YAZARLAR

En iyi film çekilmiş olandır

İstanbul Film Festivalinde ‘Seyfi Teoman En İyi İlk Film’ ödülünü kazanan ‘Bars’ filminin yönetmeni Orçun Köksal ile filmi üzerine konuştuk. Köksal, "Nesli tükenmiş kadim bir varlık üzerinden onun yaşadığı topraklara ait ve kaybolmakta olan değerleri, kültürü, kimliği aratmak, aktarmak istedim. Bu da, bu topraklarda Hitit Uygarlığından Roma’ya, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar varlığını sürdürmüş Anadolu parsından daha görkemli bir canlı olamazdı" diyor.

Senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini Orçun Köksal'ın üstlendiği 'Bars' filmi, iki zooloğun soyu tükenmiş olan Anadolu parsına dair bir iz bulabilmek için Anadolu’da çıktıkları yolculuğa odaklanıyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali'nde 'Seyfi Teoman En İyi İlk Film' ödülüne değer görülen filmin oyuncuları arasında Görkem Kasal, Münircan Cindoruk, Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Muttalip Müjdeci, Sencar Sağdıç ve Sezin Bozacı yer alıyor.

Filmin yönetmeni Köksal ile 'Bars'ı konuştuk.

Öncelikle filminizin yapılış sürecinin beş yıl gibi oldukça uzun bir zaman dilimini kapsadığını öğrendik. Bu bağlamda ne gibi zorluklar yaşadığınızdan ve izlemek zorunda kaldığınız çözüm yollarından bahsedebilir misiniz?

Bir yıl öncesine kadar adı “Anadolu Parsı” olan 'Bars' filmi, uzun süre rafta beklemiş bir senaryomdu. 2017 yılının son aylarında 7. Malatya Film Festivali kapsamında düzenlenen Malatya Film Forum, Bars’ın macerasının başladığı ilk pitching platformu oldu. Pitching sunumunu sonrasında filmin kurgusunu da birlikte yaptığımız Semih Gülen ile yapmıştık. Benim ilk pitching tecrübem buydu. Ve orada gördüm ki; on yıl öncesinin aksine, film yapmak artık sadece bir kamera ve bir ekip ile filmi çekerek değil, filmi daha kağıt üzerindeyken satarak, pazarlayarak mümkündü… Ve bu durum; amiyane bir tabirle, öncelikle de filmin yönetmenini bir pazarlamacı, bir reprezant statüsüne sokuyordu.   

Bu süreç, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yeni sinema yasasıyla birlikte artık hibe ettiği kamu fonunu; film yapım desteğini, almaya çabalamakla devam etti. Bilen bilir, bakanlığın desteğini alabilirseniz, bu iş tamam, artık filmi çekebilirim gözüyle bakıyorsunuz. Ama öyle olmuyor. Bu arada ben bu destek için iki sene bekledim; bir yılı kurulun “erteleme” kararı olmak üzere, desteği 2019 yılında alabilmiştim... Aslında iş desteği aldıktan sonra başlıyor. Sözleşmeyi imzalayıp aldığınız desteğin ilk dilimi ile baş başa kaldığınızda, nasıl bir delilik yaptığınızın da farkına varmaya başlıyorsunuz. Çünkü size verilen destek zaten filmin bütçesinin yarısını kapsıyor ve bu miktarın da yüzde otuzu ile hem pre-prodüksiyonu hem de ilk iki haftalık çekimin nakit akışını idare etmeniz gerekiyor ki buna ip cambazlığı diyebiliriz. Yani muhakkak bir ikinci, üçüncü kaynağa, fona ihtiyacınız var bu matematikte ama bu da ilk filimler için pek olası değil maalesef. 'Bars', Saraybosna Film Festivali kapsamında düzenlenen Cine-Link Co-Production Market’e seçildi. Ve orada onlarca yabancı yapımcı ile yüz yüze görüşme şansı bulduk. Sonrasında bu ilişkileri devam ettirdik. Projeye olan ilgileri çok vaatkâr, umut vericiydi ama günün sonunda bakanlığın desteği ile baş başa kaldık. Pandemi başladı, Avrupa ve Balkan fonları küçüldü, sponsorluklar durdu gibi gibi… Post-prodüksiyon sürecinde de Boğaziçi Film Festivali kapsamında Bosphorus Film Lab, İKSV bünyesinde gerçekleşen Köprüde Buluşmalar ve Anatalya Film Festivali’nin düzenlediği Antalya Film Forum katıldığımız diğer platformlardı. Ve her birinin filme somut katkıları oldu. Ama benim bir şansım, filmin yapımcısı olan Vigo Film ile aynı şeyleri aynı koşullarda kabul ediyor oluşumuzdu. Kağıt üzerindeki bu hayali, en az benim kadar isteyen, belli bir vizyon ile eldeki imkânlar el verdiğince ve biraz da cesurca gerçekleştirebilecek bir yapımcı bulmak, bu ülkede çölde bir vaha bulmak gibi… Her ne kadar ilk filminizi gerçekleştirirken bakanlık sizi filmin yapımcısı olmaya da mecbur kılsa, kesinlikle bir filmin yönetmeni ve yapımcısı ayrı olmalı. İstedikleri şey aynı olmalı…  Diğer yandan, TRT’nin ve Âlim Yapım’ın bu projeye inanarak verdikleri yapım destekleri de bütçemizi ucu ucuna denkleştirebilmekte hayati önem taşıdı. Ve her şey bittiğinde bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunun da farkına varıyorsunuz. Ama böyle de olmamalı aslında. Yani film yapmak gerçekten pahalı, yorucu, çok fazla emek isteyen, kolektif bir iş. Avrupa standartlarında düşük bütçeli bağımsız filmler dahi ortalama beş yüz, altı yüz bin euro ile çekilirken biz neden yüz bin euro ile film çekebilmek için bu kadar yırtınıyoruz? Bunu sinemacısından bürokratına hepimizin sorması ve konuşması lazım. 

Bu filmin gerçekleşmesinde büyük emeği olan yapımcılarımdan Sinan Kesova’nın, eldeki imkanlar daha da tükenmeden filmi biran önce çekebilmemiz adına bana söylediği bir söz vardı: En iyi film çekilmiş olandır… Beş senenin özeti bu.

'ANADOLU PARSININ YOK OLUŞU'

‘Bars’ filminin işlediği temalar, sinemamızda nadiren ele alınan konulardan oluşuyor. Projenin çıkış noktası ve sizi bu konuyu işlemeye yönlendiren sebepler nelerdi?

Aklıma ilk gelen fikir, nesli tükenmiş kadim bir varlık üzerinden onun yaşadığı topraklara ait ve kaybolmakta olan değerleri, kültürü, kimliği aratmak, aktarmaktı. Ve bu da, bu topraklarda Hitit Uygarlığından Roma’ya, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar varlığını sürdürmüş Anadolu parsından daha görkemli bir canlı olamazdı… Yani bu fikirde Anadolu parsının yok oluşu ana motivasyon kaynağı ve başlı başına bir metafor aslında. Çünkü bu yok oluş üzerinden toplumsal hafızamızı sorgulamaya ve sorgulatmaya çalışıyorum. Filmin başından sonuna dek iki genç zoolog Emre ve Veysel, Anadolu parsına dair somut bir bulgu elde etmenin peşindeler. Ama yolculuk sonlara doğru soyut bir katman üzerinde pars metaforunun karşılık geldiği kimliğe, kültüre işaret ediyor. Yapmak istediğim biraz da buydu zaten. Kaybetmekte olduğumuz, ötekileştirdiğimiz, azınlık olarak gördüğümüz kimliklere, kültürlere, Anadolu’nun öz benliğine küçük bir ışık tutmak. 1937 yılında yaşanan Dersim “isyanı” ve filmde bahsi geçen, 1937’de yürürlüğe girmiş avcılık yasası ile Anadolu parsının “her vakit avlanabilen” hayvanlar arasına dahil edilmesi size bir şey çağrıştırıyorsa bu filmin sessiz sözlerini duyabiliyorsunuz demektir. Özellikle Ege Bölgesinin kırsalında kurulan faklarla kontrolsüz bir şekilde avlanan Anadolu parsı devletin “vur emri” ile resmi bir hedef haline gelmiş… Anadolu kültürlerine olan hürmetim bir yana yakın tarihimizde yaşanmış bu gibi talihsiz olaylar da ziyadesiyle bu filmi yapmamdaki temel motivasyonu oluşturdu. 

Filminizdeki iki başkarakterin ‘arayışı’ başta bürokratik engeller olmak üzere değişik nedenlerden dolayı sekteye uğruyor. Dolayısıyla filmde açıkça hissedilen bir ‘sistem’ eleştirisi de var. Bu senaryonuzu ne kadar şekillendirdi?

Evet. İşaret ettiğiniz bu durumun hissediliyor olması benim için önemli. Çünkü iki genç zoologun Anadolu parsının varlığını ispat etmek üzere çıktıkları bu yol, aslında kendi varlıklarını da ispat etmek ve kendileriyle yüzleşmek üzerine kurulu. Ve bu yolda karşınıza çıkan en temel engel “sistem” oluyor. Birey olmanın, fikrinizi özgürce ifade etmenin, inandığınız değerlerin ve ideallerin peşinden gitmenin bir o kadar zor olduğu bu ülkede kimsenin gündeminde, önceliğinde olmayan bir hayvanı arıyorsunuz. Ve sistem size işgüzar bahaneler üretiyor. Bakanlıktaki müdür sahnesinde bunu yeterince hissediyoruz. Canlı bir Anadolu parsı bulmak, onun canlı görüntüsünü yakalamak niyetiyle çıkılmış bu yolda, karşılarına parsın farklı tezahürleri, temsilleri çıkıyor. Postları, tahnitleri, fotoğrafları, hatta doğada karşılaştıkları dev bir kütük… Ama kendisi yok. Tıpkı müdürün odasında; tüm görkemiyle odaya hâkim bir konumdan, onları izleyen pars tahniti gibi. Tüm heybetiyle orada ama içi boş. İçi boşaltılmış. Bundan daha naif bir sistem eleştirisi olmazdı sanırım. 

Diğer yandan biz filmin pre-prodüksiyon ve post-prodüksiyon süreçlerinde buna benzer durumları yaşadık. Milli parklar genel müdürlüğü ile süreç boyunca birkaç kez iletişimimiz oldu ve ellerinde olduğunu bildiğimiz, henüz kamuoyu ile paylaşılmamış Anadolu parsının foto-kapan görüntülerini kendilerinden istedik. Bu görüntülerin lansmanını bu film ile yapalım dedik. Zaten film parsın filmi. Görüntülerin müjdesini bir basın toplantısı ile sayın cumhurbaşkanının vereceği söylendi. Biz de o kapıdan bir şey gelmeyeceğini bir kez daha görmüş olduk. Ama daha acısı, parsın doğal yaşam alanlarından biri olan İran’ın milli parklar müdürlüğünden parsın foto-kapan görüntülerini rica etmemiz ve görüntülerin ertesi gün elimizde oluşuydu… Bu bu kadar büyük bir devlet sırrı mıydı? İstihbarat açığı ya da güvenlik sorunu muydu? Ya da inisiyatif almak bu kadar mı zordu? Bilemedim.       

Yine bu soru bağlamında Veysel karakterinin memleketinin Hacıbektaş olması da bir tesadüf değil elbet. Alevi-Bektaşi kimliği yüzünden Osmanlının son dönemlerinde asimile edilmeye çalışılmış ve şu an da edilmeye devam eden bir halk Hacıbektaş halkı. Yıllardır tayin bekleyen, yerel yönetiminin imkânları kısıtlanan, bürokratik olarak sistematik bir şekilde cezalandırılan bu halk da Anadolu parsı aslında. Tıpkı filmdeki arabanın plakasının işaret ettiği bir diğer sistematik katliam gibi. 58 MAD 1993.

Filmdeki ‘arayış’ sürecinin aynı zamanda ‘ruhsal’ yolculuk yönü hakkında neler söylemek istersiniz?

Filmin, altını çizmeden, yer yer alt metinlerle, metaforlarla değindiği durumlara paralel olarak başından sonuna dek “arayış” teması üzerine kurulu bir izleği var aslında. Hem bir “yol filmi” oluşu, hem de iki karakterin Anadolu coğrafyasında parsın izini sürme motivasyonları, bu somut “arayış” hissini bize geçiriyor. Lakin bu reel arayış motivasyonu Hacıbektaş bozkırında biraz sekteye uğruyor. Geldikleri bu farklı coğrafyada dâhil oldukları mekânlar ve insanlar onları da değiştiriyor. Farklı bir haleti ruhiye ile hareket etmeye başlıyorlar. Sanki fizikötesi bir evrenin içine dâhil oluyorlar. Ki bunu görsel olarak da en çok muhabbet gecesindeki cemde algılıyoruz. Alt okumalara açık, elverişli bir sekans burası. Ben bir nevi “miraç” olarak yorumluyorum, miraç bahsini modellediğini düşünüyorum bu sekansın. Ki zaten bu bahsi referans vererek açılıyor sekans… Karadan yürünecek, gelinecek yol son bulmuş, elde gözle görülür ne pars var ne de bir iz. Girdikleri mabet, parsın ta kendisi. O odadaki herkes, her şey Anadolu parsı. Yok olmuş, yok sayılmış bir halk; varlığından habersiz, Anadolu bozkırının ortasında son kalmış bir oda… Bu bağlamda Simurg’un hikâyesini de referans verirsem yanlış olmaz.  “Odaya girdiklerinde gördükleri kendileriydi…”

Diğer yandan, filmde çok az görünüyor olsa da önemli ve merak edilen bir karakter daha var. Emre karakterinin eğrisini senaryo tabirinde bir “circle” ile kendine döndüren “Aybars.”  Aslında bu film Aybars’ın arayışı ve buluşu üzerine kurulu.

'BU DİYARIN HER YERİ ANADOLU PARSIYDI'

Filmde ele alınan önemli konulardan biri de Alevi kültürü ve değerleri. Bu konuda nasıl bir araştırma yaptınız ve nelere dikkat çekmek istediniz?

Ben, üniversite yıllarına kadar İzmir’de büyümüş, Ege kültürüne aşina; konservatif çağdaşçılığına maruz kalmış, Batının “üstünlüğüne” özendirilerek yetiştirilmiş bir bireyim. Fanusumdan çıkmam ve yaşadığım topraklarda başka halkların da olduğunu fark etmem lise yıllarıma denk düşüyor. Kolej denen elitist, seçkinci zümreden devlet lisesine geçmemle birlikte daha önceden “kapatılmış” olan bazı fonksiyonlarım devreye girdi. Beynime kan, gönlüme can gitti… Veysel ile de bu lise sıralarında tanıştım. Aynı sırayı paylaştım. Bu ülkede Alevi halkların yaşadığını, Alevi’nin ne demek olduğunu o zaman öğrendim. Grup Yorum’u, Ahmet Arif’i, Metin Kemal Kahraman’ı o zaman keşfettim. Bakışım değişti, görüşüm genişledi… Doğunun ne kadar engin bir kavram olduğunu düşünmeye başladım. Ve hiç görmediğim mor dağları. 

Yıllar sonra 2013’te bu senaryoyu ilk kez kaleme alırken, hiç görmediğim, gitmediğim, bilmediğim Hacıbektaş bozkırını yine hayalini kurarak yazmıştım. Google Earth üzerinden incelediğim yerleri, yolları, senaryonun akışı içinde bir rotaya sokuyordum. Veysel’in köyüne kadar hepsini tespit edip yazmıştım… 2020 yılında recce/mekân keşfi için ilk kez Hacıbektaş’a gittiğimizde bu film için seçilebilecek en güzel yeri seçtiğimi fark ettim. Bu diyarın her yeri Anadolu parsıydı. Ötekileştirilmiş, unutturulmuş, kırık dökük, sanki 80 darbesinden kalma bir belde düşünün. Asfaltın bir yarısı var bir yarısı yok. Plato kursan bu kadar olur. Ama her girdiğimiz dükkânda, kapıda, bizi sımsıcak tebessümleriyle karşılayan bir halk. Her şeye rağmen. Sürgünlere, atanmayan tayinlere, çıkmayan ödeneklere; halka ve yerel yönetime yapılan tüm eziyete, sistematik asimilasyona rağmen içindeki insan sevgisini yitirmemiş bir halk. Kapıda dikilen üç yabancı. Kimsin, nesin, nereden geldin, nerelisin? Birini sormaz mı insan? Biri de sorsun. Yok. Kimse sormadı. En ufak köylerine kadar. Hepsini geçtim, bu ülkede “nereli” olduğunu sormayacak başka bir yer olduğunu sanmıyorum. İşte orada bu halka bir kez daha saygım, sevgim perçinlendi. Çünkü bu ancak kadim bir kültürün, öğretinin, yolun yordamın sağlayabileceği bir bilgelik. Yüzyıllarca ötekileştirilip, asimile edilmeye çalış ama hiç tanımadığın bir yabancıya dahi “nerelisin hemşerim” diye sorma. Onu ayrıştırma. Saygı duyuyorum. 

Halkı gibi aynı yüce gönüllülüğü Hacıbektaş Belediyesi ve belediye başkanı Yoldaş Arif Altıok da gösterdi. Adı gibi özü sözü bir. Devletin sistematik olarak borçlandırdığı, ödenek kesintisi uyguladığı bir belediyeyi düze çıkartmak için çırpınıyor başkan. “Size verebileceğimiz bir bütçemiz yok maalesef ama bizim gördüğünüz ne varsa sizindir,” dedi. Sözün özü, bizim Hacıbektaş’ı ve bu halkı filme çekmemiz boynumuzun borcuydu zaten… 

Daha önce yönetmen Semih Kaplanoğlu’yla ‘Yumurta’, ‘Süt’ ve ‘Bal’ üçlemesinin senaryolarında beraber çalıştınız. Bu çalışmanın filminizin yaratım sürecine ne gibi katkıları oldu?

Yıl 2003. Mimar Sinan Güzel Sanatları bitirdikten sonra çizerek değil yazarak bir şeyler yapma fikri iyice aklıma yatmıştı. Ve bu doğrultuda yaptığım görüşmelerden en önemlisi ve beni de en önemseyen Semih Kaplanoğlu oldu. Rahmetli Ersin Pertan’ın senaryo atölyesini bitirmiştim ve ilk yazdığım senaryo ile gitmiştim Semih Kaplanoğlu’na. Maneviyata olan ilgim ve arayışım dikkatini çekti sanırım. Ve bana 'Meleğin Düşüşü' filminin setinde sanat asistanı olarak çalışma fırsatı verdi. Sinema yolculuğum böyle başladı. 

Semih Hoca ile yedi sene bilfiil çalıştık. Ve senaryolar yazdık. Aynı zamanda yazdığımız filmlerin setlerinde de görev aldım. Senaryo metodu bir tarafa ben hocadan bir hikâyenin nasıl ele alınacağını, karakterin dünyasını; zaaflarını, tutkularını, hayal kırıklıklarını, mekânın kapsayıcılığını, sonsuzluğunu, aidiyet hissini, geçmişle olan ilişkiyi, çocukluğu, zamanın içinde zaman olduğunu gözlemlemeye çalıştım. Sinematografinin diyalogdan önce geldiğini, kurgunun her türlü olasılığa açık olabileceğini, sesin en az görüntü kadar önemli ve güçlü bir karakter olduğunu öğrendim. Hocanın yaşadığı her anı, çocukluğundaki o avludaymış gibi hissetmeye çalıştığını gördüm. 

Bu bağlamda, yapmaya çalıştığım filmin; az konuşan, minimalist bir yaklaşıma sahip oluşunu, alt metinleri ve görsel metaforları kullanma eğilimimi, ses tasarımı ve sinematografi gibi unsurları, birlikte çalışılmış yıllar içinde gözlemlediğim, elde etmeye çalıştığım kazanımlar olduğunu söyleyebilirim.

Dünya sinemasında veya kendi sinemamızda yakından takip ettiğiniz isimler var mı? Eğer varsa bu isimlerin sinema anlayışınıza ne gibi etkileri oldu?

Dünya sineması için ilk başta sayacağım demirbaş isimler, eski ustalar olur. Robert Bresson, Ingmar Bergman, Yasujirō Ozu, Andrei Tarkovsky, Krzysztof Kieślowski, Akira Kurosawa gibi… Zaten her sinefil listesinde başı çeker bu ustalar. 

Tarkovsky, filmin içinde yarattığı zaman ve mekân algısını eğip bükerek, gerek sinematografisi, gerek müzikleri ve ses kullanımı, soyut kavramları metafizik unsurlar, dinsel temalar ve güçlü duygularla peliküle aktarabilen, ilmek ilmek işlenmiş mükemmeliyetçi sineması ile beni etkileyen yönetmenlerin başında yer alıyor. Klişe olacak ama “Stalker” benim için de büyüleyici bir başyapıt. 

Kurosawa’nın 'Ran' filmi pelikül ile yapılabilecek en epik meydan okuyuşlardan biri. 

Kieslowski sineması, yalın sinematografisi, minimalist yapısı, su gibi duru anlatımının yanı sıra yer yer keskinleşen duyguları ve Preisner’in eşsiz müzikleri ile ders niteliğinde izlenmesi gereken bir yönetmen sineması. Mesela 'Dekaloglar/Ten Commandments' benim ders niyetiyle izlediğim ilk işlerdendir. 

Yakın geçmişimizden; Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, David Fincher, Terrence Malick, Michael Haneke, Abbas Kiarostami, Alexander Sokurov, Dardenne Kardeşler, Apichatpong Weerasethakul, Hou Hsiao-Hsien, Asghar Farhadi gibi önemli ustaları sayabilirim. 'Tropical Malady' Bars’ı geliştirme sürecinde dönüp dönüp baktığım filmlerden biridir mesela. 

Kendi sinemamızda ise Ömer Kavur, Yılmaz Güney, Metin Erksan, Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, önemsediğim diğer ustalar arasında. Kavur’un 'Gizli Yüz' filmi, Erksan’ın 'Sevmek Zamanı' sinemamızın özgün ve aşkın örneklerinden. 'Sürü' belki de ilk sıraya koyacağım bir başyapıt. Ama beni halen ilk izlediğim zamanki duygu ve merakla kendine hayran bırakan film 'Uzak'. Minimalist bir başyapıt oluşu bir yana insanın film yapmaya olan inancını körükleyen, cesaretlendiren bir film.

'SİNEMAYA GİTMEK LÜKS BİR EYLEM HALİNE GELDİ'

Sinemamızda ticari filmlerle bağımsız filmler arasında ciddi bir ayrım var. Sizce gelecekte hem dünyada hem de Türkiye'de bağımsız yapımların izleyecekleri rota ne olmalı?

Türkiye’de bağımsız film yapmak; hele ki bir ilk film, çılgınca bir eylem. Artık bağımsız yapımlar için baştan itibaren izlenecek bir strateji, yol planı yapmak gerekiyor. Yani bakanlık çıksın da en kötü o parayla çekeriz refleksi ile hareket etmek, size beş beden küçük gelen bir gömleğe girmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Yaşanmış tecrübeleri tekrar etmeyelim. Tabii ki alabiliyorsak kamu fonu ve TRT katkısı her zaman öncelikli olmalı. Ama alternatif yöntemlere de gidilmeli artık. Elinizde ikna edici bir projeniz varsa biraz daha ismi cismi olan başrollere gitmek, olabilirse onları da filmin ortağı yapmak denemeye değer bir yöntem olabilir mesela. Filme para koyabilir ve bunun karşılığında filmin haklarından yüzde alabilirler. Ya da kamera, ışık malzemelerinin prodüksiyonunu görüntü yönetmeninize bırakmak hatta ona da filmden pay vermek, onu işe daha çok dahil edebilir. 

Ama uzun soluklu olarak düşündüğümüzde, yaşadığımız pandemi sonrası izleme alışkanlıklarının büyük ölçüde değiştiği bir ortamda, artık sinema salonlarına gitmek ve film izlemek; mevcut ekonomik şartlar içinde, nostaljik, hatta romantik bir eyleme dönüşüyor. Metropolde, konforlu alanlarımızı terk edip sinemaya gitmek, lüks bir eylem haline geldi neredeyse. Bu da bağımlısı olduğumuz ekranlar karşısında dijital platformların algımızı ve alışkanlıklarımızı dönüştürmesi sonucu karşı karşıya kaldığımız yeni bir durum. Aslında korkutucu. Ama çektiğimiz filmlerin bir muhataba ihtiyacı var; sanatın tüm dallarında olduğu gibi. Ve muhataplara ulaşmak artık dijital platformlar üzerinden olacaksa, o zaman bu mecraların bağımsız sinemayı daha çok destekleyeceği formüller üretmemiz gerekecek. Tabi bu arthouse sinemanın karakterine nasıl tesir eder bunu zaman gösterir. Platformlar, arthouse sinemayı finanse edebilirse, hem üretim devam eder hem de nitelikli içerikler kendine yeni bir mecra ve muhatap bulabilir. Ama izlenme kaygısı ve yapılan işlerin muhataplarına ulaşması aynı şey değil. Ve bunu hem platfom direktörlerinin hem de bağımsız yapımcı ve yönetmenlerin iyi ayırt etmesi gerekiyor.

''BARS'IN EN BÜYÜK KAZANILMARINDAN BİRİDİR MUHLİS'

Sorulardan bağımsız olarak en son, filmin müziklerine de değinmek istiyorum. 'Bars’ı geliştirme sürecinde filmin evrenine en uygun nasıl bir müzik kullanabiliriz ya da besteleyebiliriz diye uzun bir süre etraflıca düşünüp notlar aldım. Internet üzerinden Alevi-Bektaşi kültürüne dair birçok müzisyeni ve parçayı dinledim. Özellikle muhabbet gecesindeki cemi canlı olarak çekmek istiyordum ve bu uzun sekansın müziklerini yapabilecek yetkinlikte, özgün bir müzisyendi aradığım. Bu sahne, filmdeki en can alıcı ve önemli sekanstı benim için. Bu süreçte Muhlis Berberoğlu da hayranlıkla takip ettiğim, yurtiçi ve yurtdışında çok farklı projelerde yer alan, farklı bir kafaya ve vizyona sahip, dikkat çekici bir müzisyendi. İzmir, Kemeraltı’ndaki ilk buluşmamızda ona muhabbet gecesinden bahsettim. Ve daha o ilk buluşmada üzerine düşünmeye başladık… Muhlis, birçok sahne ve televizyon deneyimi olmasına karşın daha önce film müziği yapmamıştı ve bu durum hem onu hem de beni daha da heyecanlandırıyordu. Müzikal dehası bir yana filmin dünyasına yakın bir kültürden geliyor oluşu, projeyi daha da sahiplenmesini sağladı ve bütün filmin müziklerini birlikte yapmaya karar verdik. İyi ki de yapmışız. 'Bars’ın en büyük kazanımlarından biridir Muhlis. 


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .