Emel İrtem’in ‘Hu’su
Emel İrtem’in yeni şiir kitabı 'Hu', Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Emel İrtem’in yeni kitabı, her biri bir kapı olarak belirtilen ve her kapının bir adla anıldığı üç bölümden, yirmi beş şiirden oluşuyor.
Kısaca ‘Doksanlar’ da denilen 1990’lı yıllar, Türkçe şiirde, seksenli yılların aksine enine boyuna konuşulmuş, derinliğine tartışılmış bir dönem olmadı. Bir başka deyişle, bu konuda sözü olanlar ve söz almak isteyenler eteklerindeki taşı henüz tam manasıyla dökmüş değiller. Buna karşın seksenli yılların parantezi açıldı ve kapandı, bu on yıllık aralığa ait ne varsa teşrih masasına döküldü. Bu dönemin şairlerinin yazılı, sözlü portresi çizildi, şiirlerinin karakteristik özellikleri belirlendi. Artık herkes seksenlerin şairlerini tanıyor, bu dönemde nasıl bir şiir oluştuğunu, yeterince biliyor!
Öte yandan, bugünkü şiirde seksenli yılların etkilerinden daha fazla doksanlı yılların şiir arayışlarının izleri görülmekte. Örneğin seksenli yıllarda merkeze yerleşmeye çalışan şiir anlayışlarından biri de “hiç kimsenin şiiri”ni yazma yönelimi olmuştu. Bu girişimi geçersizleştirense, daha doğrusu bitiren hamleyse doksanlı yılların “kendinin şiiri”ni yazma girişimi olarak geldi. Tereddüde düşmeden diyebiliriz ki doksanlar, “kendinin şiiri”ni yazan şairin önünü açmıştır. Bir başka söyleyişle “kendinin şiiri”ni yazan şairin yolu bu dönemde açılmıştır. “Kendinin şiiri”ni yazmak elbette doksanlı yıllarda başlamadı. Modern Türkçe şiirde doksanlı yıllardan önce eğer “kendinin şiiri”ni yazan şairler için örnek aranacaksa Metin Altıok adı ilk sırada yer alır.
Doksanlı yılların, modern Türkçe şiirde ağırlıklı eğilim olarak “kendinin şiiri”ni yazma tavrının hem şair kadınların hem de Türkçe yazan Kürt şairlerin de önünü açtığını söylemek gerekir. Bu dönemde daha önce hiç olmadığı kadar çok şair kadın ve Türkçe yazan Kürt şair doksanların şiir gemisine binmiş, nefesleriyle o geminin yelkenlerini şişirmişlerdir.
Modern Türkçe şiirde değişik dönemleştirme imkânları söz konusu. Onlardan ilkini İkinci Yeni dalgasına kadar toplumun, ulusun, halkın şiirini yazma eğilimi olarak tanımlayabiliriz. İkinci Yeni, bireyin, birey olmanın, kentli birey olmanın şiirini aramış, yazmaya yönelmiştir. Altmışlardan başlayıp seksenli yıllara gelene kadar olan süreçteyse genel eğilim halkın ve toplumun şiirini yazmak olarak belirmiştir. Seksenli yıllarda, Onikieylül askeri darbesinin getirdiği koşulların da dayatması ve yönlendirmesiyle özellikle bir grup tarafından “hiç kimsenin şiiri”ni yazma tutumu egemen kılınmaya çalışılmıştır. Doksanlı yılların şairiyse bir yandan bu “hiç kimsenin şiiri”ni yazma yönelimini saf dışı bırakmış, bir yandan da ne yazıp yazamayacağının araştırmasına girmiştir. Açıkçası şiirdeki gücünün, ne yapıp yapamayacağının, yeteneğinin bilincinde, potansiyelinin farkında bir tutum sergilemiştir. Dahası haddini bilmiş, adımını ona göre atmış, tavrını ona göre belirlemiştir. O nedenle diyebiliriz ki doksanlı yılların şairi halkın şiirini, ulusun şiirini, toplumun şiirini yazmak gibi bir iddia geliştirmemiştir. Böyle bir iddia geliştirecek gücü ve cesareti kendinde bulamamıştır da diyebiliriz. Öte yandan sosyal, siyasal, kültürel koşullarla belirlenen zamanın ruhunun da bu dönem şiirinde etkili olduğunu unutmamak gerekir.
Belirttiğimiz etkenlerin de rol oynamasıyla doksanların şiirinde samimiyet son derece dikkat çekici bir özellik olarak ön plandadır. Bu dönemin şairi yazabileceği şiirin, ancak “kendinin şiiri” olacağını tespit etmiş ve buna yönelmiştir. Toparlayacak olursak, diyebiliriz ki modern Türkçe şiirde şairin “kendinin şiiri”ni yazması, yaygın biçimde doksanlı yıllarda benimsenmiş bir eğilim olarak gelişmiştir. “Kendinin şiiri” doksanlı yılların deneyimi ve kazanımıdır…
Doksanlı yıllarda şiire başlayan şair kadınlardan biri de Emel İrtem’dir (1969). İrtem’in ilk şiiri İblis dergisinde yayımlanır. 'Divaneliğe Dönen Pergel' 1999’da ilk kitabı olarak okurla buluşur. İkinci kitabı 'Zehirli Rüya' 2006’da yayımlanır. Bir yıl sonra 'Marcus’un Lisan-ı Kalbi', 2009’da 'Zaviyesi Yıkık Gönye', 2013’te de 'Sana Seviyem' yayımlanır.
Emel İrtem’in yeni kitabı 'Hu', Yitik Ülke Yayınları tarafından geçen günlerde okurla buluştu. Kitabın dikkat çeken kapak tasarımında ise ünlü grafik tasarımcı Savaş Çekiç’in imzası yer alıyor.
'Hu' için sözlüğe bakmadan, bir seslenme, ünleme sözü olduğunu söyleyebiliriz. Karşıdan karşıya ya da öndekinden arkadakine, çoğunlukla arkadakinden önde olana doğru… Ama daha çok karşıdan karşıya…
Türkçe sözlük 'Hu'nun “Neredesin”, “Bana bak” anlamında olduğunu ve daha çok kadınlar tarafından kullanıldığını belirtiyor. İkinci anlamınınsa “dervişler arasında selam” olduğunu kaydediyor.
'Hu'nun, “nerdesin, bana bak”la başlayıp “ne var ne yok”tan sonra gelen koyu bir sohbetin başlangıcı olduğunu da söyleyebiliriz… Elbette seslenip karşıdakinin dikkatini çektikten sonra sözü incelte incelte, içini dökme isteğinin gerçekleşmesine yönelik bir adım da diyebiliriz.
Emel İrtem’in yeni kitabı, her biri bir kapı olarak belirtilen ve her kapının bir adla anıldığı üç bölümden, yirmi beş şiirden oluşuyor. Kitap Covid salgınında yaşamlarını yitiren sağlık emekçilerine ithaf edilmiş…
İrtem kitabında 'Hu' diyerek sesleniyor bize… Sonra da başlıyor sözü incelte incelte konuşmaya, anlatmaya, içini dökmeye… Ne konuşuyor? Ne anlatıyor? Onu şiir söylüyor. Emel İrtem bizimle, yani okurla şiirin diliyle konuşuyor. İşte, kitaba da adını veren ve birinci kapı “Plato” bölümünde yer alan ilk şiir 'Hu'dan bir bölüm:
komşu,
“bilmeyen bildi
çalan çalıştı
cinayet bize alıştı” diyor.
kızılçamların, leoparların
ve çocukların kaybolduğu topraklarda
çatlaklarından sızan o eski türküleri
bir ketum bulut
avludaki yıkık derinlerdeki batık söylüyor.
Emel İrtem’in derdi şiir söylemek değil. Bunu daha baştan dile getirme gereksinimini oluşturan neden, hem tek tek şiirlerin uyandırdığı intiba hem de kitabın bir metin olarak yaslandığı sorunsal. Bu açıklamaya şunu da ekleyelim: İrtem, şiiri araçsallaştırmıyor. Öte yandan mutlaklaştırma, amaç olarak kutsallaştırma, yüceltmeye de yönelmiyor. Şairinden önce şiirler bizi şuna ikna ediyor: Bu şiirli dil insan olmanın, kadın olmanın, yetişkin olmanın, âşık olmanın, sevgili olmanın, Türkiye’de olmanın, bu çağda olmanın sergüzeştini tüm hakikatiyle söyleme arzusunun sonucudur. Bu galiba şairin poetik tavrının kurgusal olmaktan çok kılgısal olmasıyla da izah edilebilir. Söylemesek eksik kalacak; İrtem’in ilk şiirlerinden başlayıp bugüne değin kendine has bir şiir dili geliştirmiş olması da önemli. Kendini, kendi dilinden ödün vermeyen tavırla söylemek dertle dil arasındaki makasın sıkı sıkı kapanmasını da sağlıyor. Aktaracağımız betikler kitabın ikinci kapısı olan “Koyak” başlıklı bölümde yer alan “Dönüş Yolu” başlı şiirden:
geçtim dünya hallerinden ve yetmiş bin sırattan
ama geçemedim dolaylarından bari fezada gezdir
hep güzel bir rüyanın başında doğuyorum
sonra ölüyorum kâbusunda sevgisiz birinin
geçtim gözlerin gibi bahçeleri alarak
bu asmaların en taze yaprağı gözlerin
ve dokundum çenende güzden bir kuru yaprak
bir yaprak böyle titrer rüzgâra karşı
(…)
hiç kimseyi sevmemek de mümkündür
her gün yeniden soyunup giyiniyor akıl
bu deli dünyanın çukuruna atılmış
geçtim kendimden beni buldur
beni buldurduğun yerde kendine doldur.
Şair 'Hu' diyerek başlıyor ve derdini söylüyor, içini döküyor, başına gelenleri, başından geçenleri şiirin diliyle aktarıyor: Bak başıma neler geldi, bil başıma neler geldi der gibi… Öyle ki şiirler, okudukça bizi de ortak olmaya yöneltiyor. Sadece şairin derdi değil, ortağı olduğumuz. Öpteki sevgilinin ölünce çöpteki sevgili oluşuna ve çöpteki sevgilinin bilgiye dönüşmesinin de dert ortağı oluyoruz birdenbire. Tıpkı “bir ülke kayboluyor coğrafyadan / hatırlamıyorum dışında mıyım içinde mi” diye sorduğunda olduğu gibi…
İrtem’in şiirinin önemli özelliklerinden biri de zorlamasız, kasıntısız, zaman zaman dalgacı, ironik, esprili şiir dili… O şiirlerin sesine, sözüne, jestine, mimiğine sinmiş neşeli keder, acı gülümseme şiire süzülmüş hayatın tortusu gibi. Kitabın üçüncü kapısı “Kesafet”i araladığımızda bizi karşılayan “Küme Düşmek” başlıklı şiir oluyor. Okuyacağımız bölümler bu şiirden:
bir parçam gibiydin anla beni
bahçemin dışında açan gül
vardın ve yoktun bu mevsimin içinde
o halde neden tutkuyla öptüm
aynalarda kendimi sen diye...
(…)
üzgünüm bu gezegen biraz yuvarlak
sevmenin pek çok köşesi var
ancak kusurlu olmak aslında iyidir
kırıldığım yerde genişlik
fileli bulut çırpınan ayak
doğasından şikeli bir maç
küme düşünce dizim acır sanırdım
öpenlerim çok oldu maşallah!
Emel İrtem kendinin şiirini yazan şairlerdendir. Yeni kitabında da bu tavrını sürdürüyor. Hırpalanmışlığından, yıpranmışlığından, yorgunluğundan söz ederken olduğu gibi yetişkinliğinden dönüp çocukluğuna bisiklet yolculuğu yaptığında da, hayatın üstünde uçarken ya da kıyılarında gezinirken de öyle… “Kendinin şiiri”ni yazmak önemli, ama o “kendinin şiiri”ni başkalarının “kendinin şiiri” olarak okuyacak biçimde söylenmesi daha önemli… Emel İrtem bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini bizim için 'Hu'da örneklendirmiş diyebiliriz.
Kitabın son şiirinden, “hoşça kal” diye başlayıp “merhabayın”la biten “Emel-Hak”tan son iki betiği aktarıyoruz:
hoşça kal şenlik ateşim, ter kokum
hoşça kal ormanda kaybolma cesaretim
mola yerlerinde unutulmuş gibiyim
yirmiler otuzlar kırklar hoşça kal
omuzlarımda çekirdek çitliyor melekler
ve vahşi köpekler arkadaşım
anladım, geceye yürür güneşler
ibrahim’i kim yakıyor anladım
emel-hak belki kibrit markasıdır
belki gizden gölgeden kelama akan,
“gerçekleşmesi imkânsız bir istek” olan adım
pusulasız denizlere açılmış
hâlâ yüzen teknenin adıdır.
müteheyyiç bir rüzgârın günahıdır.
merhabayındır.
'Hu' demiş Emel İrtem, “bana bak” demiş… İma yoluyla bana bakarken kendine bakacaksın da demiş…
İmaların, çağrışımların, anıştırmaların derinleştirdiği şiirler toplamı 'Hu'yu şiir okuru kaçırmasın diyeceğiz. Muhtemelen öyle olacaktır.
Bu arada, 'Hu'nun, şiir okumayanlar için de iyi bir başlangıç kitabı olabileceğini belirtelim…