Elimize iğne batsa canımız orda
Ortadoğu artık her yerde. Savaşın haberinden, bilgisinden, görüntüsünden kaçamıyoruz. Öyleyse anlamaya mı çalışsak, her gün tepesine bomba yağanların yaşadığı isyanı, acıyı, kendi hayatlarımızın tüm bunların yanında nasıl bir konfor içerdiğini...
İnsanın acısı neredeyse canı da orada oluyor derler. Elinize çay dökülür, sızısı geçene kadar dünya gözünüze başka türlü görünür. Sebze doğrarken parmağınızı kesersiniz, ilk tepkiniz yüksek sesle kahretmek olur. Evin içinde hızlıca mutfağa giderken ayak parmağınızı sehpanın köşesine çarparsınız, gözünüzde şimşekler çakar. Salataya doğradığınız biber acı çıkar, aynı gözler yuvalarından fırlar. Gece sivrisinek parmak aranızı ısırmıştır, uykusuzluk belasına sineğin canını almak için evin içinde dört dönersiniz. Diş sızısı, kulak ağrısı, mide bulantısı, migren…
İlaçla, kremle, iğneyle ya da losyonla ya da acı biber için bol sıvı alarak mesela, birkaç saat ya da gün içinde kurtulabileceğiniz acılardır bunlar.
Dahası, gelişini kontrol edemeseniz de gidişi hakkında bir fikrinizin olduğu durumlardır. Çaresi vardır, kontrolü sizin elinizdedir. Ah parmağımı kestim dediğinizde eliniz yara bandına uzanır. Ayağımı çarptım biri buz getirsin dersiniz, sivrisinek fena ısırmış nerede bu sinek kovucu…
Etrafınızda birileri varsa salatadaki acı biber için ayran getiren de olur, diş sızınıza rakı öneren de…
***
Genç kadın boşandığı kocasından gördüğü eziyetleri anlatıyordu, üzülmüştük, çok zor bir hayatmış sizinki de dedik. “Bunlar hayatın ufak manzaraları abicim” dedi genç kadın. “Geçti gitti”…
***
İnsanın acısı neredeyse canı orada oluyordu, geçip gidince de “hayatın ufak manzaraları”…
***
Arnavutköy’de sokak ortasında bir kadın başına sıkılan üç kurşunla öldürüldü. O sırada eline diken batan biri cımbız ararken, migren ağrısı tutmuş biri ilaç dolabına doğru ilerlerken, diz ameliyatı olmuş biri ilacın etkisinden şikayet ederken bir kadın boşandığı kocasından kaçıyordu. Yol ortasında ayağı takıldı, düştü ve öldürüldü.
Hayatın ufak manzaralarının önemi bir anlığına kayboldu, hava karardı, rüzgar sertleşti, güneş ışığını da ısısını da kaybetti… Silahlı eski koca öldürdüğü kadının başında bekleyip ambulansın ve polisin yaklaşmasına izin vermezken herkesin canı çok fena yandı. İğne batsa canı orada olanlar, yerde uzanmış kafasından kanlar akan kadına bakmaya cesaret edemediler. Kendi canlarını unuttular, artık hiç canı acımayacak olan kadının acısını hissettiler; dehşet, ürperti, acıma ve isyan ve çokça lanetleme ile…
***
Kişisel tarihimde hatırladığım ilk büyük savaş İran-Irak Savaşıydı. 1979 yılında ben lise sondayken iki ülke arasında başlayan gerginlik, 22 Eylül 1980’de resmi olarak ilan edilen bir savaşa dönüşmüştü. 20 Ağustos 1988’e kadar devam etti savaş. Bir süre sonra çocuk askerler cepheye sürülmeye başlanmıştı.
Ölmekle, öldürmekle bitmeyen 8 yıl. Google’da kısa bir aramada, savaşın kazananı olmadığı yazıyor. ‘Sonuçsuz’ yazmışlar wikipedi’de. Onca yıkım, onca ölüm, vahşet, şiddet, kazanan bir taraf olmayınca sonuçtan sayılmamış. 1 milyon kişi ölmüş, 2 milyon kişi yaralanmış, on binlerce kayıp olduğu kayıtlara geçmiş. Pek çok kaynağa göre de zaten gerginlikler resmi kayıtlarda yazdığı gibi 1979 yılında değil çok çok önce başlamış.
Şunu da çok iyi hatırlıyoruz ki, hemen iki yıl geçmeden 1990 yılında yine bu topraklarda Körfez Savaşı yaşandı ve dünya bu savaşı televizyonlardan naklen izledi. Ekranlarda bir takım ışıklar yandı, söndü. Kıvılcımlar parladı. Video oyunu gibi ekranlardan akan görüntüler kimbilir kaç kişinin canını aldı.
***
Arnavutköy’de, iğne batsa canı orada olanlar, şiddeti ve vahşeti o kadar yakından gördükten sonra, elbette yine başları ağrısa dünyanın onlara dar olduğunu söyleyecekler, öyle hissedecekler. Ama hiçbir zaman eskisi gibi olamayacaklar. Kendi canları yandığında vızıldanacaklar ama başkasının acısına kayıtsız kalmayacaklar. Belki İstanbul Sözleşmesi uygulansın diye sokaklara dökülmeyecekler ama dökülenleri anlayacaklar, takdir edecekler.
Aynı şeyi Körfez Savaşı’nı televizyondan izleyenler için söyleyemeyeceğiz belki de. Onlar bugün Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’in güvenlik duvarlarını nasıl aştığını ya da Haniye’yi konutunda öldüren silahın teknolojik özelliklerini tartışıyorlar muhtemelen.
***
Ortadoğu denince kimsenin aklına huzur, tatil, barış, şenlik, aşk gelmiyor. Patlayan bombalar, parçalanan bedenler, ağıt yakan anneler, ipte asılı insanlar, kefene sarılı çocuklar, köle pazarlarında satılan kadınlar… Savaş, şiddet, işkence, ölüm…
Ve tüm bunlardan kaçan insanlar var bir de… Kayıplarının yasını tutamadan, en değerli anılarını bile yanlarına alamadan sınırlar aşan ya da aşamayıp yollarda ölen, parası alınıp bile bile küçücük teknelerde toplu ölüme gönderilenler. Öleceğini bile bile, bir umut deyip o teknelere binenler.
Sınırları aşmayı ya da o teknelerden canlı kurtulmayı başarıp, gittiği ülkede horlanan, aşağılanan, en pis işlerde çalıştırılan, küçücük rutubetli odalarda koca bir aile yaşamaya mahkum edilen, hastalıkla, açlıkla mücadelede silahsız, korumasız, ilaçsız kalanlar…
***
Şöyle düşünelim bir: Telaşla evde yürürken ayağımızı sehpaya çarpıyoruz, ayak başparmağımız fena acıyor, gözlerimiz yuvalarından fırlıyor, evin içinde fır dönüyoruz ve gidip bir buz parçası ya da donmuş bezelye poşetini ayağımıza koyup rahatlıyoruz. Sonra kalkıyoruz, bir ağrı kesici alayım diye ilaç dolabına giderken aynı parmağı tekrar çarpıyoruz. Evet öyle bir acı ki gözlerimizi yuvalarına geri yerleştirmemiz ilkine göre daha uzun zaman alıyor.
Zor değil mi, çok da can acıtıcı. Peki bundan çok çok daha büyük acıları tekrar tekrar yaşayan Filistinliler, İranlılar, Iraklılar, Suriyeliler, Lübnanlılar, Ezidiler, Kürtler…
Kaç kere yeter artık demişlerdir, kaç kere bunlar niye bize reva görülüyor diye isyan etmişlerdir, kaç kere yeter artık alın benim canımı da kurtulayım diye ortalığa atlamışlardır, kaç kere dizlerini dövmüşler, kaç kere göğüslerini yumruklamışlardır en içteki acıyı hissetmemek için?...
Savaşa karar verenler, karar verenleri haklı bulanlar, ölümü/öldürmeyi doğal kabul edenler, her baktığı ötekinde düşman görenler bir yana… Savaşı bir vahşet sayanlar, ölmek ya da öldürmek istemeyenler hatta kimse ölsün ya da öldürsün istemeyenler ama bu durumu değiştirecek güce, mekanizmalara, kurullara, birliklere sahip olmayanlar diğer tarafa...
Ortadoğu artık her yerde. Savaştan kaçanlar yanı başımızda, bombalanan çocukların parçalanmış bedenleri cep telefonumuza düşen haber görüntülerinde. Hiç televizyon izlemeyip hiç haber okumayanlarımız bile neler olup bittiğinden haberdar olmaktan kurtulamıyor. Savaşın haberinden, bilgisinden, görüntüsünden kaçamıyoruz. Öyleyse anlamaya mı çalışsak, sokak ortasında öldürülen kadının kaçarken yaşadığı dehşeti, her gün tepesine bomba yağanların yaşadığı isyanı, acıyı, kendi hayatlarımızın tüm bunların yanında nasıl bir konfor içerdiğini...
***
Yaşlı adam parkta torununu sallıyor. Çocuk kahkahalar atarak “daha yükseğe salla dede” diyor. “Hiç korkmuyorum bak.” Yaşlı adam yine de temkinli, çok sallamıyor ama çocuğun da öyle hissetmesini sağlamak için “vaaay ne kadar yükseğe çıktın, bravo sana” diyor her seferinde.
İkisi de mutlular. Birbirlerini seviyorlar, eğlenmeyi seviyorlar, yükseklere doğru sallanmayı daha çok seviyorlar…
Çocuk dedesiyle parka gidebildiği için çok şanslı, dede torununu görecek kadar yaşadığı için şükrediyor.
Ne kafalarına bir bomba düşme ihtimali var, ne onları bekleyen çürük bir tekne…