Emirali Yağan: Eksik bırakılmış bir eserdir hayat

9 Nisan'da Paris’te hayatını kaybeden şair Emirali Yağan’la son söyleşiyi, Duisburg’da yaşayan Alirıza Güler gerçekleştirdi. Güler, “zamanıdır şimdi” diyerek söyleşiyi Gazete Duvar için hazırladı...

Google Haberlere Abone ol

Alirıza Güler

DUVAR - İnsanlar tarih boyunca hep bir hayalin peşine düşmek, gitmek, bulmak, görmek istedi. Hep yeniye, bilinmezliklere ulaşmak için yol aldı. Kimi ayağını bastığı yerde olmayan başka hayatları, kimi ölümsüzlüğü, kimi sınırsızlığı/sınıfsızlığı bulmayı düşledi. Ben kadim dostum Emirali Yağan’a "gitmelerin şairi" dedim. Muhtemel ki umutsuz bir hastalık gelip kendisini bulmasa gitmelerine devam edecekti. Emirali ile dostluğumuz çok uzun yıllara dayanıyor. Hani bazıları için hafızamın yarısı dersiniz. Mehmet Çetin’den sonra benim hafızamın yaşayan yarısıydı Emirali. Hastalığı döneminde de Almanya’dan kalkar yanına Paris’e giderdim ziyaretine. Konuşur, tartışır, didişir ve ama mutlu ayrılırdık hep.

Bu buluşmalarımızda onunla kısa söyleşiler yapardım. Burada okuyacağınız söyleşiyi 2021 yazında, amansız hastalığının yanında ayrıca geçirdiği ağır bir korona sonrası yaptım. Yarasını saklar gibi saklamıştık gerçeği birbirimizden. Ancak, acıdır ki ikimiz de biliyorduk bunun son söyleşisi olduğunu.

24-25-26 Haziran’da Dersim’de ikinci kez buluşuyoruz Emirali Yağan ve Mehmet Çetin için. Ve zannedersem zamanıdır şimdi, doğrudan kendi ağzından hayatının çeşitli kesitlerini anlattığı bu içtenlikli ve son söyleşisini sevenlerine ulaştırmanın...

Emirali, birçok hayat yaşadık seninle. Gördük, geçirdik, sonuçta yine geldik Avrupa’nın merkezinde Paris’te bir kez daha buluştuk. Bu buluşmayı bir fırsata çevirmek istedim. Sana, ortak yaşadığımız hayata, senin yaşadıklarına ilişkin birkaç soru sorsam, sen de bunlara kısa cevaplar versen, aramızda güzel bir anı olarak bunu da biriktirmiş oluruz. Şimdi, bunca yıl sonra, “Sen Dersim’lisin. Dersim’de doğmak ne demek? Sende nasıl bir duygu bıraktı?” diye sormak isterim.

Dersim’de doğmak Patagonya’nın ucunda ateş toprağı dedikleri dünyanın kıyısında, ozon tabakasının yırtıldığı, insanların patır patır kanserden öldüğü dünyanın lanetli bir kıyısında doğmak gibi bir şey. Ama aynı zamanda insanın şu kainatta, şu yeryüzünde biriktirdiği en güzel değerlerle yüklü bir toprakta doğmuş olmak anlamına da geliyor. Nedir bu değerler? 72 millete aynı değerde bakmak, kurdun kuşun hakkını gözetmek, harman yerinde yoksul hakkını gözetmek, hiçbir halkı ötekileştirmemek, hakir görmemek. İşte ormanlarda, su kaynaklarında, meralarda herkesin hakkını gözetmek.

Bütün bunlar kadim Dersim’in insanlık değerleri olarak addedilebilecek, başka toplumlarda, örgütlü toplumlarda, diyelim ki yukarıdan aşağıya inşa edilmiş bir Sovyetler Birliği’nde halka sirayet etmemiş şeylerdir. Kolektivizasyon, yani eşitlik değerleri, paylaşma değerleri, ötekinin hakkını hukukunu gözetme değerleri yukarıdan aşağıya mimari olarak projelendirilmiş toplumlarda hayat bulmazken, sende aşağıdan spontane olarak gelen bir kültüre, yaşama biçimine dönüşen bir haldi, bir tarzdı. Bu anlamda böyle topraklarda doğmayı ben bir şans addediyorum.

Sonra Ankara’ya geldin. Biz zaten seninle Ankara’da tanıştık. Başkent Ankara sende hangi izler bıraktı?

Ankara ilk gençliğimizin uğrağıydı. Anlımıza ilk çizgilerin, saçlarımızda ilk akların düştüğü yerdi. Ankara işkencelerini, hapishanelerini, zindanını yaşadığımız bir yerdi. Ama Ankara aynı zamanda en güzel dostlukları, en güzel yoldaşlıkları ve hayatımıza, ömrümüze ulanan arkadaşlıkları başlattığımız yerdi. Ankara’yı en son 1995 yılında terk ettim. Sivas’ta 33 arkadaşımızın katlinden sonra kendimi yalnız hissetmeye başladım. O dönem, 90’lı yılların başları, 92-93-94 yılları on binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, insanların yerinden yurdundan edildiği yıllardı. Bir mültecilik duygusu, bir yalnızlaşma duygusunun başladığı yer oldu Ankara. Ankara‘yı terk ettiğimde, “Gidersem korkarım ıssız kalacak” diye bir imgem olmuştu. Biraz abartmışım. Issız mıssız kalmıyor. Ankara‘yı pek çok şair, yazar, Ankaralı terk etti ve dönüp bir daha Ankara’ya bakmadı.

Bir de Ankara’dan bir cezaevi tecrübesi yaşayarak ayrıldın...

Evet, Ankara cezaevinde, diğer cezaevlerinde yaşadıklarımız çok dokunduğumuz konular olmadı. Yıllar yılı ötelediğimiz, yaşamamış gibi yaptığımız bir deneyimdi, bir yaşamsal haldi. Buna girmeyeyim şimdi. Belki günün birinde, eğer hayat bana bir şans verirse...

'BERABER OLMAYA, BİRLİKTE DÜŞÜNMEYE DEVAM ETTİK'

Sonra bir Piya Yayın Kolektifi deneyimi var.

Ben Ankara’dan Piya’ya dahil oldum. 90 yılında 'Şarkılar Ülkesi'nin yayını ile Piya’nın yayın hayatına girdim. Öncesinde Mehmet Çetin ile Ahmet Cihan’ın birkaç kitap yayını olmuştu. Süha Tuğtepe’nin, Önder Kızılkaya’nın kitaplarını yayınlamışlardı. Sanıyorum 'Şarkılar Ülkesi', Piya’nın 3. kitabı olarak ortaya çıktı. Sonrasında yayınevi faaliyet alanını genişletti, katılımcıları çoğalmaya başladı. 92-93 yılında Piya’nın merkezinde, paralelinde yürüyen, “Sanat Hareketi” pratiği ile daha geniş kapsamlı, daha kolektif bir çabanın merkeze alındığı bir faaliyete dönüştü. Ankara, İzmir, İstanbul merkezli geniş bir katılım buldu. Sonrasında Almanya’da, Duisburg’da sizin katılımınız oldu. Senin, Necati Teyhani’nin, İsmet Polatlı’nın dahil olduğu yurtdışı ayağı oluşmaya başladı. Yayınevimizin kitap basım faaliyetlerinin yanında süreli yayınlar devreye girdi. Ütopiya, Kunduz Düşleri, Sinema dergisi Kinama gibi. Bütün bunlar 95 yılına kadar ve giderek yapıyı kurumsallaştıran bir trendde yürürken Mehmet’le (Çetin) benim yurtdışına çıkma ihtiyacımız hasıl oldu.

Mehmet Hollanda’ya gitti, ben Fransa'ya geldim. 2-3 sene Piya, Ütopiya Dergisi’ne yurtdışından dahil olma ısrarımızı sürdürdük. Merkezinde durduğunuz için sizin de bildiğiniz gibi Ütopiya’nın 1. ve 2. sayısını Avrupa’da çıkardık. 40-42 yaşımıza geldiğimizde Mehmet’e, "Biz artık sendikacılık, dergicilik yapmak yerine oturup kendi kitaplarımızla uğraşsak, kendi projelerimize yoğunlaşsak... Artık genç ve dinamik değiliz, sürüler halinde yaşamak tahammülüne, sabrına sahip değiliz, kendi bildiğimizi yapmaya dönsek, ne dersin?” dedim. Tam paralel bir zamanda Ütopiya’nın bir mahkeme durumu oldu, yayın faaliyeti durdu ve yayınevi o sürede kendiliğinden dağıldı.

Alirıza Güler ve Emirali Yağan

Her bir arkadaşımız kendi serüvenine yöneldi. Bunu yaparken de Sanat Hareketi’nin, Piya’nın, Mehmet’in, bütün arkadaş grubumuzun, toplamımızın kolektif bir arada yürüme isteğine halel gelmedi. Biz beraber olmaya, birlikte düşünmeye devam ettik. Birlikte üretmeye, birlikte sahne tutmaya devam ettik. İşte bu bizim ilk gençlik yıllarımızdan getirdiğimiz omuz omuza bir arada durmak, birlikte üretmek sevdamızın, belki de hayat tarzımıza dönüşmesinin bir tezahürüydü. Yani biz, Piya yayın faaliyeti, Ütopiya ve Sanat Hareketi pratiği durduğunda da eskisi gibi bir kolektif bir hayat yaşıyorduk. Her birimiz kıta Avrupası’nın bir yerindeydik ama biz ihtiyaç duyduğumuzda üç gün, beş gün, bir hafta bir şatoda 30 kişi, 100 kişi bir araya gelebiliyorduk. Yani Almanya’nın, Hollanda’nın, Fransa’nın, İsviçre’nin dağları, şatoları, adaları bizim buluşma mekanlarımıza dönüşüyordu.

Paris de sana bir şeyler kattı herhalde? Uzun yıllar Paris’te kaldın.

Benim hayatımdaki en güzel uğraklardan biridir Paris. Bana dünyayı yeniden tanımlama, yaşama pratiğimi yeniden biçimlendirme şansı verdi. Paris, bana yüksek öğrenimimi yenileme şansı verdi. Paris, bana dünyanın en geniş insan havzasındaki bir iklimde ötekilere karışarak yaşamayı öğretti. Paris, bana o güne kadar bildiğim, okuduğum tarih okumalarını, sosyoloji, edebiyat okumalarını yenileme şansı verdi. Paris, bana her şeyden önce Paris’in ötesinde bütün kıta Avrupası’na yayılan, dokunan, gidip gelen bir yaşama pratiği şansı verdi. İyi ki de öyle bir yolculuğu yapmışız. Mehmet Çetin için de, benim için de gerçekten yurtdışı deneyimini bazı aksaklıklarla, bazı yetmezliklerle karşılaşsak da güzel yaşadığımızı düşünüyorum.

Avrupa kıtasında birçok şehirler gördün. Hangisini kültürel olarak, sosyolojik olarak daha çok beğendin? 

Amsterdam, Viyana, üç sınırlar bölgesi Basel. Arkadaş grubumuzun yaşadığı, temaslandığımız Almanya’nın Ruhr Havzası’ndaki Duisburg, Köln, Essen. Buraların hayatımıza anlamlar katmasıyla da bir ilgisi var. Ama kişisel deneyim açısından bakarsam Paris ve Amsterdam en güzel kentti derim. Özellikte Amsterdam’ın hem bir kasaba havası vardı hem bir metropoldü. 24 saat hayatın dinamiğinin hissedildiği bir metropoldü. Ama kalabalık olduğu kadar da sakin, dingin, tenha bir kentti. Yani yazarlar, düşün üretenler, oturup bir projeye yoğunlaşmak isteyenler için ideal bir yerdi. Mehmet Çetin bu nedenle ömrünün 24 yılında Marnixstraat 28’e serdi çulunu. Bizim de bu kıtada kalıcı bir mekanımız oldu orası.

Buralara entegre olsak, uyum sağlasak da dönüp dolaşıp çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği coğrafyaya dönüyoruz. “Her kuş, kendi sürüsüyle (mi) uçar” sence de?

Bilemiyorum yani. “Her ot kendi kökünde biter.” Bunlar çok klişe hikâyeler. Bunlar bizim yaşamsal maceramızla, temas alanlarımızla, yaşama biçimimizle, canlı, değişken bir hikâyedir. Gidersin kendi klanının içine düşersin, kendi mezhebinin sınırlarına düşersin, onlarla yatıp kalkarsın ve senin için dünyanın merkezi, olmazsa olmazı olur. Ama gidersin gerçekten dünya renklerine karışırsın, bakarsın dünya uçsuz bucaksız bir düzlem. Her bir enlemi, her bir boylamı, her bir kilometresi ile ayrı bir yaşama alanı. Buradaki deneyimin derinliğine göre bunların cevabı değişiyor.

'SON SÖZ YOKTUR, HAYAT ONU BİZE BAĞIŞLAMIYOR'

Biraz da yorulduğunu hissediyorum. Son olarak ne söylemek istersin?

Son sözüm bir ara cümledir aslında. Son söz de yoktur, hayat onu bize bağışlamıyor. Eksik bırakılmış bir eserdir hayat ve sözün kendisi de tamamlanmamış, noktasına ermemiş, bitmemiş bir hikâyedir.

Gitmek Bir Uzun Öykü - Toplu Şiirler 1985 - 2021, Emirali Yağan, 176 syf., Red Kitap, 2021.

Gitmek bir uzun öykü mü yani?

Evet, gitmek bir uzun öykü. Benim belki de hayatımdaki en güzel imgeydi. En isabetli imgem bu oldu benim. 1995 yılında Ankara’dan ayrılmadan önce kitabıma verdiğim isimdi bu. O zaman benim kurulu, yerleşik bir düzenim, bir işim ve ev hayatım vardı. Hiçbir yere de gitmiyordum. Gidebildiğim yer İzmir’di, İstanbul’du. Nereden esinlendimse “gitmek bir uzun öykü” diye bir imgenin altını dolduran bir kitaba çalıştım. Kitap bitip yayınevine teslim edildiğinde kendimi bitmeyen bir yolda buldum. Sonra 29 yıl geçti ve ben bu arada hep gittim.

Bir de sen hep batıya gelmek istiyordun ama batıya gelirken hep doğuya gittiğini söylüyorsun..

Yani orada biraz da özel bir neden var.

O dizeleri bir hatırlayalım istersen..

“Ömrümün bütün yolculukları batıya
daha batıya bu bir rastlantı mıydı acaba

gittim ve gördüm
batının batısında bir doğu yokmuş”

Bu hikâyenin biraz da özel bir boyutu var. Benim ilk göz ağrım metazori bir ayrılıkla doğuya doğru götürüldü. O doğuya gittiğinde ben yüksek öğrenimim için batıya yol aldım. O günden sonra hep batının batısına mesafe aldım. Bütün yolculuklarım rastlantıyla batıya doğru oldu. İşte gelip Atlantik’in kıyısında son buldu. Atlas aşırı bir yolculuk yapmadım, dünyayı turlamadım ama düşünsel olarak dünyayı turladığımda da dönüp doğuya gelecektim. Geldim de nitekim. 20-25 sene sonra o topraklara çocuktuk aşkımın ayak izlerine döndüğümde onu yerinde bulamadım. Onu bulduğumda da bulamadım. 30 yıl sonra karşılaştığımızda da ne o benim aradığım kişiydi ne de ben onun hayal ettiği kişiydim. Yani burada hem bir öznel hikâye var hem de o döngünün sonsuz olduğunu, gittikçe bizim önümüz sıra kaydığını, yönün, kutbun, menzilin gide gide uzaklaştığını, yaşamsal olarak da deneyimlediğimizde böyle imgesel bir çıkarsama yapıyorsun.

Devam edecek misin hep batıya gitmeye?

Yok, yola uğrular indi. Yolu uğrular tuttu. Bu yolun menziline eren yok. Ben öyle sanıyordum, gide gide menzile erecektim. Öyle bir şey yok yani.