Enflasyonun gölgesinde bir ekonomi

Eğer yüksek faiz oranı ile enflasyon kısa sürede kontrol altına alınır ve pandemi aşısı ile daha iyimser bir hava oluşursa artan talebin büyümeyi daha iyi bir düzeye ve işsizliği de belirli ölçüye kadar aşağı çekeceğini düşünüyorum. Fakat bu yine de nitelikli ve kalıcı bir büyümeyi garanti etmeyebilir.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Bu yazı geçen haftalarda enflasyonla ilgili Gazete Duvar’a yazdığım yazının devamı niteliğindedir. Enflasyon üzerinde biraz daha durmak gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte Türkiye’nin yarınına dair birtakım olası senaryolardan da bahsetmek istiyorum. Bir ülkenin enflasyonu tekrar bu kadar konuşmaya başlaması sadece iktisadi bir sorunu konuşmadığımızı aynı zamanda kamu politikalarının nasıl başarısızlığa dönüşme potansiyeli taşıdığını göstermesi açısından da oldukça önemlidir. Yüksek enflasyon büyük oranda bir kamu başarısızlığıdır. Bu hem izlenen güncel politikalar anlamında hem de sürdürülebilir, adil ve verimli bir büyümenin başarılamaması anlamında bir genel iktisadi başarısızlığın sonucudur.

Yüksek düzeyde enflasyon kamusal tartışmanın içeriğini ve niteliğini değiştirir ve dönüştürür. Özellikle enflasyon bir alım gücü istikrarı problemine dönüştüğünde geniş bir halk kitlesini ilgilendiren bir problem olarak karşımıza çıkar. Fiyatlar isyan eder, kamusal tartışma alanını esir alır, temel sorunları görünmez kılar. İnsanlar enflasyondan korunmak için finansa “bulaşır”. Enflasyon bu anlamda finansı daha fazla konuşulur hale getirir. İnsanlar artan risk algısı ile servetlerini ve gelirlerini korumak için kapı baca finansal varlıklar arama derdine düşer. İktisadi zihin dünyası finansallaşır. Bu aynı zamanda parasalcı iktisatçıları daha da öne çıkarır. Merkez Bankası da bir “pantheon”a dönüşür. Böylece geniş bir nüfusun sorunları enflasyon gölgesinde dar bir alana sıkışır.

Türkiye’de enflasyon için iki kapan aynı anda çalışıyor: aArz ve talep kapanı. Bu yüzden Türkiye’de enflasyonun hikayesini et fiyatlarının hikayesine çok benzetiyorum. Et fiyatları enflasyon için temsili bir fiyat gibidir. Et fiyatlarına dönük talep artışı ve arz kısıtı aynı anda çalışır. Nispi anlamda hayvan sayısının azalması, mera alanlarının düşmesi gibi arz yönlü faktörler ve insanların tüketme isteği, her iki kapanın da fiyatları yukarı çeken dinamiğe evrilmesine neden olur. Arz kısıtı talebin etkisini fiyatlara (et fiyat artışı) ve ithalata (canlı hayvan ithalatı) yönlendirir. Bu yapısal durum daha önceki yazımda da belirttiğim gibi 2000’li yıllarda neden yüzde 5’in altına kalıcı bir şekilde inmediğini gösterdiği gibi, sonraki iktisadi ve politik komplikasyonların da etkisi ile birlikte hep fonda çalışan mekanizmalar olarak kalmaya devam etti. Bu yüzden de enflasyon Merkez Bankası'nın başarısızlığının ötesinde bir durumdur. Buradan hareketle üretimi artıralım enflasyon problemi çözelim anlamı çıkmaz. Üretimle enflasyonu düşürmek bir zaman işidir, ama şu anki üretimin sahip olduğu kısıtların enflasyonunun düşebileceği limiti belirlediği açıktır.

Dünya genelinde enflasyonu harekete geçiren birçok faktör Türkiye’yi de etkilemesine rağmen, Türkiye dünya enflasyon oranından uzun süredir ayrışmaktadır. Aslında 1990’lı yıllardan beri dünya medyan enflasyonunda ciddi bir düşme söz konusudur. Bunun ardındaki sebeplerin önemli bir kısmı çoğu ülke için ortaktır. Örneğin, globalleşme, enflasyonu dizginleyen faktörlerden biridir. Globalleşme artık enflasyonun sadece yerel faktörler tarafından belirlenmediğini göstermektedir. Global kaynak kullanımı herhangi bir ülkedeki yerel kaynak kullanımının rolünü azaltmaktadır. Bu bile aslında Phillips eğrisi ile ifade edilen işsizlik-enflasyon arasındaki negatif ilişkiyi zayıflatan bir süreçtir. Teknoloji de enflasyonu baskılayan diğer bir faktördür. İnternetin yayılımı milyonlarca tüketici ve firmanın ticari alışkanlıklarını değiştirdi. Fiyatları daha şeffaf ve merkezi olarak gözleme imkanı vermesi firmalar üzerinde bir baskı kurulmasına neden oldu. Bu da fiyatları istenildiği gibi artırmanın zorlaşacağı anlamına gelir. Dünya genelinde emek piyasalarındaki değişmeler de enflasyonu aşağı çeken diğer bir faktördür. Global tedarik zincirlerinin yayılımı, azalan sendikalaşma ve sosyal normlardaki değişimler çalışanların pazarlık gücünü de azalttı.

Fakat özellikle 2007-8 global krizinden sonra ortaya çıkan faktörler hem enflasyonu daha stabil yaptığı gibi hem de enflasyonun işsizliğe daha az tepki vermesine neden olmuştur. Bunlardan biri enflasyon beklentilerinin bir tür sabitlenmiş olmasıdır. Örneğin, FED ilk defa yüzde 2 oranında bir hedef koyduğunda bunu yukarı çeken faktörler olsa da (düşük işsizlik ve enerji fiyatlarında artış) enflasyon üzerinde daha az etkide bulunmaktadır çünkü herkes enflasyonun tekrardan FED’in hedefi olan yüzde 2 düzeyine geri döneceğini bekleyerek hareket etmektedir. Bu yüzden merkez bankalarının kararlı bir şekilde koydukları hedefler ciddi anlamda enflasyonu yönlendirmektedir.

Enflasyon ile mücadele ve onun gölgesinde geldiğimiz noktada Türkiye ekonomisi üzerinde olası birtakım senaryoları ifade etmek istiyorum. Bunları aşağıdaki başlıklar altında toparladım:

SÜRÜNGEN BİR EKONOMİ

Türkiye’nin içinde bulunduğu ve bir müddet daha böyle devam edeceğini beklediğim durum, ülke ekonomisinin bir “sürüngen ekonomi” niteliği kazanmasıdır. Sürüngen ekonomiden kastım istihdam yaratmayan ve dünya ortalamasına göre yüksek bir enflasyona sahip bir ekonomiyi kastediyorum. Bu anlamda büyüme imkanları birçok açıdan sınırlandırılmış bir ekonomi söz konusudur. Hem düşük talep hem de arz imkanları (yatırım ve verimlilik problemleri açısından) yeterince genişlemeyen ve dolayısıyla işsizliğin de azaltılamadığı bir durum söz konusudur. Türkiye ekonomisi uzun süreden beri böyle bir atalet içindedir.

Enflasyonu kontrol altına almak için son aylarda faizlerin yükseltilmiş olması bu durağanlığı daha kalıcı hale getireceğinden ekonomi daha dar bir tünel içinde hareket edecektir. Bu yüzden kredi genişlemesi ile bir ara “Amok koşucusu”na benzer bir büyüme cinneti geçiren ülke ekonomisi terapiye alınmıştır. Dolayısıyla bu durumun ani kopuşları (krizleri) nispeten engellediğini düşünüyorum. Bu yapı içinde yüksek işsizlik, yüksek faiz ve yüksek enflasyondan dolayı baskılanan talebin, enflasyonu daha da hızlandıracağını düşünmüyorum. Fakat maliyet kaynaklı etkenler ve beklentiler bu oranının belirli bir düzeyin altına inmesine de imkan vermeyecektir. Bu tip bir büyüme dinamiğinin en kırılgan tarafı işsizlik (geniş anlamı ile) olacaktır. Bu durum ciddi bir politik belirsizlik alanı da yaratabilir. 2023 seçimlerine gidilen süreçte mevcut hükümetin işsizliğe ne kadar tahammül edeceği önemli bir konudur.

Pandeminin etkilerinin zamanla hafiflemesi istihdamda bir iyileşmeye neden olacaktır. Fakat bunun düzeyini büyük oranda firma davranışları belirleyecektir. Yani firmaların içinde bulundukları durum ve pandemi sonrası aldıkları yatırım ve istihdam kararları çok belirleyici olacaktır. Bu yüzden mikro alanının makro politikalardan daha belirleyici olacağını düşünüyorum. Firmaların borçluluk düzeyi hareket alanlarını oldukça sınırlamaktadır. Firmaların yeniden sermayelendirilmesine dönük gelişkin bir makro plan devreye sokulmadığı için firmalar mevcut halleriyle su yüzeyinde durmaya çabalıyorlar. Önümüzdeki dönemlerde, firmaların 2001 krizi sonrasında olduğu gibi istihdama dönük bir davranış değişikliğine gitmeleri durumunda, yani emek talebi konusunda daha ihtiyatlı olmaları söz konusu olursa, bu çok daha kalıcı bir işsizlik yaratma potansiyeli taşır. 2000’li yılların ortasından itibaren büyümenin istihdam yaratma potansiyelindeki yetersizliği akademik ilgiyi çekecek kadar önemlidir. Daha yapısal bir kriz olan pandeminin de bu tür bir etki yaratma potansiyeli mümkündür.

Açıklanan son Merkez Bankası enflasyon raporundan da anlaşılacağı gibi enflasyonun tedrici bir şekilde indirileceği hedeflenmektedir. Bu da talep daraltıcı politikaların keskin olmayacağına dönük bir sinyaldir. Bu süreçte enflasyonun çalışanların reel ücretlerini yavaş yavaş kemirmesine imkan verilerek ücret-enflasyon döngüsünden kurtulmak amaçlanmaktadır. Bu anlamda enflasyon dinamiği çalışanların aleyhine çalışan bir büyüme patikasına sıkıştırılmış durumdadır. Fakat talep daralmasındaki döngüyü kırmak için de hükümet döviz kurunun yeterince düşük olan başlangıç değerinden faydalanarak dış talebi artırma stratejisine başvuracaktır. Yüksek döviz kuruna ilave olarak düşük reel ücretlerle ihracat yeterince ucuz hale getirilecektir. Fakat buna dış piyasaların nasıl tepki vereceği oldukça önemlidir çünkü ihracatın fiyat elastikiyeti son dönemlerde oldukça düşük düzeylerdedir.

Diğer yandan, burada maliye politikasının toplam talebi yönlendirme konusunda sınırlı kalacağı da açıkça görülmektedir. Bunun da büyük oranda mevcut bütçe ve borç kısıtlarının zorunlu bir sonucu olduğu açık. Durağan büyüme içinde gelir vergisi gelirlerini artırma imkanı oldukça azalmıştır. Bu yüzden de bütçe gelirlerini büyük oranda dolaylı vergiler üzerinden ve yine büyük oranda orta ve yüksek gelirli grupların tüketim ürünleri üzerine konan vergi artışı ile sağlanacağı görülüyor. Bu durum iktisatçıların “dışlama etkisi” (crowding out) dediği durumun tüketim versiyonudur. Yani hükümet kendi tüketimi için vatandaşın tüketimin kısmaktadır. Tabii bu da talep kompoziyonunu ve refahın niteliğini tüketicinin aleyhine değiştirmektedir.

Sonuç olarak bu sürüngen ekonominin devam etmesi durumunda, ki bu bence oldukça yüksek bir ihtimaldir, işsizliğin belirli bir seviyenin altına inmeyeceğini ve yoksulluğun da çok görünür olacağını düşünüyorum. Seçime doğru giden süreçte izlenecek politikalar bu durumu tersine çevirmeye çalışacaktır fakat iktisadi ataletin çok yapısal olması bunu zorlaştıracaktır. Ve bunun 2023 seçimlerinde politik karşılıkları olacaktır.

KOPUŞ

Türkiye ekonomisinin belli koşullar altında sert bir kopuş veya kriz yaşaması diğer olası durumlardan biridir. Bu durum büyük oranda finansman problemlerinden kaynaklanacaktır. Finansmandan kastım da içinde cari açığın ve iç-dış borcun finansmanının sürdürelemez hale gelmesidir.

Firmaların ve kamunun borçları için bir yıl içinde ihtiyaç duydukları döviz miktarı yaklaşık 180 milyar dolardır. Buna cari açığın finansmanı (2021 yılında yaklaşık 25-30 milyar dolar cari açık bekleniyor) için gerekli döviz miktarı eklendiğinde yıllık döviz talebi yaklaşık 210 milyar dolar civarındadır. Merkez Bankası rezervlerinin negatif olduğunu düşündüğümüzde bu finansmanın bir kısmının diğer yerel aktörlerden, önemli bir ksmının yine dış sermaye ile karşılanması gerekecektir. Bu, finansman döngüsünde bir kopma ciddi bir şok dalgası yaratır. Bu da daha yüksek faizler ve daha yüksek döviz kuru anlamına gelir. Bunun da mevcut yerli para ve döviz cinsinden yüksek borcu düşündüğümüzde tüm aktörler için (özellikle devlet ve firmalar) çok daha ciddi bir yük yaratır. Bu anlamda borcun mevcut düzeyi krizin boyutunu ve süresini belirler.

Finansman probleminin sürdürebilir bir patikaya oturması için nispten daha kalıcı döviz kaynaklarına ihtiyaç duyulur. Bunlardan biri sermaye akımlarının tekrardan başlamasıdır. Bu durum şu haliyle mümkün değildir. Döviz kuru riski yabancıların Türkiye borsasına ve tahvillerine yatırım yapmasının önündeki en büyük engeldir. Sermaye akımının düzeyini nispeten enflasyon politikasındaki başarı belirleyecektir. İkincisi, cari açığı baskılamaktır. Fakat bunun da ciddi büyüme problemlerine neden olacağı açıktır. Bu, bir dönem önceki ekonomi bakanı tarafından denendi fakat 2020 yılında tekrardan yüksek düzeylere ulaştı. İstikrarlı bir ekonomide cari açığın yönünü üretimin niteliği ve fiyatı belirler. Fiyatlar sürekli döviz kuru ile koruma altına alınamayacağından dolayı, bunu emek maliyetlerini baskılayarak yapabilirsiniz (Çin’in yaptığı gibi ve şu an Türkiye’nin yapmak istediği gibi) veya verimliliği artırarak yapabilirsiniz ki bu çok uzak bir hedef gibi durmaktadır. Üçüncüsü, turizm gelirlerinin artması finansman baskısını nispeten hafifletebilir, fakat pandeminin buna bu yaz da imkan vermeyeceği görülüyor.

Türkiye’de finansman problemini kopma noktasına getirecek en önemli nedenin politik risk olacağını düşünüyorum. Politik riskten kastım kurumlar üzerinde artan baskı, özgürlük alanın daralması ve dış politika alanındaki problemlerin anlık gerginliklere açık hale gelmesidir. Kırılgan bir iktisadi yapı bu şekilde politik risklere karşı duyarlı hale gelmektedir. Siyasetin kırılgan iktisadi yapı üzerindeki bu yıkıcı etkisine “Rahip etkisi” de diyebiliriz. Rahip etkisi, Türkiye ekonomisi için bir Macbeth hayaleti gibidir, geleceğe dair “kötü”yü söyler ve hep oradadır, ülkesine hiç gitmemiştir. Bu anlamda politik risk ile ekonomik risk iç içedir. Birbirlerini negatif olarak beslerler. Politik riskin ekonomiyi boğduğunu ama ekonomik kırılganlığın da politik çıkmazı artırdığı açık.

YENİDEN TOPARLANMA

Eğer yüksek faiz oranı ile enflasyon kısa sürede kontrol altına alınır ve pandemi aşısı ile daha iyimser bir hava oluşursa artan talebin büyümeyi daha iyi bir düzeye ve işsizliği de belirli ölçüye kadar aşağı çekeceğini düşünüyorum. Fakat bu yine de nitelikli ve kalıcı bir büyümeyi garanti etmeyebilir çünkü enflasyon kontrol altına alındığı düşünüldüğünde aşina olduğumuz büyüme dinamiklerinin tekrardan devreye gireceğini düşünüyorum. Özellikle 2023 seçimlerinin hükümetin izleyeceği iktisadi politikaların ufkunu daraltma ve dolayısıyla seçimlere kısa süre kala hükümetin tekrardan özellikle hassas olduğu “düşük faiz”le kredi kanalını devreye sokma ihtimali yüksektir.

 

*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü