Emperyalizm ve Ortadoğu

Filistin halkının toprakları ve onuru için direnişi bir gerçektir; bu gerçek kapitalist emperyalizmin küresel egemenliği ve bu bağlamda gelişen rekabet, direniş ve çatışmaları yok sayarak anlaşılamaz.

Google Haberlere Abone ol

Nabi Kımran

İngiltere Kralı ve Rus Çarı 1907’de Ravel’de buluştuklarında Osmanlı yönetici sınıfları paniğe kapıldılar, haksız da değillerdi. Batıda “Hasta Adam” olarak anılan Osmanlı neredeyse yüz yıldır büyük devletlerin birbirlerini dengeleme siyaseti sonucunda ayakta duruyordu. Rusların sıcak denizlere inmesini engellemek için Osmanlı’yı ayakta tutmak gerekiyordu vs. İki rakip devletin Ravel buluşmasında Osmanlı’nın paylaşılması masaya yatırılmış olabilirdi.

19. yüzyılda “Doğu Sorunu” olarak kodlanan şey esasen Osmanlı’nın geleceği idi. Bu gerçeğin farkında olan ve 1908’de II. Meşrutiyet'in ilanıyla iktidara gelen İttihatçılar önce İngiltere’ye yanaşmaya çalıştılar, yüz bulamayınca dümeni Almanya’ya kırdılar. Tam da bu günlerde 22 Ocak 1908’de Mescid-i Süleyman’daki kuyulardan petrol fışkırmasıyla birlikte Osmanlı Ortadoğusu'nun önemi daha da arttı.(1)  I. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ön gününde Rusya İstanbul hayali kuruyor, İngiltere ve Fransa Ortadoğuyu koparıp almak, Hindistan ve uzak Asya’daki sömürgelere engelsiz ulaşımı güvencelemek istiyorlardı. Karşı kampta mevzilenen Almanya, hapsolduğu Avrasya kıtasının derinliklerine sarkma hedefini (çünkü denizlerde iddialı olamıyordu) “Yaşam Alanları-Doğuya Yürüyüş” ideolojik formuyla ifade ediyor, Avusturya-Macaristan’ı peşine takıyor, Berlin-Bağdat demiryolu projesi ile Ortadoğuda rakip emperyalist güçlerin önüne çıkıyordu. Can havliyle onlara tutunan Osmanlı ise, bırakalım ayakta durmayı Kızıl Elma peşinde Asya’ya yayılma hayalleri kuruyordu.

SÖMÜRGELER DAİRESİ KUVEYT PETROLLERİNİN TÜMÜ İÇİN 75 STERLİN ÖNERDİ

Savaş 1918’de bitti, Osmanlı parçalandı. Suriye ve Lübnan Fransız, Filistin İngiliz mandası oldu. Bölgenin geri kalanına da “kader tayin etmek” gerekiyordu: “Bizim isteğimiz birleşik bir Arabistan değil, fakat olabildiğince bizim denetimimiz altında küçük prensliklere bölünmüş, aralarında işbirliğine gidemeyen, dolayısıyla Batılı güçlere zorluk çıkarabilecek bir güce sahip olmayan zayıf ve dağınık bir Arabistan’dır” diyordu Hindistan’daki İngiliz yetkilisi A. H. Grant.(2) Bundan sonrası Şeyhlerle yapılan at pazarlığı: Aralık 1922’de “Kuveyt topraklarının tümünü kapsayan ilk petrol arama anlaşması karşılığında Şeyh Ahmet’e 10.000 rupi, yani yaklaşık 750 sterlin ödenecekti (başlangıçta Sömürgeler Dairesinin bu imtiyaz karşılığında 1.000 rupi önerdiği biliniyor!)”.(3) Rakamları yanlış okumuyorsunuz, dizgi hatası da yok. Sömürgeler Dairesi tüm Kuveyt petrolleri için 75 (yetmiş beş!) sterlin önermiş, fakat uyanık şeyh on katını (750 sterlin) koparmayı başarmış!

“Medeni Avrupa” – “Barbar Araplar” denklemi 20 yüzyıl başlarında işte böylesi anlaşmalarla kurulmuş. Ya da şöyle ifade edelim: Bu ve benzeri gerçekleri göz ardı ederek Batı medeniyeti, geri kalmış Araplar/Ortadoğulular, din savaşları, milliyetçilik vs. üzerinde sörf yapan pek saygın entelektüel incelikler, ister istemez 750 sterline ülke kapatanların yıkama paklama işlerini yapmaktan kurtulamaz. Bahse konu tüm sorunlar ancak bu gerçeklik temel alınarak, yani emperyalist sömürü ve tahakkümün verili tarihsel sorunları nasıl kanırttığı vb. gözetilerek ele alınırsa anlamlı olur; bundan ötesi göze atılan bir avuç küldür, araziyi görünmez kılan sis bombasıdır.

YAHUDİLERİN YURT ARAYIŞI VE VAAT EDİLEN TOPRAK: FİLİSTİN

19. yüzyıl sonlarından itibaren gelişmeye başlayan Yahudi milliyetçiliği/Siyonizm (ki hem dönemin milliyetçilik modasına uygundur hem de Yahudilerin Avrupa’da maruz kaldıkları anti-semit ırkçılığa tepkidir) yurt arayışı içindeydi. “Hastalanan” ve bölüşüm nesnesi olan Osmanlı sınırları içindeki “vaat edilen topraklar” (Tevrat) Yahudilere yurt olabilirdi. Nitekim İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour 1917’de yayınladığı deklarasyon ile Yahudilere Filistin’de yurt vaat ediyordu. Bu tarihten itibaren Filistin’e Yahudi göçü hızlandı. Fakat İngiltere, Araplarla Yahudiler arasında denge gözetmek, iki tarafı birbirine karşı kışkırtmak ya da yatıştırmak, sonuçta hegemon güç olarak bu çelişkilere oynayarak bölgeyi yönetmek durumundaydı. Bu ikili politika Arapları olduğu kadar bölgede gittikçe güçlenen Yahudileri de rahatsız ediyordu. II. Dünya Savaşı'nın sonunda hem bölgedeki İngiliz idaresini hem de Filistinli Arapları hedef alan Yahudi hareketi de böyle anlaşılabilir. Savaştan yorgun çıkan ve dünya kapitalist-emperyalist kampının liderliğini aslında Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği halde uzatmaları oynayan İngiltere, neredeyse devir teslim ile liderliği ABD’ye bıraktı. Örneğin Yunan iç savaşına olduğu gibi Filistin meselesine de artık ABD “nezaret edecekti”: 1948’de İsrail devleti kuruluşunu ilan ettikten birkaç saat sonra ilk tanıyan ülke ABD oldu; Ortadoğuyu bugüne getiren yeni sayfa böyle açıldı.

*

Peki nasıl oldu da İsrail devleti, kapitalist/emperyalist sistemin “seçilmiş devleti” oldu? Bunun tarihsel ve konjonktürel bağlamda anlaşılır nedenlerine -bir parantez açarak- değinmek zorundayız.

Bizim kuşakta çok okunan Yunan yazar Themos Kornaros’un bir kitabında (Haydari Kampı ya da Fırtına Çocukları, hangisi olduğunu hatırlamıyorum) çarpıcı bir sahne var. Hapishane avlusuna bir grup Yahudi getirilmiştir ve aralarında değerli bir şeyi (para ya da ziynet eşyası) paylaşmak için kavga etmektedirler. Manzarayı koğuş penceresinden izleyen Yunan komünistlerinden biri, “Belki birkaç gün sonra ölecekler, neyi paylaşamıyorlar?” diye sorar. Diğeri, “onların vatanları keselerinde, bunun için kavga etmeleri doğal” diye yanıtlar. (Mealen aktarıyorum.) İlk bakışta aşağılayıcı görünen bu tespitin tarihsel nedenlerine eğilmeden Yahudi kimliğini bir nebze olsun anlamak zordur.

'DİKTİĞİ AĞACIN MEYVESİNİ YİYEMEYENLER'

Sağlığında sevgili Hrant’ın (Dink) bir TV programında söylediklerini çağrıştırıyor Kornaros’un sözleri. Bahçeli, güzel bir evi olan tanıdığına, “neden ağaç dikmiyorsun” diye sorduğunda, “diktiğimiz hangi ağacın meyvesini yiyebildik ki” yanıtını aldığını anlatmıştı Hrant. Yahudiler de sürgünlerin, göçlerin halkıdır. Son büyük göç MS. 70’li yıllarda Roma İmparatorluğunun Yahudileri Filistin’den sürmesiyle gerçekleşiyor. Ve gittikleri yerlerde diktikleri ağacın meyvesini yiyememe endişesi, tedirginliğiyle yaşıyorlar. Vatanları ve kimlikleri kitapları (Tevrat ve Talmut) oluyor, sımsıkı tutunuyorlar. İçe kapanıyor, giriş çıkışa pek izin vermiyorlar. MÖ. 1.000’li yıllardan itibaren -daha erken değilse eğer- kız, oğlan demeden tüm çocuklara (ki bu konuda Yunanlardan ileri oldukları söyleniyor) okuma-yazma öğretiyorlar; kutsal kitabı okuyarak kimliği sürdürmenin zorunlu gereği bu çünkü. “Ağaç dikemeyen”, toprağa yerleşemeyenler ister istemez, sanatta ve zanaatlarda, ticarette, entelektüel sahada, bilim ve kültürde -tarihsel zorunluluk, birikim ve geleneğe dayanarak- gelişmeye başlıyorlar. İçe kapanan ve fakat diğer özellikleriyle sivrilmeye başlayan bu halk dönemin egemenlerinin hedefi oluyor; Hristiyan inancında “Tanrı/İsa katili” olarak lanetlenmeleri de kitlesel pogromlara uğramalarının ideolojik-dinsel “yakıtı”.

II. Dünya Savaşı'nın sonuna gelindiğinde Avrupa’da Holokost’tan kurtulan Yahudilerin bir yurt sahibi olması ittifakla kabul gören bir fikirdi dünyada. (Ki SSCB’de İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasındaydı.) Mesele bunun nasıl yapılacağındaydı. Yukarıda -bir ölçüde- tariflenen özellikleriyle temayüz eden Yahudi halkına önderlik eden güç Yahudi burjuvazisi/sermayedarlarıydı, Siyonizm onların ideolojisiydi. Bu sermaye hemen bütün Batılı ülkelerde önemli konumlar elde etmiş ve uluslararası tekelci sermayenin bir bileşenine dönüşmüştü. Onların önderlik ettiği Siyonizm/yurt edinme hareketine neyin/kimin damgasını vuracağı açıktı.

Emperyalist tekelci sermayenin hemen tüm bölüklerinin, hem kendi ülkelerindeki Yahudi sermayesi rekabetini dengelemeleri hem de etle tırnak gibi kaynaştıkları Yahudi burjuvazisine dayanarak Ortadoğu'da sağlam bir dayanak elde etmeleri gayet “hesaplı” bir işti. Keza Filistin’e taşınacak Yahudi halkı da Batılı-modern kültür içinde şekillenmişti, Batı medeniyetiyle uyum içinde olacakları -bir bakıma- açıktı. Ve minnet duygusuyla karışık Holokost’tan kurtulma bilenmişliğinin, “vaat edilmiş topraklara” dişle tırnakla tutunmalarına yol açacağı beklenebilirdi. Yetenekli ve acılı Yahudi halkı, bir başka halkı topraklarından sürme pahasına Filistin’de akmaya başladı. Düşünün ki, Nazilere kök söktüren Sovyet istihbaratının Avrupa kolu efsanevi Kızıl Orkestra’nın lideri dahi Filistin’e yerleşen Yahudiler arasındaydı…

1948 İSRAİL'İN KURULUŞU

Öte yandan Ortadoğu'yu ele geçirdikleri anda dahi, örneğin İngiliz emperyalizminin, işbirlikçileri olan Arap liderlerine ilişkin görüşleri şöyle idi: “Kalleş, yalancı, sahtekar, kuşkucu, inatçı, mağrur, kendini beğenmiş, cahil, para canlısı ve gaddar bir Arap şeyhinin (…) sorunları çözme durumuna getirildiğini (…) hayal edin; işte size Kral Hüseyin’in portresi!” (4) Böyle diyor 1923’te Cidde’deki İngiliz konsolosu Mr. Bullard. Ee, 750 sterlinle yoldan çıkarılanlar bu kadar oluyor, “kalitesi fiyatında”. Vasallaştırılan, aralarındaki çelişkiler kışkırtılan ve yine de “güvenilmez” olan işbirlikçi yerli egemenler denizinde sağlam bir dayanağa ihtiyacı vardı kolektif emperyalizmin. Üstelik Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası'nı yenen belirleyici güç olarak dünya çapında prestij kazandığı, sosyalist kampın büyüdüğü bir dünya tablosunda Ortadoğu'da sağlam bir dayanak daha da elzemdi emperyalist kamp için: İsrail’in 1948’de işgal ettiği Filistin toprakları üzerinde kuruluşu tüm bu parametreler ışığında anlaşılabilir.

II. Dünya Savaşı'nın ardından klasik sömürgeciliğin çöküşü (Hindistan’ın bağımsızlığı vd.) ve Çin devrimi iki kampa bölünmüş dünyadaki çelişkileri keskinleştirdi. 1956’da Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalını kamulaştırmasıyla başlayan krizin SSCB’nin desteğiyle Mısır lehine sonuçlanması Sovyetlerin bölgede ve dünyadaki prestijini artırmakla kalmadı, tüm Arap aleminde Pan-Arap bağımsızlık hareketlerinin fitilini ateşledi. Nasır’ı Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Cezayir devrimi, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi izledi. Bunlara İran’da İngiliz petrol imtiyazlarını millileştiren İran Başbakanı Musaddık’ın 1953’te CIA darbesiyle düşürülmesi de eklenmelidir, keza 1960’ların ortasından itibaren yükselmeye başlayan Filistin (FKÖ) direnişi de.

AKSA TUFANI'NDAN TAM ELLİ YIL ÖNCE: YOM KİPPUR SAVAŞI

6 Ekim 1973’te (Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısından tam 50 yıl önce) başlayan Yom Kippur savaşında ABD’nin Suriye ve Mısır’a karşı İsrail’e askeri destek vermesi üzerine başını Suudi Arabistan’ın çektiği Arap ülkeleri, savaşta İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ihracatını durdurdular, dünya kapitalist sistemi 1929’dan sonraki en büyük küresel krize sürüklendi. (İsrail ve Filistin hiçbir zaman salt “kendilerinden” ibaret olmadılar, not edip geçelim.) 1970’lerin sonunda Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve sonradan mollaların egemen olduğu İran Devrimi, NATO ve Yeşil Kuşak (“Amerikan İslamı” diyelim) projesiyle SSCB’yi kuşatmaya çalışan dünya kapitalizmini daha büyük açmazlara sürükledi. Ve emperyalizmin Ortadoğu'da İsrail’e duyduğu ihtiyaç bu tabloda daha anlaşılır hale geldi. 1948’deki kuruluşuna yön veren uzun erimli emperyalist öngörünün isabetliliği de çarpıcı biçimde doğrulandı: ABD Başkanı Biden’in birkaç gün önce söylediği, “Eğer İsrail olmasaydı bir İsrail yaratmak zorunda kalırdık” cümlesi 1948’den beri dünya kapitalist-emperyalist sisteminin mottosudur.

Nihayet bu tablo 1991’de sosyalist kampın çöküşüyle -ne kadar sosyalistlerdi, ayrı konu- tersine döndü. “Yeni Dünya Düzeni”nin sahnesi 1991’de Irak’ın ABD liderliğindeki müttefik emperyalistler tarafından bombalanması ve fiilen üçe bölünmesiyle açıldı. 1991’de patlak veren Cezayir iç savaşında (FİS hatırlansın) 150 bin insan öldü. 2001’de Afganistan, 2003’te Irak işgal edildi. Somali, Sudan, Etiyopya paramparça edildi. Filistin durmaksızın kanadı, Lübnan her fırsatta bombalandı. 2011’de ABD sponsorluğu, Erdoğan rejimi hamiliği ve Suudi-Körfez sermayesi finansmanıyla palazlandırılan IŞİD vb. çeteler eliyle Suriye yerle bir edildi. Benzer bir operasyonla Kaddafi düşürüldü, Libya berhava edildi. Yemen taş devrine döndürüldü. Haklı temeller üzerinde patlak veren Arap Baharı devrimci sonuçlara ulaşamadı. ABD’nin 33 yıllık eskimiş, yıpranmış dostu Mübarek rejimi yerini Müslüman Kardeşlere, onlar da darbe ile Sisi’ye bıraktı. Tunus’ta iktidar el değiştirdi. Emperyalizmin örgütlediği, kışkırttığı tüm bu savaşlar, işgaller, iç savaşlar içinde bir tek İsrail’in kılına zarar gelmedi, çünkü onun güvenliği kapitalist sistemin sigortasıydı ve tüm bu kargaşada gözetilen birinci madde “İsrail’in güvenliği” idi; yani bölgedeki temel dayanağı üzerinden kapitalist-emperyalizmin güvenliği ve çıkarları. Hatta biraz da bu “güvenlik” içindi etraftaki kargaşa.

Özetlersek 1991 sonrası süreç, SSCB’nin sahneyi terk ettiği koşullarda onun çekim alanındaki (ya da SSCB’nin varlığının yarattığı imkanlardan yararlanarak merkezkaç eğilimler gösteren, ABD’nin mutlak egemenliğine girmeyen) tüm devlet, örgüt, oluşum ve eğilimlerin yerle bir edilmesini hedefleyen emperyalist saldırganlıkla karakterizedir. Yani dünyanın yeniden paylaşılmasının Ortadoğu veçhesidir. İsrail tam da bu amaç için durmaksızın tahkim edildi ve Filistin tam da bu nedenle bugünkü kahredici duruma geldi. Çünkü Filistin sorunu salt bir halkın-ülkenin haritadan silinmesi değil, bu mevzu üzerinden tüm Arap aleminin “terbiye edilmesi” meselesidir de. Keza olası ya da reel rakip emperyalist güçlerin önünün kesilmesi meselesi de.

FİLİSTİN SORUNU

ABD ve müttefikleri, merkezinde Ortadoğu’nun durduğu Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan bölgeyi -“genişletilmiş Ortadoğu’yu”- yerle bir ettiler; ancak asla bir “Pax Amerikana” inşa edemediler. Yıktılar ama savaşı kazanamadılar. Ve şimdi kapitalizmin çoklu krizi ve Çin, Rusya gibi rakip emperyalist odakların belirmesi, Batı ve vasalları kampının ABD hegemonyası altında tutulmasının gittikçe zorlaşması gibi kallavi sorunlarla yüz yüzeler. Ukrayna’da başlayan savaş Ortadoğu'ya benzin döküyor. Kafkasya’daki savaş Kürdistan’a sıçrıyor. Orta-Batı Afrika emperyalist rekabetin arenalarından biri olarak peş peşe askeri darbelerle sarsılıyor. Çin’in Kuşak-Yol Projesi, Hindistan’da kotarılan ABD-Batı liderliğindeki rakip yol projesi ile karşılanıyor. Filistin’i durmadan kemirip duran, eriten, yok eden yerleşimciler terörü yol alıyor, iddia o ki Mahmut Abbas’ın oğlu Yahudi yerleşimleri inşaatlarına çimento satıyor, taşeronluk yapıyor, sonra da “nereden çıktı bu Hamas” deniyor!? (Birol Başkan, Hediye Levent’in youtube programında dile getirdi bu iddiayı.) Suudi Arabistan ve Türkiye’yi İsrail ile el sıkışma aşamasına getiren, bir bakıma Filistin’in mezar taşını dikmeye hazırlanan Abraham Anlaşmalarına yanıt Yom Kippur Savaşı'nın 50. yıl dönümünde Aksa Tufanı ile geliyor. Batı kampı firesiz İsrail’in arkasında hizalanır, ABD-İngiltere savaş gemilerini Filistin açıklarına demirlerken, İran “Direniş Ekseni”nin belli şartlarda İsrail’e cevap vereceğini deklare ediyor: 18 gündür İsrail/emperyalizmin soykırımcı saldırganlığıyla süren savaş, dünyanın “durumunu” başka hiçbir “olayda” olmadığı kadar eksiksiz resmediyor!

Batılı devletlerin İsrail’in, halkların Filistin’in arkasında durduğu bu savaşta isteyen “İslamcı teröre” karşı (ki korkunç bir gerçektir ama mesele ne bundan ibarettir ne İslami eksende gelişen Filistin direnişi “terörden” ibarettir, hatta ne de Hamas direnişte tek başınadır: bkz, 12 Filistinli örgütün ortak açıklaması) “medeni İsrail- Batı devletleri kampında” saf tutabilir demokratlık-laiklik vs. adına. (Ki bir yıl önce Rusya-Ukrayna savaşında bu saflaşmanın adı “diktatörlüklere karşı demokratik Batılı devletlerin yanında mevzilenmek” idi, üçüncü bir seçenek neredeyse yasaklanıyordu.) Ya da politik İslamcı ikiyüzlülükle mesele “dinler savaşına” indirgenebilir. Evrensel ve insani hiçbir iddiası olmayan, ilkesi yalnız dindaşlarına sahip çıkmak olan bu -devletlu- anlayış, kendi iddiası bakımından bile riyakardır, “şefkatleri” Kürdistanlı Müslümanları kucaklamaz bir türlü, hatta Sincan-Uygur Müslümanlarını bile.

İşgalcilik, apartheid rejimi (bu rejime muhalefet eden işgal karşıtı İsrailliler belki de eşitlik temelinde birlikte yaşamanın yegane güvencesidir) ve Filistin halkının toprakları ve onuru için direnişi bir gerçektir; fakat bu gerçek kapitalist emperyalizmin küresel egemenliği ve bu bağlamda gelişen rekabet, direniş ve çatışmalar yok sayılarak anlaşılamaz. Kapitalizm dünyayı yok oluşa sürüklüyor: Filistin’deki acımasız savaş bunun son örneğidir. İşçiler, kadınlar, gençler, ezilen halklar, yeryüzünün lanetlileri bu hakikati olanca açıklığıyla anladığı oranda “uçurumdan önceki son çıkışı haber veren alarm çanı” çalacaktır; başka da çıkış yolu yok!


NOTLAR:

(1) Milliyetler ve Sınırlar – Stefanos Yerasimos /İletişim yay. s 205)

(2) age. s. 213

(3) age. s. 231

(4) age. s. 235