Endonezya: Komünist mezarları üzerine kurulmuş 'balayı cenneti'
Dünyadaki en vahşi katliamlardan biri olan Endonezya’daki komünist kıyımı ülke çapında yaklaşık bir milyon kişinin göz göre göre öldürülmesine neden oldu. 2012 yapımı Act of Killing (Öldürme Eylemi) isimli belgeselde Oppenheimer, mikrofonunu kurbanların yakınlarına değil, katillere uzatıyor ve onlardan geçmişi bizzat, profesyonelce canlandırmalarını istiyor. Katiller kendi katliamlarını gururla ‘filmleştiriyorlar’.
“Eski iyi şeylerle değil, kötü yeni şeylerle işe başlamak gerek” diyordu Brecht. Bu söze şunu da eklemeli “İşe başladıktan sonra yeni iyi şeylerle değil, eski kötü şeylerle devam etmek gerek.”
Dünyadaki ‘Instagram başkentlerinden’ bir tanesi olan Bali, Endonezya’nın, belki de dünyanın en turistik yerleşimlerinden bir tanesi. Muhteşem doğal güzellikleriyle ünlü Bali’ye gelen turistler, dört bir tarafa yayılan ‘resortlar’da Hindistan cevizi kokteyllerini içip, yoga yaparak ‘egzotik’ tatillerinin tadını çıkarıyor. Instagram paylaşımları ise kumların üzerinde ve cangıllarda çekilen fotoğraflarla dolup taşıyor. Yogalı fotoğraflar bolca ‘barış’, ‘sevgi’, ‘insanlık’ gibi hastag’ler içeriyor.
Fakat inanır mısınız, ‘Doğa harikası, bir turist cenneti, balayı destinasyonu Bali’de mutlaka gidilmesi gereken’ tek bir yer var, o da toprağın üzerinde değil altında. Üst üste yığılmış cesetlerin bulunduğu yerlere mezar taşı yerine otel dikildi. ABD destekli 1965 Askeri Darbesi ile birlikte katledilen komünistlerin kanıyla sulanan Bali’nin sahilleri… Bali’deki nüfusun yaklaşık yüzde 6’sının gömülü olduğu sahiller.
Dünyadaki en vahşi katliamlardan biri olan Endonezya’daki komünist kıyımı ülke çapında yaklaşık bir milyon kişinin göz göre göre öldürülmesine neden oldu. ABD daha sonra aynı stratejiyi Latin Amerika’daki darbelerde de uyguladı. Endonezya’daki katiller, Latin Amerika’daki kimi mevkidaşlarının aksine bugün suçlarıyla iftihar ederek geziyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen Endonezya’daki anti-komünist propaganda bugün hâlâ ürkütücü seviyelerde. Toplumsal yozlaşma da öyle…
Geçtiğimiz hafta Endonezya’da oldukça dikkat çekici bir yasa çıktı. Komünist düşünceyi yayma ‘suçu’ için dört yıla kadar hapis cezası uygun görülüyor. Marksist Leninist gruplara üye olmanın cezası ise 10 yıl hapis. Ayrıca evlilik haricinde cinsel birlikteliğin yasaklanması da yasa kapsamında. Tabii ki bu yasa turistler için geçerli değil: Adalet ve İnsan Hakları Bakan Yardımcısı Edward Ömer Şerif Hiariej gazetecilere yaptığı açıklamada, "Yabancı turistler için şunu vurgulamak isterim: Lütfen Endonezya'ya gelin çünkü bu yasa kapsamında cezalandırılmayacaksınız" dedi.
**
Endonezya’nın geçmişi ve bugünü hakkında biraz da olsa bilgi sahibiysek bunu ABD’li yönetmen Joshua Oppenheimer’ın ülkenin toplumsal hayatına dair sıra dışı belgesellerine borçluyuz. Peki neden sıra dışı? Film eleştirilerinde artık kabak tadı veren ‘çarpıcı’ ifadesine sık sık rastlıyoruz. Fakat Oppenheimer imzalı 2012 yapımı Act of Killing (Öldürme Eylemi) isimli belgeseli izledikten sonra kolay kolay başka yapımlar için aynı ifadeyi kullanamayacaksınız. Öyle ki Oppenheimer mikrofonunu kurbanların yakınlarına değil, katillere uzatıyor ve onlardan geçmişi bizzat, profesyonelce canlandırmalarını istiyor. Katiller kendi katliamlarını gururla ‘filmleştiriyorlar’. Dolayısıyla Endonezya’dan bahsederken Oppenheimer’ın eserlerini yeniden hatırlamak yerinde olacaktır.
İşe kabaca tarihi arka plandan bahsederek başlayalım. Eski bir Hollanda sömürgesi olan Endonezya zorlu bir mücadelenin ardından bağımsızlığını kazanır. Kısa bir sürenin ardından Endonezya Komünist Partisi (EKP), ülkede iktidarın ciddi alternatiflerinden biri haline gelir: 1955 seçimlerinde yüzde 17’ye denk 6 milyon oy alır. Parlamentoya gönderdiği 39 milletvekili ile ülkenin en büyük 4 partisinden birisidir. Yıllar içerisinde EKP’nin üyesi sayısı 1 milyondan tam 3 milyona kadar çıkar.
Bu sırada ülkedeki dengeler de değişir. ABD’nin desteğindeki askerler ile karşısındaki kimi askerler arasında bir darbe mücadelesi yaşanır. Bu esnada 6 general öldürülür. Ardından ABD destekli grup bu darbeyi, kendi darbeleriyle bastırır ve faturayı sadece darbecilere değil, bütün bir topluma keser. Generallerin ölümünden de komünistler sorumlu tutulur. EKP ile darbeciler şehirlerde çarpışır ancak daha sonra dağlara çekilir. Direnişle karşılaşan darbeciler ise ABD’nin doğrudan desteği ve kontrolü eşliğinde korkunç bir katliam yapar. Üstelik işkencelerden geçirilip katledilenler sadece ‘komünistler’ değildir, darbecilerin ‘komünist’ demek istediği herkestir: Sendikacılar, topraksız köylüler, aydınlar… Artık muhalif olan her kim varsa hedeftir.
Ordunun doğrudan giriştiği katliamlar olsa da paramiliter çetelere ‘doğaçlama’ bir katliam hakkı tanınır. Komünistlerin ‘dinsizlikle’ suçlandığı, camilere hakaret ettikleri öne sürüldüğü bu korkunç propagandalar eşliğinde komünistlerin yaşadığı köyler, mahalleler ateşe verilir. Çoluk, çocuk, genç yaşlı demeden haftalarca, aylarca katliam devam eder. Bu vahşeti yöneten çetelerin infazcıları daha sonraki 57 yıl içerisinde, tek bir kez dahi yargı karşısına çıkmaz. “Yaptıkları yanlarına kâr kaldı” demek bile az olur. Her biri devlet nezdinde birer ‘kahraman’ muamelesi görür, ceplerini de bir güzel doldurur.
Darbeyi darbeyle bastıran General Suharto ise iktidar koltuğuna oturur ve emperyalist güçlerin Endonezya’ya hâkim olması için canla başla çalışır.
Darbeciler ise bir süre sonra 1971’de oldukça şaibeli, sembolik bir seçim düzenler. Ülkedeki siyasi aktörler iki ana statüko partisi etrafında toplanır. Bu sırada yabancı sermayenin Endonezya’ya girişini kolaylaştıracak bazı güvenceler verilir. Daha sonraki seçimlerde ise Suharto tek aday olarak seçime adaylığını koyar, buna muhalefet eden öğrencilerin protestolarını sert bir şekilde bastırır. Fakat Suharto’nun sıradaki sınavı ekonomik kriz olur. Kendisi ve ailesinin yaptığı yolsuzluk iddialarını dile getiren herkesi bir dizi tutuklamayla susturur. Türlü cambazlıkla ve zorbalığın verdiği güçle 1988’de beşinci kez seçimleri ‘kazanacaktır’[1].
**
Endonezya’da yaşanan bu katliam sonrasında da anti-komünist propaganda, iktidardaki neoliberal-İslamcı anlayış için her zaman canlı tutulur. Komünistlere karşı savaş, sanki fi tarihinde şeytanlara karşı girişilen bir cihat gibi mit haline gelir.
Peki ülkede yaşananlar bugün toplumsal anlamda ne ifade ediyor? İşte bu soruyu kurbanlar kadar katiller de yanıtlayabilir. Hem de öyle ‘her iki tarafı da dinlemek gerek’ gibi siyasi arkaplanı olmayan naif bir uzlaşmacılık içerisinde olduğumuz için değil; katiller işledikleri suçları hâlâ hiçbir çekinceleri olmadan, kıvançla aktardıkları için. O halde tekrar Act of Killing ve ardından 2014’te yayınlanan The Look of Silence (Sessizliğin Bakışı) isimli belgesellere geri dönebiliriz.
Bir katliamı genellikle kurbanların yakınları tarafından dinleriz. Kapsamı biraz daha genişletip karşı tarafa da yer vermek istersek eğer ekrana katliamın ‘gereklilikleri’ için neden arayan bir-iki kravatlı adam koyabiliriz. Aslında Oppenheimer da benzeri bir motivasyonla yola çıkar. 1965 katliamının yakınları ile röportaj yapma niyetiyle Endonezya’ya gelir ancak aradan geçen yarım yüzyıllık zamana rağmen insanların konuşmaktan çekindiği, hatta korktuğunu gözlemler. Böylece tarihte neler olduğuna dair bir anlatıdan ziyade insanları tir tir titretenin ne olduğu sorusuna bir yanıt aramaya koyulur.
Melis Behlil’in 1+1 Express’te yayınlanan röportajında Oppenheimer, “Bana katillerle konuşmamı, katillerin şişine şişine ortalıkta dolaştığını, yaptıklarından gurur duyuyor göründüklerini söylediler” diyor: “Şüphelerimin peşinden gitmem ve bu ölümlerin nasıl olduğunu anlamam gerekiyordu. Ben de bulabildiğim tüm katillerle konuşmaya başladım, Anwar (Kongo) konuştuğum 41. kişiydi. Yaptıkları şeylere dair ifade veren kişiler gibi düşünmeyin onları, göğsünü gere gere yaptığını anlatan katiller bunlar. Neden böyle şişindiklerini anlamam gerekiyordu, bunu yapmanın en kolay yolu da onlara alan açmaktı. Diledikleri gibi şişinebilecekleri bir alan açmak, sonra kendi aralarında meseleyi nasıl tartıştıklarını ve nasıl tepki verdiklerini görmek. Böylece nasıl görünmek istediklerini, birbirlerini ve kendilerini nasıl gördüklerini anlayabildim.”
Birinci film, Act of Killing’de olay örgüsü Anwar Kongo isimli bir çete liderinin üzerinden gidiyor. Gururla kendine ‘gangster’ diyen Kongo, tıpkı diğer katiller gibi ‘komünistleri’ toplayıp getirdikleri mekânda yaptıkları işkenceleri güle oynaya kameralara gösteriyor. Üzerinde cırtlak yeşil bir Hawaii gömlek, ‘kan kokusunu önlemek için nasıl daha pratik insan öldürülebileceğini’ anlatmaya koyuluyor. Sonra ise hayaletlerle dolu olduğunu söylediği aynı yer üzerinde ‘çaça’ yapıyor.
Kongo ve çevresindeki çete üyelerine yaptıkları katliamları sahnede sergilemeleri için imkân tanınıyor. Onlar da başlıyorlar ‘gerçeğe uygun’ şekilde sahneye yansıtmaya, kendi vahşi hikayelerini gururla oynuyorlar. 1+1 Express’teki röportajda Oppenheimer ‘katillere kendi filmlerini yaptırma fikri’ hakkında şöyle söylüyor: “Bu 41 kişinin her biri beni işkence yapıp insanları öldürdükleri yerlere götürdü; hikâyelerini anlatmaya başladıklarında yanlarında kostüm ya da beraber rol kesecekleri bir arkadaş getirmedikleri için çok pişman oluyorlardı. Fikir onlardan çıktı yani, daha önce hiç belgesel izlemedikleri için benim bir yönetmen olarak dramatizasyona ihtiyacım olduğunu düşünüyorlardı.”
Her ne kadar olay Kongo çevresinde dönüyor olsa da diğer figürler de oldukça çarpıcı. Sadece tetikçiler yok, onun bunun hayatına din bahanesiyle karışıp zerre ahlak tanımayan siyasetçiler ya da ihbarcı gazete sahipleri de var. Bunlardan bir tanesi gazete ofisinde komünistleri sorguladıklarında ne derse desinler cevapları değiştirip yayınladıklarını söylüyor: “Bir gazeteci olarak benim görevim halkın onlardan nefret etmesini sağlamak. Adam öldürme gibi sudan işlerle uğraşmıyordum, bir göz kırpmama bakıyordu zaten.”
Daha başka kimler mi var? Paramiliterlerin her etkinliğine canla başla katılan bakanlar, meclis üyeleri… Hatta bir bakan “Bir daha bize karşı gelen kim olursa başlarına neler geleceğini iyi anlasınlar” ifadelerini kullanarak "temsili komünist köyü yakma, kadınlarına tecavüz etme" sahnesine de katılıyor.
Belgeseli izlememiş olanlar için olay örgüsünü burada keselim. Nitekim insanın tüylerini diken diken eden bir finale sahip.
**
Katledilen komünistlerin nasıl öldüklerine dair nostaljik bir ‘geyik’ yapan insan kılıklı tipleri izlemek elbette kolay değil. Zira belgesel bu ağır gerçeği bizim yüzümüze çarpıyor. İkinci belgesel, The Look of Silence da aynı korkunç gerçeği gösteriyor.
Ancak bu sefer kurbanların yakınları da katillerle karşı karşıya geliyor. Katiller ile kurban yakınları arasındaki diyalogları daha iyi anlayabilmek için Endonezya’da 1965 sonrasında kurban yakınlarının karşı karşıya kaldıkları durumu önemle vurgulamalıyız. O dönem neredeyse el yordamıyla kurbanlığa seçilen ‘komünistler’ katledildikten sonra çocukları okuldan mahrum bırakılır. Kasıtlı ve resmi olarak. Devlet sadece çocuklarını cezalandırmaz, aynı zamanda resmi kurumlarda çalışmalarını da ‘resmen’ yasaklar. Hatta çoğu ‘akrabanın’ evlenmesi dahi uygun görülmez. Aşağılanma, taciz, tecavüz, gasp yetmezmiş gibi…
Belki The Look of Silence’ta yer alan ‘Kurbanların kanlarını içerek delirmekten kurtulduğunu söyleyen onlarca katil’ filmin en can alıcı yeri gibi görülebilir. Oysa başka bir sahneye de odaklanmak gerek. Karşısındaki yönetmenin ABD’li oluşuna güvenerek konuşan bir diğer ölüm mangası lideri, şu sözlerle Washington’dan ikramiye koparmaya çalışıyor:
“Üç ay boyunca gece gündüz komünist öldürdük. Onları buradan üç kilometre uzağa götürdük. Bir çukur kazıp onları diri diri gömerdik. Yılan nehrine götürdüğümüz mahkumların listesi vardı elimizde. Her gece listeyi imzalardık. Ne kadardır… belki 500-600 kişi vardır. Çünkü bu bir uluslararası mesele. Hatta bize hediye vermeliler. Amerika tatili falan hediye etmeliler bize. Uçakla olmazsa gemiyle. Hak ettik. Bunu yaptık çünkü Amerika bize komünistlerden nefret etmeyi öğretti.”
**
Oppenheimer’ın filmleri gösterimdeyken pek çok kişinin salonu terk ettiği ya da evinde izleyenlerin sık sık yarıda bıraktığı biliniyor. Bunun pek çok kişisel nedeni olabilir. Ancak yanlış bir bakış açısıyla yapıldığını söylemek haksızlık olacaktır. Yönetmen bu tepkileri ‘hoşlanmayacakları bir gerçekle karşı karşıya kaldıklarında insanların birçoğunun bununla yüzleşmek istememesi’ olarak yorumluyor. Bu tartışmadan yola çıkarak Oppenheimer’ın bu yorumunu kendimiz açmaya çalışalım.
Mesela şöyle düşünelim. Gözünüzün önünde milyonlarca insan, uydurma siyasi nedenlerle keyfi bir şekilde katledilmiş. Binlerce katil, kelimenin tam anlamıyla yaptıkları kan banyosunu elli küsür sene, her gün güle oynaya, yüzünüze baka baka anlatmış. Suç işleme hürriyetleri devlet güvencesi altına alınmış ne de olsa… ‘Olan oldu, kan içtikleri için ödüllendirilenleri unutalım’ der gibi olmuşsunuz, ancak tek ‘günahı’ haksız yere katledilen biriyle kan paylaşmak olan bir çocuk okula kabul edilmemiş. Tüm bunlar olurken ‘Bu dünyada bir başımıza mıyız? Kimse görmüyor mu burada olanları?’ diye düşünüp etrafınıza bakmışsınız, bir yardım eli aramışsınız. Oysa bırakın sessiz kalanları, bizzat katliamı planlayan, sonra da dünyanın demokrasi polisi kesilen ülkeleri görmüşsünüz. İçinizdeki isyan büyüdükçe büyümüş, kusacak anı beklemişsiniz, gelmemiş.
Endonezya’da 1 milyon kişi katledildi, katiller yarım yüzyıldır at koşturuyor. Hâlâ komünist avlama derdindeler. Bir kişi bile bırakın hapsi, adliyenin önünden bile geçmedi.
Ne hissedersiniz? Ne istersiniz? Ne düşünürsünüz? Neye inanırsınız? Ve en önemlisi gerçeği nasıl tanımlarsınız? Kalkıp “Haklıyken haksız duruma düşme” der misiniz? Peki ya “Öyle yaparsan senin de karşı taraftan ne farkın kalır?”
Günümüzde hâkim olan ve takdir gören bir anlayış var o da mümkün mertebe makul ve dolayısıyla pasif olmak. Hayatı küçücük bir pencereden acizce yaşayanlar işte bunlar: Burjuva liberal masallar bize adaletin, yasaların, yargının ya da evrensel insan haklarının… tüm bunların kadir-i mutlak gerçekler olduğuna inandırdı. Çünkü belli mi olur, makul bir insan olursak bir gün belki biz de şirinleri görebiliriz? O nedenle hayat kavgasında ‘tarafsızlık’ mübah kabul edildi. ‘Objektif’ olmak, sıfırla eşdeğer kılındı. İşin garibi bu hikâye yüzlerce başarısız örnek üzerinde kuruldu.
Bugün belki dünyanın belli bazı yerlerinde yaşayanlar ya da dünyanın servetini elinde bulunduran ayrıcalıklı sınıflar kendi idealini sınırları ve sınıfları içerisinde gerçekmiş gibi göstermeye yetecek hokkabazlıklar yapabiliyor. Ancak makulün bu sınıfsal ve mekânsal referans noktasından uzaklaştıkça kabiliyet yoksunu hokkabazlara rastlıyorsunuz.
Örneğin Act of Killing’den başka bir sahneyi hatırlayalım: Endonezya’da dönemin Ölüm Mangası Lideri Adi Zulkadry, yönetmenin “Peki ya insan hakları? Savaş suçları?” sorusunu şu ifadelerle yanıtlıyor: “Savaş suçunun tanımı kazananlar tarafından yazılır. Ben kazanan taraftayım, o yüzden kendi tanımımı yapıyorum”.
Rahatınızı kaçırsın ya da kaçırmasın, dünya her an ‘tarafların’ kavgalarıyla yoğuruluyor. Kabuğunuza çekilip beyaz bayrak sallasanız bile kaçış yok. O halde geriye tek seçenek kalıyor: Kimin kazanması gerektiğine karar vermek.
Adalet, haklar, yurttaşlık, yargı, yasalar… tüm bunlar çok kalın sınırlarla çizilmiş kavramlar gibi geliyor insana. Açıyorsunuz kalınca bir sözlüğü, buluyorsunuz aradığınız kelimeyi ve işte size tanımı: “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi… Falanca sene kabul edilen ve insanın falanca temel haklarını güvence altına alan. Madde 1…” Elbette ki tanımların tarihsel bir önemi ve güncel bir değeri yok değil. Bununla birlikte sınırlı bir perspektifle kaleme alınan böylesi kavramların tanımlarını katı ve değişmez kabul etmek, nihai ve her koşulda her yere uygulanabilir görmek tehlikeli seviyede idealist bir yaklaşım olacaktır. Çünkü bu kavramların gerçekte ne ifade ettiğini öğrenmek istiyorsak açtığımız sözlükte herhangi bir yanıt bulamayacağız. Aradığımız kavramın karşısında yer alan tanımı okumaya çalıştığımızda sürekli değişen harflere, duruma göre değişen cümlelere rastlayacağız. Dolayısıyla matbu değil, dijital bir sözlüğe ihtiyacımız var.
Parantezleriyle ve dipnotlarıyla, zamanın ve mekânın ışığında o sözlüğü yazacak olanlar ise burjuva liberal dünya görüşüne hizmet edenler olmayacak. Eski masalların küflü kitabı, örgütlü halkın örgütlü mücadelesinde gerçeklerin sivri ucu tarafından parçalanacak!
[1] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (İletişim)
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
The Forbes köleliğin faydalarını sıraladı: Polyworking 20 Kasım 2024
İran’da bir Sovyet deneyimi: Azerbaycan Milli Hükümeti 16 Kasım 2024
Komünist aerobik öğretmeninden İsrail işgaline suikast 06 Kasım 2024
Baalbek’in yıkımı ve mirası 02 Kasım 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI