraz zorlamak istedim ve anlatıcıyı erkek yaptım. Bir erkeğin ağzından o bölümü yazmak benim için muhteşemdi. ‘Gece’yle görüşen diğer erkek karakterlerin de bende özel bir yeri var. Hep kadın karakterler yazıyordum ama bu romanla birlikte onu da biraz kırmış oldum.

Tek bir cümleyle anlatmam gerekseydi, bu roman için bilge bir kocakarının hikâyesi derdim. İsim meselesi işe şöyle gelişti; romandaki karakterlerin çoğunun ismini büyük annelerimin ya da dedelerimin isimlerinden seçmeye karar vermiştim. Hatta ilk başta ana karakterimin adı Gece değil, Hayal’di. Büyük büyük babaannemin adı Hayal olduğu için onu seçmiştim. Soy ağaçlarından, eskiye dek uzanan kayıtlardan biraz daha araştırma yaptım ve Gece ismiyle karşılaştım. Gece’yi görür görmez çok sevdim ve bağrıma bastım. Öyle bir karakter için Gece’den daha uygun bir isim olabileceğini sanmıyorum açıkçası. Zaman dilimi olarak da geceyi çok severim. Karanlığı aydınlığa, yalnızlığı kalabalığa, sessizliği gürültüye, ay ışığını gün ışığına her daim yeğlerim.

Gece, mahallelinin başvurduğu biri… Hiçbir çaba göstermeden herkesin sırrını biliyor ama onlara verdiği öğütler başta iyi gelse de hiçbiri gerçekten düzelemiyor. Bunun nedeni gerçeğin unutularak iyileşileceğini düşünmeleri ama gerçekle tekrar ve tekrar yüzleşmeleri mi?

Bunun asıl sebebi Gece’nin taşıdığı lanet elbette. Şifa bulmak için onunla görüşen herkes dertlerinden bir şekilde kurtuluyor ama sonrasında muhakkak bambaşka bir dertle karşılaşıyorlar. Tabii bunda yanlış bir çözüm yolu denemeleri de etkili. Hangimiz, lanetli bir kocakarının ağzından dökülen tek bir cümleyle iyileşebiliriz? Dikkat ettiyseniz romanda Gece’nin ağzından bir kez dahi şifacı olduğuna dair bir ibare okumuyoruz. Kadının böyle bir iddiası zaten yok ki! Ama yalnız yaşayan, yaşlı, kocasız, çocuksuz, evden çıkmayan, tek bir akrabası dahi olmayan bir kadın olduğu için herkes ona şifacı bir kocakarı rolünü biçiyor. Bunda Gece’nin yaşının çok büyük bir etkisi var tabii. Mesela Gece genç bir kadın olsaydı, erkek ziyaretçileri onu tek başına ziyaret edemezdi. Yüksek ihtimalle eşleri bunu onaylamazdı çünkü. Yaşlı bir kadın cinselliğini kaybetmiş bir kadındır ve cinselliğini kaybetmiş bir kadın topluma göre pek çok açıdan tehlikesizdir.

'ROMANIN EKOFEMİNİST TARAFI OLSUN İSTEDİM'

Bölüm isimleri neden hep çiçek adları?

Gece’nin köy hayatının anlatıldığı bölümlerde doğayı ön planda tutmaya çalıştım. Tamamen olmasa dahi romanın ekofeminist bir tarafı da olsun istedim. Gece’nin özünde, çocukluğunda, yaşadığı köyde otlar, toprak, ay, ağaçlar, çiçekler hepsi çok önemli ve hatta çok kutsal. Gece geçmişinden bir parçayı yani çiçeklerini o yıkık dökük gecekonduya da taşısın istedim.

Geceden Beri, Elif Demirel, 144 syf., Everest Yayınları, 2023.

Kitabın bir bölümünde "Dinimiz de bilime, eğitime önem verir. Hem Rabbimin, Peygamber Efendimize ilk emri de ‘oku’ değil midir? Peygamber Efendimiz ‘Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz’ buyurmamış mıdır?" diyor Garam. Bilimin artık dinin gölgesinde kaldığını düşünmeniz ve bunu yeniden düşündürtmekle ilgili bir derdiniz olduğunu düşündüm. Doğru mudur?

Garam bir din kültürü öğretmeni. Hatırladığım bütün din kültürü öğretmenlerim korkunçtu, çok baskıcı ve hoşgörüsüzdü. Garam’ı iyi ve öğrencilerini çok seven, sadece dine değil, bilime sanata da önem veren bir öğretmen olarak yazmak istedim bu yüzden.

Gece kendisine gelen komşusuna "O rüyayı tekrar tekrar görmene sebep, bir türlü gerçek manada görememiş olmandır. Önce görmeyi öğren. Sonra da otur yaz" diyor. Gerçekten görenler midir yazarlar ya da her yazar gerçekten görür mü sizce?

Gece, bilmiş bilmiş konuşan bir kocakarı olduğu için böyle süslü ve keskin cümleler kurması normal. Ama ben bu sorunun cevabından tam olarak emin değilim. Herkes bir şeyleri görüyor elbette ama pek az insan, herkesin baktığı şeyden apayrı bir sonuç çıkartıp, o sonucu bir sanat pratiğinde deneyimliyor sanırım ya da belki bunların hiçbir önemi yoktur ve bu konulara o kadar da kafa yormamak gerekir.

Kitabınızdaki mahallede yaşayan herkesin bir döngüsü var ve onu kıramıyorlar gibi… Aynı durumlar karşısında aynı tepkileri verdikçe, aynı sonuçları alıyorlar gibi ne dersiniz?

Evet. Rutin sarihtir, korunaklıdır. İnsanların, bilhassa yoksulların zar zor kurdukları bir düzen vardır ve onu değiştirme fikri dahi korkutucu gelir. Düzen, güvenlik demektir.

Papatya isimli öykünüzde 16 yaşındaki bir gençle evlenen kadının öyküsünü anlatıyorsunuz. Evde kalmamak için, gerçekten aşık olarak evlenen ama karşılıksız bir aşk. Kadın, onu sevmediğini sürekli söyleyen kocasını ‘Başımda bir adam olsun’ diyerek boşamıyor. Kendisini sevmeyen bir erkeğe duyulan ‘aman başımda olsun’ düşüncesi sizce toplumsal bir baskının ürünü mü, yoksa bazı kadınların yalnız bir hayatı düşünememesinin mi?

Beni istemesi, sevmesi gerekmez, bir kocam olsun yeter diye düşünüyor o kadın. Çünkü başka bir ihtimali bilmiyor. Sizin de söylediğiniz gibi, tamamen toplumsal kodlarla ilgili bir mevzu. Bu kodlarla büyütülmüş, böylesi gelenekler tarafından kuşatılmış kadınlardan ‘Erkeksiz bir kadın, bisikletsiz bir balığa benzer’ ya da ‘Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur’ kısmına ışınlanmalarını beklemek saçma olur tabii.

'İNSAN NE PAHASINA OLURSA OLSUN TUTKULU VE ONURLU DURMALIDIR'

Hayatta düşmek, kalkmak ya da hiç kalkamamanın da bir eylem olduğunu ama hiçbir şey yapmamamın, üretmemenin, yanlış yapmaktan korkmanın yaşamamak olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bir de sürekli durağan olmanın insanı yaşlandırdığını… 

Bu, kendimle olan kavgamdan ileri gelen bir mesele galiba. Çoğunlukla acaba yeterince üretiyor muyum, başka şeyler de yapabilir miyim, daha fazlasını yapabilir miyim, daha iyi yazabilir miyim, daha aktif olabilir miyim diye kendi kendimi yerim. Ama zaman bana, herkesin durma hakkının olduğunu ve insanların bu hakkı kullanmalarının çok da kötü bir şey olmadığını öğretti. Korku elbette ayıp bir his değil ama barındırmayı ya da beni ele geçirmesini istediğim bir his de değil ne yazık ki.

İnsan, bir yanardağ gibi kaynıyorsa etrafındaki her şeyi ve herkesi yakmayı da göze alabilmeli diye düşünüyorum. Orta yaşını geçmiş ama arı gibi çalışan, üreten, yorulmak bilmeyen kadınlar görmek çok hoşuma gider. Yaşlanınca o kadınlar gibi olmak isterim. Sakin, zarif, kavgadan kaçınmayan, buralardan üreterek geçip giden kadınlar gibi... İnsan, her ne pahasına olursa olsun tutkulu ve onurlu durmalıdır, ben buna inanırım.

'GİDEREK GÜÇLENEN FEMİNİST HAREKET, KARAMSAR OLMADIĞIM NADİR KONULARDAN BİRİ'

"Her ay düzenli olarak kanayan ama ölmeyen bir mahluktan herkes ve her şey korkar. Tanrı bile...” diyorsunuz. Kadınların güçlerinin tam olarak farkında olmadığını ve sindirilmeye çalışıldığını mı düşünüyorsunuz?

Kesinlikle böyle düşünüyorum. O cümleyi de fazlasıyla inanarak yazmıştım. Her ay düzenli olarak kanayan ama ölmeyen birinden korkmakta fayda vardır bence. 

Umutsuz ya da karamsar olmadığım nadir konulardan biri, giderek güçlenen feminist hareket. Kadınlar her geçen gün dayanışmanın öneminin, kadının yurdunun yine ve ancak bir kadının olduğunun farkına varıyorlar, Adem’in kaburga kemiğini kurcalayan Tanrı’ya birlikte öfkeleniyorlar. Öfke, özellikle son zamanlarda çok sık haşır neşir olduğum bir duygu. Öfke dinamiktir, sürekli harekete geçmeye zorlar. Hareket etmeye, bilhassa birlikte hareket etmeye ihtiyacımız var çünkü kadınlar dünyayı durdurmaya da yeniden döndürmeye de muktedirdir.

Kasım’ın söylediği "Karnı dümdüz. Çocuk doğurmamış. Doğursaydı şişerdi. Doğum kiloları kalıcı demiyor mu herkes” lafı erkeklerin kadına karşı yaptığı sözsel bir şiddet değil mi?

Evet, bu da toplumsal kodlarla ilgili bir mesele. Kadınların evlendikten, doğum yaptıktan sonra kilo olmaları kaçınılmaz bir şey topluma göre. Kasım da o toplumun insanı, bu şekilde değerlendirmesi çok normal, ondan beklenen bir şey.

Öykülerinizin birinde “İyi biri olmanın her koşulda kendisini kurtaracağı fikri, insanın en büyük sanrısıdır. İnsan, acımasız olma hakkını gerektiği yerde kullanmayı bilmeli ve bundan vicdan azabı duymamalıdır. Sen arkadaşına yeteri kadar yardımcı olduğunu düşünüyorsan, ona yeteri kadar yardım etmişsin demektir. Daha fazla kurcalama…” diyorsunuz. İyi insanı olmakla fazla vermeyi mi karıştırıyoruz sizce? İyi insan olarak anılmak için kendimizden mi vazgeçiyoruz?

Arada ince bir çizgi var belki. Sadece iyi bir insan diye anılmak için iyiliği asla hak etmeyen insanlara iyilik yapmaya devam etmemeliyiz belki de. Her şeyin bir bedeli varsa, insan bazı bedelleri ödemelidir diye düşünüyorum. Affetmek, bağışlayıcı olmak Tanrı olmaya niyetlenmek belki de, bilmiyorum. İnsanın bir diğerini affedemeyeceği durumlar da vardır, olmalıdır, hayat böyle bir şeydir zira.