Enflasyon neden düşmüyor?
Ortodoks inanca mensup olanlar, firma kârları rekorlar kırarken enflasyonun sorumlusu olarak çalışanların ücret artışlarını gösterebiliyor. Yani bu yaklaşımı savunanlar, zaten alım güçleri muazzam oranda gerilemiş ve milli gelirden aldığı pay düşmüş olan ücretli kesimleri enflasyonun müsebbibi olarak görmeye iman etmiş durumda.
Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) başkanının değişiminin Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimindeki rolünü göstermesi bakımından ilginç bir vaka olduğunu ve Merkez Bankasındaki görev değişiminin Şimşek’in yükünü daha da ağırlaştırdığını yazmıştım. Şimşek, bir yandan büyük sermaye gruplarının ekonomi programını savunuyor, takip ediyor. Ancak diğer yandan da faiz politikası konusunda diğer sermaye gruplarından gelebilecek itirazları yumuşatıyor. Ve en önemlisi, siyaset için en önemli gösterge olan işsizliğin kısa sürede çok hızla yükselmemesini sağlayacak bir yol izliyor.
Ancak bu denge hamlelerinin ve Şimşek’in manevra alanının sınırları var. Bu sınırlar hakkında üç önemli konu/soru sıralanabilir: Enflasyon neden düşmüyor? İşsizlik ne kadar yükselecek? Ekonomi politikasının doğrultusu ya da büyüme stratejisi ne olacak? Bu yazıda bu üç sorudan ilkine eğileceğim. Zira enflasyon konusu, diğer iki konuyla birlikte, seçim sonrası için de kritik olacak.
ENFLASYON NEDEN DÜŞMÜYOR?
Geçen haftaki yazıda değindiğim gibi, TCMB’nin takip ettiği politika çerçevesi enflasyonun ancak ücret artışlarının sınırlanmasıyla gerileyeceği inancına dayanıyor. Burada ‘inanç’ kelimesini bilerek seçtim, zira mevcut para politikası tercihi ortodoks ekonomi görüşünün bir yaklaşımı, ekonomi ‘biliminin’ vardığı genel bir sonuç değil.
Bu ortodoks inanca mensup olanlar, firma kârları rekorlar kırarken enflasyonun sorumlusu olarak çalışanların ücret artışlarını gösterebiliyor. Yani bu yaklaşımı savunanlar, zaten alım güçleri muazzam oranda gerilemiş ve milli gelirden aldığı pay düşmüş olan ücretli kesimleri enflasyonun müsebbibi olarak görmeye iman etmiş durumda. Bilimde olan sorgulama, eleştirel düşünce, analitik yaklaşım, bu inanç sahiplerinde bulunmuyor. Bu görüşün takipçilerine göre enflasyon hedeflemesi, reel ücretlerin düşmesinin hedeflenmesi olarak çalışıyor. Yani, açıkça halkı yoksullaştırma programı, enflasyonla mücadele programı olarak sunuluyor. İlginçtir, bu ortodoks itikat, ana akım muhalefeti iktidarla bütünleştiren bir harç niteliğinde.
Yukarıda özetlediğim ortodoks iktisat inancına mensup akademisyenler, piyasa yorumcuları ve resmi kurumlar Türkiye’de henüz ‘kârların sürüklediği enflasyon’ kavramına yabancı durumda. Resmi metinlerde bu konuyla ilişkin en fazla görebildiğimiz ‘fiyatlama davranışları’ başlığı altında yapılan değerlendirmeler. Bunlar da oldukça sınırlı.
Sosyal medyada özellikle post-Keynesyen ya da Marksist yaklaşımdan gelen bazı akademisyenler bu konuyu uzun süredir dile getiriyorlar. Ancak (bilebildiğim kadarıyla) Ahmet Haşim Köse, Erinç Yeldan ve Korkut Boratav gibi eleştirel siyasal iktisat yaklaşımından gelen araştırmacıların İktisat ve Toplum dergisinin Aralık 2023 sayısında yayınladıkları ‘Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri’ başlıklı makaleleri, bu konuda son dönemde yapılmış en kapsamlı çalışma.
Makalede 2015 sonrasına odaklanılmış ve firma kârlarının üretici fiyatlarının da üzerinde arttığı tespit edilmiş. Çalışmada yüksek kârlılığın, özellikle yoğunlaşmanın yüksek olduğu yani tekelci/oligopolcü sektörlerde daha çok görüldüğü tespit edilmiş. Bu sektörlerin kritik yanı, diğer sektörler için girdi malı sağlamaları. Yani bu kritik sektörlerdeki fiyat artışları, ekonominin geneline yayılan bir fiyat artışını, yani enflasyonu yaratıyor.
Sözünü ettiğim bu makalede yapılan tespitler, Türkiye ekonomisinin yapısına ilişkin temel özelliklerle de uyumludur. Enflasyonu körükleyen öncelikle döviz kurlarından gelen geçişkenlik, yani TL’nin değersizleşmesidir. İkinci olarak firmaların süper kârlarının sürüklediği fiyat artışları söz konusudur. Ve son olarak firmaların ücret ya da faiz gibi giderlerinin artmasının enflasyona yaptığı katkıdan söz edilebilir, ki burada ücret artışlarının katkısının marjinal bir seviyede olduğunu belirtmek gerek. Zira yüksek enflasyon döneminde emeğin milli gelirden aldığı pay sürekli gerilerken sermayenin payı artmaktadır.
Bir başka ifadeyle enflasyon döneminde süper-kârlar ve emeğin milli gelirden aldığı payın gerilemesi, aynı madalyonun iki yüzüdür. Dolayısıyla süper kârlar (devlet müdahalesiyle ya da piyasa dinamikleriyle) sınırlanmadıkça bu iş bitmeyecek.
ŞİMŞEK’İN ÇELİŞKİSİ
Geçtiğimiz ay TÜİK’in yayınladığı gelir dağılımı verileri ile artan eşitsizliğin geldiği vahim durumu bir kere daha gördük. Bu verilere göre toplumun en zengin yüzde 10’u ve hatta en tepedeki yüzde 5’i, enflasyon döneminde daha da zenginleşmiş. Dahası, bu kesimler harcamalarını kısmıyor, aksine artırıyor. Ancak ortodoks ekonomi itikadına göre oluşturulan politika çerçevesinde talebi kısmaya yönelik politikalar, tüm talebi kesiyor hatta ekonomik yavaşlamayı ve istihdamın azalmasını enflasyonun düşmesi için önkoşul olarak görüyor.
Ortodoks itikadın ve onun takipçisi Şimşek’in çelişkisi şu: Günümüzde talep büyük oranda geliri yüksek olan kesimden kaynaklanıyor. Ancak talebi sınırlamak için yapılan faiz artışları, bu kesimin gelirlerini (ve dolayısıyla harcamalarını) daha da artırıyor.
Şimşek yönetimi, tıpkı Nebati yönetimi gibi, enflasyon konusundaki umutlarını baz etkisine bağlamış durumda. Enflasyonun aylık olarak yüksek seyrettiği 2023 yılının yaz aylarına ait veriler 12 aylık seriden çıktığında, enflasyon düşmüş olacak. Ancak işin ironik yanı, ortodoks itikadın takipçilerinin düşmesini umduğu enflasyon seviyesi, Nebati döneminin sonundaki seviye kadar! Kısacası mevcut ekonomi politikası, enflasyonla mücadelenin faturasını ücretlilerin sırtına yüklüyor ve bu politika ile hayat pahalılığının gerilemesi söz konusu bile değil.
Şimşek yönetiminin manevra alanının sınırlarını, önümüzdeki haftalarda ele almaya devam edeceğim.
Ümit Akçay Kimdir?
Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Akçay lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme programında almıştır. Güncel olarak, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma, yeni otoriterliğin ekonomi politiği konularıyla ilgilenmektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl: Türkiye'de Kriz, Devlet ve Siyaset (İstanbul, Doğan Yayınları, 2024), Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV Yayınları, 2007) kitaplarının yazarı; Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene Yayınları, 2016) kitabının ortak yazarıdır. Akçay’ın Cambridge Journal of Economics, Contemporary Politics, Globalizations, Internaltional Journal of Political Economy, European Journal of Economics and Economic Policies ve Journal of Balkan and Near Eastern Studies gibi dergilerde uluslararası yayınları bulunmaktadır.
İlerici neoliberallerin otoriter popülistlerle imtihanı 14 Kasım 2024
Ekolojik emperyalizm 07 Kasım 2024
IMF, çoklu kriz konjonktüründe ne öneriyor? 31 Ekim 2024
Almanya’nın ekonomik modeli krizde mi? 24 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI