YAZARLAR

Emekçinin sesini kim duyacak?

Olması gereken, devlet kurumlarının sömürü düzenine müdahale etmesi, yargının hak ihlalleri ile ilgili inceleme başlatması, üretim sahalarında denetimlerin artmasıdır. Devlet ne kadar liberal olursa olsun, varlık nedeni olan halka karşı sorumludur, insana yakışır bir yaşam standardından taviz veremez. Ortada bir sorun var, işçileri yollara döken, isyan ettiren, hayatlarından bezdiren, çalışmalarına rağmen iyileşmeyen yaşam koşulları var.

Haftalardır iş güvenliği, örgütlenme hakkı ve adil ücretler için seslerini duyurmaya çalışan Fernas maden işçileri, mücadelelerini görünür kılmak adına Ankara’ya yürüyüşe geçti. Soma’da AK Parti Milletvekili Ferhat Nasıroğlu tarafından işletilen madendeki çalışma koşulları Sanayi Devrimi dönemi İngiltere’sinden pek farklı değil. Madencilik gaz kaçağı, elektrik çarpması, maden çökmesi gibi yüksek ve hayati riskler taşıyor. Maden işçileri yüksek bir fiziksel dayanıklılık gerektirirken, işçilere yaşamlarını sağlamaları ve emeklerini yeniden üretmeleri için verilen ücret ayakta kalmalarına yetmiyor. 2014 yılında Soma’da yaşanan maden faciası da iş güvenliği açısından farkındalık yaratmamış, hala işçiler temel iş güvenliği standartlarından yoksun bir biçimde, hayatlarını riske atarak çalışmak zorunda.

Bir başka sektörde ise Yemeksepeti kuryeleri, şirketin dayattığı zorlu çalışma koşullarına karşılık giderek gerileyen iş güvencesi ve gelir güvencesine tepki olarak siparişlerde kullandıkları çantaları yaktı. Pandemi sürecinde artan taleple birlikte büyüyen lojistik sektörü, kurye istihdamını artırmakla birlikte esnaf kurye modeli üzerinden yeni bir sömürü ilişkisinin yaygınlaşmasına neden oldu. 2022’deki kitlesel direnişten bu yana periyodik olarak tekrar eden direnişler lojistik sektöründeki güvencesiz çalışma koşullarını gündemde tutuyor.

İşçi direnişleri bunlarla da sınırlı değil, Polonez fabrikasındaki işçi direnişi, CarrefourSA işçilerinin zorlu mücadelesi de diğer örnekler. Yine çalışma hayatında gündemde yer alan bir başka konu ise Gazete Duvar’ın sekiz parçalık bir yazı dizisiyle okurlarına sunduğu Mesleki Eğitim Merkezleri’nde (MESEM) çalışan çocukların iş cinayetlerine kurban edilmesi, gencecik insanların meslek edindirme adına köleleştirilmesi ve hayatlarını kaybetmesi oldu. Çalışma hayatındaki sorunlar, ekonomik faaliyet alanından veya demografik kategorilerden bağımsız olarak tüm çalışanları, onların hanelerindeki her bir bireyi ve çalıştıkları tüm işkollarını etkiliyor; sömürü ve güvencesizlik bazılarının hayatlarına mal oluyor. Böyle olunca insan sormadan edemiyor: Neden çalışanlar emeğinin karşılığını alamıyor?

ŞİRAZESİNDEN ÇIKMIŞ BİR PİYASA

En basit mülkiyet hakkının dahi güvence altına alınmadığı, hiçbir yönden denetlenmeyen ve yaptırım uygulanmayan bir piyasada sermaye kârlılığını artırmak için her yolu dener. İşçi sağlığı ve güvenliğini sağlayacak tedbirleri almayarak maliyetleri düşürür. Çalışma sürelerini uzatır, mesai ödemez. Örgütlenen işçileri işten çıkararak gözdağı verir, baskı oluşturur, kendince işçilerin sadakatini sağlamış olur. Ücretleri geç öder, yeri gelir ödemez, elindeki parayı işletip oradan da kazanır. Kol işçisi, beden işçisi olarak çalışan insanlara düşük kaliteli, düşük kalorili yemekler verir, performanslarının düşeceğini düşünmez, nasıl olsa performansı düşük olan gider, yerine yenisi gelir.

İşçinin sağlığından, ücretinden, sigorta priminden çalarak kâra geçtiğini sanan şark kurnazı işverenlerin gözden kaçırdığı en büyük gerçek, aslında bütün bunların farkında olan işçilerin motivasyonunu kaybettiği, işinin hakkını vererek çalışmak yerine gerekenin en azını yaparak sessizce istifa ettiği. Çalışanlar yoksul ve mutsuz, gençler onlardan da umutsuz. Gelir adaletsizliğinin bu kadar kutuplaştığı bir ortamda hala insana yakışır bir çalışma düzeni kuramayan, bölüşüm olmadan üretimin de sürdürülebilir olmayacağını anlamayan sermaye dünyası bindiği dalı kesiyor. İnsana yakışır iş, asgari ücret yerine insanca yaşama ücreti ve sosyal haklar sağlanmayan bir piyasa bir süre için kârlılığı ve sermaye birikimini elde edebilir ama yoksullaşan kitlelerin sistem üzerindeki ağırlığı arttıkça o sistem çökmeye mahkumdur, nitekim kapitalizmin periyodik olarak krize düşmesinin sebebi de budur. Türkiye’nin bugünkü durumu da bu kriz kısır döngüsünün en açık örneklerinden biri.

İŞGÜCÜ PİYASASININ YAPISI

Sorunun ne olduğunu net bir biçimde ortaya koyabilirsek, hedefe yönelik politika adımlarını da aynı netlikte belirleyebiliriz. Dünyayı yeni baştan keşfetmeye gerek yok, verileri doğru okumak, sokağın sesini dinlemek, insanların derdini anlamak yeter.

  • Çalışabilir nüfusun üçte biri istihdamda yer almıyor. TÜİK’in Eylül ayında yayınladığı işgücü verilerine göre 15 yaş üstü nüfus için istihdam oranı yüzde 49,6, yani çalışma yaşındaki nüfusun ancak yarısı çalışır durumda. Geri kalan yarısı içinde 65 yaş üstü yüzde 14’lük bir kesimi dışarıda tutarsak, 15-65 yaş arasında yer alan ve istihdam içinde yer alabilecek en az yüzde 35’lik bir kesimden daha söz edilebilir.
  • İşsizlik rakamları gerçekleri yansıtmıyor. Yapısal olarak yüzde 9-10 bandında yer alan işsizliğe bakarak işsizliğin büyük bir sorun olmadığını düşünmek yanlış olur. İşsizlik resmi olarak iş başvurusu yapan, belli bir süre çalışmamış ancak çalışmaya istekli olduğunu beyan edenleri kapsıyor. Hiç başvuru yapmayan, iş aramayan kimseler işsiz sayılmıyor. Bunun yerine işgücüne katılım oranı, yani çalışma ve iş arama durumunda olanların oranı daha gerçekçi bir veri sunuyor. Bu oran toplamda yüzde 54,4, erkekler için yüzde 72,4 kadınlar için yüzde 36,8.
  • Çalışma hayatında kadının adı yok. İstihdamdaki kadın oranı yüzde 32,2, işgücüne katılımda yüzde 36,8, işsizlikte ise yüzde 12,4. Bu kadınlar nerede? Hızlıca savunmaya geçenler, ücretsiz aile işçiliği ve kayıtdışı ekonomideki kadın emeğinden söz ediyor, ancak gerçekte kadınların önemli bir kesimi ekonomik karşılığı dikkate alınmayan ev içi emek ve bakım emeğinden sorumlu oluyor, işgücü piyasasındaki sınırlılık ve fırsat eşitsizliği nedeniyle sistemin dışına itiliyor.
  • Gençlere yönelik işgücü piyasası politikaları yetersiz ve yanlış. 15-24 yaş aralığındaki işsizlik oranı toplamda yüzde 16,6, erkeklerde yüzde 12,2, genç kadınlarda ise yüzde 25. Burada birinci sorun gerek ortaöğretimdeki mesleki eğitim programlarının gerekse üniversite düzeyindeki derece alanlarının gençlerin istihdam olanaklarını geliştirmeye yaramaması. Gazete Duvar’da yer alan MESEM deneyimleri, mesleki eğitimde yeni bir modele ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Üniversite mezuniyeti, mezunların çok küçük bir kesimine fırsat yaratıyor. İkinci bir sorun ise, yanlış kurumsal yaklaşımlara ek olarak geleneksel ataerkil sistemin genç kadınların işgücü piyasasındaki risklerini artırması.
  • İnsana yakışır iş Türkiye için ütopya. Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından tanımlanan ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarından biri olan insana yakışır iş kavramı dört temel unsuru kapsıyor: istihdamın ve girişimciliğin desteklenmesi, işyerinde hakların garanti altına alınması, sosyal korumanın yaygınlaştırılması ve sosyal diyalogun güçlendirilmesi. Türkiye’de işgücü piyasasına dahil olan, istihdama ulaşabilen her çalışan, sektörü, deneyimi veya eğitiminden bağımsız olarak sömürüye maruz kalıyor. Uzun çalışma saatlerine karşılık düşük ücretler, iş tanımı dışında yüklenen sorumluluklar, mesai saatleri dışındaki beklentiler ve çoğu zaman mesai ücretinin ödenmemesi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin kâğıt üzerinde kalması, dahası iş güvencesi ve gelir güvencesinin de sıklıkla sekteye uğraması, eksik sigortalar, eksik primler, kullanılmadan heba olan izinler Türkiye’de çalışma hayatının hâkim aksaklıkları.

Bu iktidar bu derde deva olur mu?

Böyle bir durumda olması gereken, devlet kurumlarının sömürü düzenine müdahale etmesi, yargının hak ihlalleri ile ilgili inceleme başlatması, üretim sahalarında denetimlerin artmasıdır. Devlet ne kadar liberal olursa olsun, varlık nedeni olan halka karşı sorumludur, insana yakışır bir yaşam standardından, insanca yaşamaya uygun bir ücretten taviz veremez. Toplumsal barışı ve kamu yararını gözeteceğimiz asgari prensipler bunlar değilse nedir? Ama tabii, turizm şirketi sahibi turizm ve kültür bakanı, özel okul sahibi milli eğitim bakanı, hastane sahibi sağlık bakanı, milletvekili aynı zamanda maden işletmecisi olursa devlet devlet olmaktan çıkar, holdinge dönüşür. Böyle olunca da artık devlet kurumlarının bağımsız ve kamuya öncelik verecek bir biçimde işlemesi mümkün olmaz. Ortada bir sorun var, işçileri yollara döken, isyan ettiren, hayatlarından bezdiren, çalışmalarına rağmen iyileşmeyen yaşam koşulları var. Sorunun ne olduğu belli, ama muhatabı yok.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.