Elvis: Güven gitti, hüzün geldi, sonra ölüm oldu
Kendi koşulları ve çıkarları doğrultusunda Elvis’in önce kariyerini sonra hayatını bitirdiğine dair popüler görüşün hedefindeki menajeri, sanatçısını ticari anlamda daha iyi ‘satmaya’, yani görevini icra etmeye çalışırken fazla ileri gidiyor ve Elvis’i hakikaten satıyor. Sanatçısını yarış atı, kendisini jokey sanmaya meydan veren popülerlik ve iş hacimleri çoğunlukla atın ölümü, sırtından düşen menajerin de en azından sakatlanmasıyla sonuçlanabiliyor. Failler yine belli, yine aynı: hırs ve para.
Amerikalı müzik yazarı, caz tarihçisi, akademisyen ve müzisyen Ted Gioia geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir makalesinde ekonominin temel kavramlarından ‘kıtlık’tan (scarcity) yola çıkarak çok önemli bir konuya değindi. Pek çok şeyin kıtlığını çekmeye başladığımız bu çağın en önemli kıtlık sorununu ‘güven’ kıtlığında gören yazar, özellikle teknolojinin hayatımıza soktuklarıyla güveni hayatımızdan nasıl çıkardığından bahsediyor. Suçlulardan siyasetçilere, teknokratlardan medya mensuplarına, kanaat önderlerinden sanatçılara kadar göz önündekiler sayesinde güvenin tüm dünyada böylesine erozyona uğramasında aslında herkesin katkısı olduğunu ve durumun daha da kötüye gideceğini savunuyor. Bunların ayrıntılarına birazdan değineceğim ama güvenin olmadığı yerde hakikatin de olamayacağı, hakikatin olmadığı yerde de yalandan başka hiçbir şeyin ve kimsenin yaşayamayacağı fikrimle örtüşen bu yaklaşım haliyle çok ilgi çekiciydi.
Bu düşüncelerin gölgesinde seyrettiğim Baz Luhrmann eseri Elvis filminin teması da güvenden yola çıkıyor. İnsan ilişkilerinde güvenin ve onun yokluğunun neleri inşa edip neleri yıkabileceğini Elvis Presley ve efsanevî menajeri Colonel Tom Parker arasındaki ilişki üzerinden ele alan yapım son zamanların en başarılı müzik biyografilerinden. 85 milyon dolarlık bütçesiyle dünya çapında 288 milyon dolar ciro elde eden film aynı zamanda 8 dalda Oscar adayı gösterildi. Aday olduğu kategorilerin hiçbirinde ödül alamasa da ben özellikle Sinematografi, Prodüksiyon Tasarımı, Kostüm Tasarımı, Makyaj ve Saç alanlarında filmi takdire şayan buldum. Öte yandan hikâyenin ve karakterlerin ele alınışının biraz kolaycı, anlatısının da fazlaca basit ve doğrudan olduğunu düşündüm. Son dönemlerin büyük bütçeli ve bununla doğru orantılı gişe başarısı elde eden müzikal biyografi filmleri Rocketman (Elton John) ve Bohemian Rhapsody (Freddie Mercury / Queen) örneklerinde olduğu gibi, ana akımın asgarî müştereğine hitap etme zorunluluğu senaryo ve anlatıda derinliği olanaksız kılıyor. Bu sorunu, 1-2 istisna hariç, çağın alışıldık ama kendini kemiren teamülleri doğrultusunda dijital platformlar için üretilen yerli yapımların tamamında gözlemlediğimi de eklemem gerek. Özellikle bir işin içi ne kadar boşsa bunla ters orantılı dozlarda pompalanıp durduğunu da.
Filme ilişkin esas değinmek istediğim konu yukarda belirttiğim ‘güven’ ve onun üzerinden kurulan ilişkiler. Hayatın her alanında, hemen hemen her ilişkiyi düzenleyen ve zemin oluşturan en temel yapıtaşlarından biri güven. Bir sanatçıyla menajeri arasındaki ilişki de güvenin hem başat hem en kırılgan unsur olduğu nadide ilişkilerden. Film, tüm zamanların en çok satan şarkıcısı Elvis Presley’nin ilk günden itibaren menajeri olan ‘Colonel’ Tom Parker’a duyduğu büyük ve neredeyse koşulsuz güveni işliyor. Bunu yaparken hikâyeyi en baştan ismi dahi gerçek olmayan, hikayenin ‘kötü adamı’, menajer Tom Parker’ın gözünden ve dilinden anlatan film, kendi bakış açısından olanlara ışık tutmaya çalışırken iki tarafa karşı nesnel kalmayı başarıyor. Henüz adı sanı bilinmez bir şarkıcıyken elinden tutan ‘vatansız’ menajeri Tom Parker (gerçek ismi Andreas Cornelis van Kuijk olan Hollanda doğumlu bir kaçak göçmen), işler iyi gittiği sürece Elvis tarafından el üstünde tutulurken işler kötüye döndüğünde bunun tek sorumlusu olarak görülmeye başlıyor. Burada güveni erozyona uğratan, yıllarca dünya turnesine çıkmak istediğini söyleyen Elvis’in, başta sanatçısının emniyeti olmak üzere türlü bahanelerle geçiştirerek bu isteğini asla gerçekleştirmeyen Parker’ın kendisine yalan söylediğini fark etmesi oluyor. Bu yalanın yol açtığı güvensizlik ortamında peşi sıra gelen krizler, sanatçının kariyerinin baş aşağı gitmesinin ardından genç yaşta ölümüyle, Parker’ın da 87 yıl süren uzun ömrünün geri kalanını para ve sağlık sorunlarıyla boğuşarak mutsuzluk ve düşkünlük içerisinde geçirmesiyle sonuçlanıyor.
Sanatçılar haksız değil. Özellikle Türkiye gibi toplumsal, kamusal, sosyal, profesyonel ve daha bir sürü ilişki ve iletişim ağı sadece yalan üzerine inşa edilmiş tekinsiz sularda yüzmeye çalışırken nereden gelip nereye gittiği belli olmayan, kendisini ‘menajer’ ilan etmiş eğreti kişilerle karşılaştıklarında, duydukları öcü masallarıyla perçinlenen güvensizlikleri anlaşılır. Birçok alanda bir işi icra edebilmek yıllarca süren eğitimler sonunda kazanılan lisanslarla mümkünken müzik işleri ne kadar önemsiz ve harcıalem ki bu işleri yapabilmek için hiçbir yetkinlik sertifikasyonuna gerek duyulmuyor. Sanat ve müzik endüstrileri öyle kaygan zeminler ki, kaymak isteyene tüm pistler ardına kadar açık. Dünyada da çok farklı değil aslında ama en azından bazı düdükleri çalana kadar biraz kilometre yapmış olmak gerekir. Orta seviyede bir sanatçının yanına yaklaşabilmek için bile yılların kan, ter ve gözyaşı çilesini doldurmuş olmak gerekiyor. Elvis’i keşfedene kadar bu çilesini karnaval çığırtkanlığıyla, ardından Güneyli bir Country şarkıcısının menajerliğini yaparak dolduran Colonel Tom Parker tecrübelense de iş etiği biraz sallanıyor ve bu Elvis’le geçecek yıllarına damga vuruyor.
Menajerler haksız değil. Kendisine verdiği gelir payını, yani komisyonu, genellikle ilk günden itibaren haksız kazanç olarak görmeye meyilli sanatçıların kendisini ne zaman yüzüstü bırakacağını (“satacağını”) merak ederek kaygı içinde geçen bir profesyonel kariyer. Eninde sonunda çoğunlukla satılıyor çünkü. Öte yandan, yumruğu ilk yiyen olmamak için ilk yumruğu atma çabası da bu kırılgan ilişkiyi zedeleyebiliyor. Dirayetin, adanmışlığın, alın terinin düpedüz saflıkla, naiflikle, enayilikle özdeşleştirildiği bir toplumda, hatta yeni dünya düzeninde ve bu çağda, her an çarçur edilme ihtimalinin gölgesinde en kısa zamanda küp doldurmaya çalışırken küpün alttan delik olduğunu fark ettiğinde iş işten, aşk serden geçmiş oluyor. El elden üstündür, it ite, it kuyruğuna buyurur çünkü bu endüstrilerde. Kendi koşulları ve çıkarları doğrultusunda Elvis’in önce kariyerini sonra hayatını bitirdiğine dair popüler görüşün hedefindeki ‘Colonel’, sanatçısını ticari anlamda daha iyi ‘satmaya’, yani görevini icra etmeye çalışırken fazla ileri gidiyor ve Elvis’i hakikaten satıyor. Sanatçısını yarış atı, kendisini jokey sanmaya meydan veren popülerlik ve iş hacimleri çoğunlukla atın ölümü, sırtından düşen menajerin de en azından sakatlanmasıyla sonuçlanabiliyor. Failler yine belli, yine aynı: hırs ve para.
İşte buralardan alıyor rüzgarını Gioia’nın anlattıkları. Verdiği birkaç örnekten bahsetmek gerektiğini hissediyorum. Dijital dolandırıcıların bir kız çocuğunun sesini yapay zeka marifetiyle klonlayıp annesini arayarak 1 milyon dolar fidye istemesinden bir inşaat işçisinin deepfake teknolojisiyle Papa’ya giydirdiği pufpuflu beyaz Balenciaga montun gerçek sanılmasına; ülkemizde de hayatın her alanıyla kurulan ilişkinin kalesi Twitter’ın onaylı mavi kuş politikasını değiştirmesinin ardından yüzbinlerce sahte onaylı hesabın belirivermesinden ChatGPT tarafından var olmayan bir makalesi ve katılmadığı bir Alaska seyahati dayanak gösterilerek cinsel tacizle suçlanan bir profesöre kadar sayısız, pek yakında sonsuz diyeceğimiz örnek var önümüzde. Teknolojinin siyasetçilerce, siyasetin teknoloji madrabazlarınca çoktan çuvallara tıkılıp Üsküdar’ın da ötesine geçildiğini anlamak hiçbir şeye derman olmuyor maalesef. Bu berbat yamyam döngüsünün kırılması içinse kimsenin ne vakti var ne aklı. Gelinen nokta, bir zamanlar heybetli kaideler üzerinde duran güven duygusunu boşa çıkarmış görünüyor. Bir Twitter kullanıcısının aşağıdaki önerisi duruma dair çarpıcı bir tespit: yakın çevremizdekilerin bizden gelecek tuhaf ve acil bir görüntülü aramada arayanın bir deepfake/klon versiyonumuz değil, gerçekten biz olduğuna dair “insanlık kanıtı” yerine geçecek bir parola kullanılması!
Güven duygusunu yerle bir etmek için en etkili manipülasyon stratejisi Gaslighting, 2000’li yıllarda mikrodan makroya tüm ilişki alanlarını etkisi altına alarak sosyal medyanın da elverişli habitatıyla varoluşsal ve gerçeklik algılarımızı köklerinden sarstı. Kaderlerini, siyasi stratejilerinin omurgasını bu stratejiye yaslayan sağcı siyasetçilere teslim eden Trump Amerikası, Boris Johnson İngilteresi, Putin Rusyası ve Erdoğan Türkiyesi’nin toplumları faturayı darmadağın olan psikolojileriyle ödedi. Ama faturada, kendilerini böyle ruhlara teslim eden kitlelerce peşinen kabullenilen bir talep kalemi daha vardı: Güven. Küresel teknoloji devleri, finans baronları, politikacılar, yozlaşmış ünlüler ve nüfuz alanı geniş başkaca birçok kişi, grup ve kurum elbirliğiyle bu çok mühim insanî duyguyu ortadan kaldırdı. Pandemiyle zaten afallamış halde, şaşkın ve biçare ortada dolaşan insan, tamamen yitirdiği güvenle iyice kırılganlaştı. Bu yeni denklemin kazananı yok. Tıpkı Elvis Presley ve Tom Parker arasındaki profesyonel ilişkide güvenin yitirilmesiyle iki tarafın da kaybedene dönüştüğü gibi.
Pew Araştırma Merkezi ve PWC tarafından Amerika’da farklı iş alanları ve meslek grupları tahtında güvene dair yapılan güncel araştırmalar, durumun geldiği noktayı çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Bilim ve tıp insanlarından askeriyeye, polisten okul müdürlerine, kamu temsilcilerinden dini liderlere, gazetecilerden iş dünyasının öncülerine kadar tüm kesimlere duyulan güvende hatırı sayılır bir erozyon görülüyor. Aynı zamanda büyük iş insanlarının kendilerine ve yönettikleri şirketlere duyulan güven endeksinde gerçekleri fena halde ıskaladıkları anlaşılıyor. Amerikan toplumunun son yıllarda yaşadıklarının dünya genelini iyi kötü yansıttığını varsaymak pek yanlış olmaz herhalde.
Hakkında hâlâ çok az şeyi bilip anlayabildiğimiz “gerçek” hayatı ve dünya algımızı sanallarıyla değiştirme motivasyonu insanın maymun iştahlılığından mı geliyor yoksa tekamül mücadelesine havlu atmışlığından mı? Teknolojinin sunduğu hızı ve imkanları ilerleme ve gelişmenin kanıtı olarak gören sığ anlayış, aklın, duygunun, güvenin yerine yapay zekayı, sanal gerçeklikleri ve algoritmaları koydukça insanlığın iştahla kazdığı kendi kuyusunu derinleşmeye devam edecektir.