Emin Gürdamur: Şeytan, Türk edebiyatında kendine yer bulamamıştır

Emin Gürdamur'la Ketebe Yayınları'ndan çıkan 'Âşık Şeytan Kör Talih' kitabını konuştuk. Gürdamur, "Şeytan anlatıları insanın hikâyesidir; ayartısıyla yabancısı olmadığımız ruhun adıdır şeytan" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Trabzon’un Of ilçesinde dünyaya gelen Emin Gürdamur, genç yaşlarından itibaren yerel gazetelerde muhabirlik ve editörlük yapmaya başlar. İlahiyat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda şu günlerde yayımlanan kitabının altyapısını oluşturan çalışmalara başlayan Gürdamur, 2013’te Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması’nda 'Kırık Kalem' isimli öyküsüyle ikincilik ödülünü kazanır. 2017 yılında 'Atları Uçuruma Sürmek' isimli öykü kitabı ESKADER tarafından yılın öykü kitabı olarak seçilir.

Gürdamur, son olarak 'Âşık Şeytan Kör Talih' isimli bir inceleme kitabı kaleme aldı. Ketebe Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabında şeytan imgesini, gerek kültürel, gerekse de sanatsal anlamda irdeleyen Gürdamur’la bir araya geldik ve çalışmasını konuştuk.

Şeytan imgesi, coğrafya fark etmeksizin, her insanın gerek kötülüğe, gerekse de başka olumsuz olgulara bir karşılık yaratmak ve bunu tanımlamak için nitelediği bir olgu olageliyor. Siz, kişisel yaşamınızda bu imge üzerine ne zaman düşünmeye başladınız? Bu düşünme süreci, bir kitap haline dönüşüne kadar hangi evrelerden geçti?

Şeytan imgesi, muhtemelen herkes gibi çok erken yaşlarda, çocukluk yıllarında üzerinde düşünmeye başladığım bir imge. Doğup büyüdüğümüz kültürel çevre, imgeler vasıtasıyla bize anlamlar örüntüsü sunar. Bu örüntü, özgürlük kadar esareti beraberinde getirir. Nedense şeytan imgesi, tıpkı Tanrı imgesinde olduğu üzere insan muhayyilesinde alabildiğine öznel bir alan bulur. Şeytan, ilginç bir şekilde her yaşta farklı yüzlerle zihnimizde belirir. Söz gelimi pozitivist etkilerle onu tümüyle yitirdiğimizde bile bu defa Baudelaire’in o meşhur sözüyle belirir: “Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır.” Bu ancak onun hayatla iç içeliğiyle açıklanabilir. Hayatla bu kadar içli dışlı olabilen imgeler, sonsuz boyut kazanabilirler. Onları çerçeve içine alamayız, çitleyemeyiz, belirleyemeyiz. Sanırım yaşamımız boyunca kötülükle yaptığımız kesintisiz konuşma ve o konuşma esnasında elde ettiğimiz bulgular, şeytanın bir şekilde güçlü bir imge olarak zihnimizde yaşamasına olanak sağlıyor.

Kitabı yazma macerama gelince, bu yolculuğu 'Faust' mitinin tetiklediğini söylemek isterim. Bilindiği üzere Goethe’nin başyapıtı 'Faust'ta karşımıza çıkan Mefistofeles, şeytanın Batı’da egemen teolojik imajının dışında; kasvetten uzak, zeki, eğlenceli, kurnaz, özetle yepyeni bir kimliğe sahipti. Yapay insanın ve kâğıt paranın mucidi olarak aslında bir Aydınlanma dönemi şeytanıydı o. Teolojik bir figürün edebiyatla kazandığı boyut göz ardı edilebilecek gibi değildi. Elbette insanlığın bu en güçlü arketipinin Doğu ve Batı edebiyatında izini sürmek, pek çok açıdan onun psikolojik, kültürel ve sosyolojik izlerini de sürmeyi gerektiriyordu. Kitabı bir bütün olarak tasarlamış olmama karşın, sürecin benim belirlemelerimin dışında, kendine has bir seyir izlediğini söyleyebilirim.

'KİTAPTAKİ BAZI BÖLÜMLERİN ÜSTESİNDEN ÖYKÜCÜLÜĞÜMLE KALKABİLDİM'

'Âşık Şeytan Kör Talih' her ne kadar bir inceleme kitabı olsa da, sizin yayımlanmış çok sayıda öykü kitabınız da var. Bu öykülerle ödüller de aldınız. Bir inceleme ya da öykü kitabı kaleme alırken, dil meselesine nasıl yaklaşıyorsunuz? Ek olarak iki tür arasındaki üslup farkını nasıl ifade ediyorsunuz?

Evet, bu sorunun bende ciddi bir kriz merkezine ayna tuttuğunu itiraf etmeliyim. Şöyle ki öyküye ara vererek kitabı yazarken, kitaptan yorulup öyküye sığınırken yaşadığım geçişler beni en çok yoran şeylerin başında geliyordu. Öyküde alabildiğine dalgın olmanız gerekirken inceleme metninde elinizden geldiğince ayık kalmanız icap ediyor. Kesinlikle bir bilinç yarılmasına maruz kaldığımı ama bunu deneyimlemenin hazzını sonuna kadar yaşamam gerektiğine inanıyordum. Tabii bu süreçte, mesleğimin editörlük olmasının, metinlerle arama mesafe koyabilme alışkanlığımın hayli katkısını gördüğümü, bununla birlikte kitaptaki bazı bölümlerin altından öykücülüğümle kalkabildiğimi de söylemek isterim.

Aşık Şeytan Kör Talih - Şeytanın Kültürel Biyografisi, Emin Gürdamur, 331 syf., Ketebe Yayınları, 2021.

İnsanın, kötülük olgusuyla arasındaki ilişki, neredeyse ilk insanlara kadar uzanıyor. Zamanla da bu olgu, insanlık tarafından –istemli ya da istemsiz- sahipleniliyor. Peki, din bu ilişkinin neresinde?

Hepimiz yaşamında kaçınılmaz biçimde iki büyük sorunla yüzleşiriz. Hatta diyebiliriz ki kimliğimizi, aşklarımızı, nefretlerimizi, zaferlerimizi, yenilgilerimizi pek de farkında olmadan bu iki problemin gölgesinde yaşarız: Ölüm ve kötülük. Mitolojiden folklorik anlatılara, dini öğretilerden felsefeye kadar temelde cevabı aranan sorular bu iki olgudan beslenir. Kötülük öyle kolayca göz ardı edebileceğimiz bir mesele değil.

Kötülüğün sahiplenilmesi konusunda modern sanatçı için bir parantez açmamız gerekiyor. Modern dönemde sanatçı, kötülük tarifini devletin ve dinin tekelinden alarak yepyeni imtiyaza kavuşturdu. Milton’da, Baudelaire’de hatta Picasso’da kötülüğün, çirkinliğin ve ahlak dışılığın tepkisel bir tutum olarak yüceldiğine şahit oluruz. Ama bu zıtlaşma retoriğinin kötülüğün değirmenine su taşıdığını iddia edemeyiz. Sanatçı, kötülüğü bir çığlık olarak sahiplenmiştir.

Kötülük ve felsefi anlamda kötülük sorunu, dinlerin daima ilgilendiği, bir şekilde açıklamaya çalıştığı olguların başında gelir. Hatta daha genel bir şey söyleyebiliriz. İster teoloji, ister mitoloji, felsefe ya da sanat alanlarında olsun hayatın anlamını çözümlemeye yönelik bütün cüretler, kötülük olgusuyla karşılaşmak zorundadır. Kabil’in cinayetinden tutun Epiküros’un kötülük sorunu söylemlerine, Gazali’nin mümkün dünyalar nazariyesinden Leibniz’in teodisesine kadar aslında konuşulan, tartışılan, anlaşılmaya, açıklanmaya çalışılan mesele kötülüktür. Din bu ilişkinin göbeğinde duruyor. Çünkü o, bir şekilde iyiyi tarif ederken kötüyü ve kötülüğü de çerçeve içine almış olur. Geleneksel dönemde daha çok şeytanla ilişkilendirilerek izah edilen kötülük, modern dönemde arketiplerle, bilinçaltıyla içeriklendirilerek farklı bir derinlik kazandı. Bu, kötülüğü dinlerin gündeminden çıkarmadığı gibi, daha karmaşık bir probleme dönüştürdü.

'HER MİT ASLINDA BİR YARATILIŞ ÖYKÜSÜDÜR'

Şeytan imgesinin kültürel boyutuna bakarken, ayrıca mit ve dinlerdeki karşılığına da odaklanıyorsunuz. Bu imgenin, her kültür ve dinde karşılığının olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu durum, yalnızca insanın kötülüğüyle ilişkili olabilir mi?

Elbette. Hatta daha ötesini de söyleyebiliriz, her kültürün şeytan imgesiyle kurduğu ilişki, onun psikolojisini, sosyolojisini, ahlakını, siyasetini örmüş, en azından dokusuna imzasını atmıştır. Kolayca görünebilecek kültürel girdilerden, çıktılardan söz etmiyoruz. Bireyi ve toplumu daha derinlerden besleyen, inşa eden, biçimlendiren tesirlerden bahsediyoruz.

Dünyanın muhtelif kültür havzalarında şeytan ve cadı söylencelerinin şaşırtıcı bir biçimde birbirine kafiye düşmesi gerçekten hayret vericidir. Bir Slav halk hikâyesiyle bir Altay destanının, bir İskandinav mitiyle bir Uzak Doğu manisinin temelde aynı hikâyeyi anlatması, şeytan ya da şeytani varlıklarla ilgili ayrıntılar bakımından yoğun bir benzerlik ihtiva etmesi, şahsen benim bu araştırma boyunca en çok şaşırdığım konulardan biri olmuştur. Sanırım şeytanın her kültürde kendisine geniş bir yer bulmasının sebebi, onun aynı anda pek çok soruya cevap veriyor olmasından kaynaklanıyor. Her şeyden önce unutmamalıyız ki şeytanın varlığı Tanrı’nın varlığının sağlamasıdır. Öte yandan, kötülüğün soyut, değişken ve bilinmez bir yapıda olması insanlara daima huzursuzluk vermiştir. Şeytanın varlığı tehlikeyi tek bir noktada toplamak suretiyle tedirgin zihinlere konfor sağlamıştır.

İnsan, elbette kötü bir varlıktır. Onun iyilik de yapabiliyor olması bu gerçeği değiştirmez. Modern dönemde insanın karanlık yanını açıklayan bilinçaltı tezleri, şeytanın tefsiri olarak okunabilir mi? Kitapta Freud ve Jung özelinde bunun imkânlarını da aradım. Neticede modern psikiyatrinin, ruh sağlığı ile mitler arasındaki ilişkiyi geçen yüzyılın başında keşfettiğini unutmamalıyız. Mitsel olanla dinsel olan arasına bir çizgi çekilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Mircae Eliade, mitin temelde kutsal bir öykü anlattığını söyler. Her mit aslında bir yaratılış öyküsüdür. Şeytan anlatıları insanın hikâyesidir neticede. İsyanıyla, ayartısıyla, karanlığıyla pek de yabancısı olmadığımız bir ruhun adıdır şeytan. Söz gelimi adının Türk mitolojisinde Erlik olması bir şeyi değiştirmez. Onun ne yaptığını görebilmek için bir Altay kara şamanının peşine takılıp yer altı dünyasının zorlu geçitlerini bir bir aşmamız falan da gerekmiyor. Son birkaç yüzyıl içinde sömürgeciliğin ve kapitalizmin dünyayı ne hâle getirdiğine bakmamız kâfi. Faili insan olan cürümler, bize şeytan ile insan arasındaki o yıkıcı kardeşlik hakkında hayli fikir veriyor.

Çalışmanızın bir diğer dikkate değer yanı, edebiyatçıların ve yazarların bu imge üzerine sıklıkla yazması ve neredeyse imgenin kendisini değişen çağ ile birlikte yeniden üretmesi… Bir edebiyatçı da olduğunuz için soruyoruz: Herkes tarafından iyi ya da kötü bir şekilde tanımlanan bir imge üzerine yazmak, riskli değil mi? Ayrıca Goethe ve Mary Shelley gibi yazarlar bununla nasıl baş etti?

Aynı imgeyi yeniden yazmak, uyarlamak yazar için risk kadar güven de barındırır. Çünkü herkesin zihninde karşılığı bulunan evrensel imgeler, okurdaki aşinalığa hitap ederler. Örneğin Goethe’nin 'Faust', Matthew G. Lewis’in 'The Monk', E.T.A. Hoffmann’ın 'Şeytanın İksirleri' eserlerinde yoldan çıkma deneyimleri âdeta çağın tercümesiydi. Hatta Mary Shelley’in 'Frankenstein'ı için sonraki yüzyılların tercümesi bile demek mümkün. Aydınlanma Çağı’nda şeytanın hedef seçtiği kurbanların en büyük zaafı bilme ihtirasıydı. Kadim şeytan anlatılarında ise zenginlik veya şehvet daha yaygın zaaflardı. Kurbanın ilgilerinin değişimi şeytan imgesinin de değişimine, belli ölçüde zekâ ve yorum kazanmasına zemin hazırlamıştır. Ki sanat zaten bir bakıma yeniden inşa faaliyetidir. Goethe, kendinden çok önce yazılan bir Alman efsanesini 'Faust' adlı başyapıta çevirirken bunu yapmıştı. Sanat, kurgusal olanın üstesinden her zaman gelmiştir.

Şeytanın tekrar yazılması bir yana aynı motifin tekrar tekrar başarılı uyarlamalarına bile şahit oluruz. Hatırlayalım. Christopher Marlowe’dan yaklaşık iki yüzyıl sonra Goethe aynı anlatıyı yazdı. Daha sonra Thomas Mann o hikâyenin bambaşka bir versiyonunu kaleme aldı. Hepsinde şeytanın yeni maskeler, yeni maharetler elde ettiğini görüyoruz. Anlatının özü değişmemiş ama konular, kişiler, olaylar değişmiştir. İşte şeytanı o özde aramalıyız. Onun evrensel yüzü, yani hepimizi ilgilendiren yüzü, insanın varoluşsal yanıyla yakından ilişkili. Belki burada bir nebze olsun yazarların baş etmek zorunda kaldığı güçlük olarak şundan bahsedebiliriz. Bu kadar yaygın ve yerleşik bir imgeyi, dahası din tarafından sınırları önemli ölçüde çizilmiş bir figürü koltuğundan kaldırıp yeni bir kimlikle dolaşıma sokmanın başka türden riskleri vardı. Unutmamak gerekir ki bütün o cürümlerden sonra 'Faust'u cennete yollayan Goethe, çağdaşları tarafından yerden yere vurulmuştu. Sanatçı bu eleştirilerin üstesinden “sorumluluk” prangasından kurtularak ve şeytani yaratımın hazzına sığınarak gelecekti.

Yine edebiyattan yola çıkarak, diğer sanat dallarıyla da ilişki kurduğumuzda, şeytan imgesinin bu coğrafyada bu denli etkili olmasına rağmen, sinemada, edebiyatta, müzikte vs. güçlü bir figür hâline gelememiş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, şeytan Türk edebiyatında kendine yer bulamamıştır. Ama Türk edebiyatında şeytani yaratım da yer bulamamıştır ki sanırım Türkiye’de bunu ilk düşünen isimlerden biri Hilmi Ziya Ülken’dir. 1942 yılında yayımladığı 'Şeytan’la Konuşmalar' adlı eserinde şeytanı, Türk romanındaki kriz hakkında konuşurken görürüz. Orada şeytan, Türk sanatçısının yıkımı göze alamadığı için şeytani cesaretten mahrum kaldığını ve dünya çapında eserler veremediğini söyler.

Sizin sorunuz özelinde meselenin en başına gidelim isterseniz. Bizde şeytanın yok sayılması ile fantastik edebiyatın talihsiz serüveni aynı sebeplere dayanır. Okuryazar çevrelerinde uzun yıllar egemen olan katı pozitivist refleksler fantastik edebiyata göz açtırmamıştır. Giritli Aziz Efendi’nin 1796-1797 tarihinde kaleme aldığı 'Muhayyelat'ı bu bakımdan öncü olabilecek bir eserken Ahmet Mithat Efendi’nin sert ironisine kurban gitmiştir. Namık Kemal bu tür eserlerin ancak “kocakarı masalı” olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Aynı pozitivist tavır, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 'Cadı' ve 'Gulyabani' romanlarında da ortaya çıkar. Gürpınar, gotik figürleri eserlerine, çağdaşı yazarlar gibi yadsımak için sokar. Çünkü ona göre sanatçının gayesi halkı aydınlatmaktır ve bu gaye edebiyatın önündedir. Cadı ve gulyabani gibi toplumsal muhayyilede karşılığı olan varlıklar, kelimenin tam anlamıyla inkâr edilmek için eserlere konu edilir. Berna Moran’ın da dediği gibi Gürpınar romanında asıl gaye “Batı’nın maddeci pozitif düşüncesini ülkesine aktarmaya, halkın gözünü açmaya ve cinlere, perilere, fala, bakıcılığa olan inançların kırmaya” dönüktür. Az önce Goethe’nin “sorumluluk” prangasından kurtularak dünyaya özgün bir kurgu armağan ettiğini söylemiştik. Anlaşılan o ki Türk edebiyatında şeytan imgesinin yer bulamamasına “sorumluluk” prangası sebep olmuşa benziyor.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Açıkçası dünya edebiyatında şeytanın kültürel biyografisinin izini sürmek benim için yorucu bir deneyimdi. Diyebilirim ki 'Âşık Şeytan Kör Talih' kitabı, öykü yürüyüşümde bir parantez. Muhtemelen bundan sonra da öykü yazmaya, yayımlamaya, öykü üzerine düşünmeye devam edeceğim. Günlerim kafamın içinde birbirinin ayağına basan öyküleri yine kafamın içinde istiflemeye çalışmakla geçiyor. Onları birbirinden ayırabilirsem yazmaya başlayacağım.