YAZARLAR

Erinç Yeldan: Fırsatı 1980’de kaçırdık, 1998’de son çiviyi çaktık

Ekonomide kurucu iradenin murat ettiği kalkınma neden gerçekleşemedi? Türkiye ekonomisi 100 yıldır neden bocalıyor? Neden sürekli dış borca-dış kaynağa bağımlıyız? Hangi dönüm noktalarında, hangi fırsatları, nasıl kaçırdık? Yeni başlayan yüzyılda yeniden bir fırsatımız olabilecek mi? Şimdiden ne yapmalı?  Prof. Dr. Erinç Yeldan anlattı. 

Cumhuriyet'in 100 yılını arkada bırakmaya sayılı günler kala, Prof. Dr. Erinç Yeldan’la Türkiye ekonomisinin geçen yüzyılını, kaçırılan fırsatları, yüz yıldır neden sürekli bocaladığımızı ve kritik dönüm noktalarını konuştuk. 1923’te kurucu iradenin, geleceğin Türkiye’sini hayal ederken murat ettiği neydi? Geldiğimiz noktada bu murat gerçekleşti mi? Türkiye ekonomisi neden 100 yıldır bocalıyor? Nerelerde hangi fırsatları kaçırdık? Bundan sonraki yüzyılda bir fırsat daha kaçırmamak için hala şansımız var mı?

Uzun uzun, büyük bir sakinlikle anlattı Erinç Hoca. Kimi zaman kızdı, kimi yerde hüzünlendi, heyecanlandı, kimi yerde de isyan etti. Biten yüzyılı Türkiye açısından tarif ederken en çok da “Yüzyıllık Yalnızlık” metaforuna katıldı ama ilk 20 yıla “iyi ki de yalnızdık” diye şerh düşerek… 

Erinç Hoca, Cumhuriyetin yeni başlayacak yüzyılında, kuruluşunda murat edilen “hep birlikte kalkınmış, çalışkanların zengin memleketi” hayali için yeni ve son bir fırsat daha olduğunu söylüyor. Yeter ki bunu da kaçırmayalım endişesini de paylaşarak…

Çok uzun bir sohbetin tamamını buraya yansıtamasak da, yeni yüzyıla girerken özetlemeye çalıştığımız sohbetin hepimize bir ışık olacağını düşünüyorum.

100 yıl önce kurucu irade bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için yola çıkarken -özellikle İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz” sözleriyle yola çıkarken- bir şey murat etmişti. Sizce Cumhuriyet'in 100. yılında bu murat gerçekleşti mi? Bu dönemi “Yüzyıllık Yalnızlık” olarak tanımlamama katılır mısınız?

Prof. Dr. Erinç Yeldan

Emperyalizme karşı ilk isyan, ilk halk direnişini yapan Anadolu halkı… Türkiye, Anadolu ihtilali ve arkasından Cumhuriyet'in kuruluşuyla kabaca İkinci Dünya Savaşına kadar 1920-30’larda hakikaten emperyalizmin en zayıf halkası olmanın fırsatlarını kullandı, diyebiliriz. Türkiye lehine bağımsızlık hem siyaseten hem ekonomide bağımsızlık tasarımının uygulamaya geçirilebildiği dönemler. Hatta sizin “100 yıllık yalnızlık” ifadenize atıfla, ben bu 100 yıllık yalnızlığın ilk 20 senesini olumlu anlamda kullanıyorum. Yani üzerimizdeki emperyalist kuşatmanın kırıldığı, daha kapitalistleşmemiş bir milli burjuva devrimi, feodaliteden çıkış ve bunun kapitalizmin yakıcı şartlarında değil, tasarlanmış, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü bir rönesans hamlesiyle birleştirilerek bilinçli bir kalkınma stratejisi olarak uygulanabildiği, bunun mümkün olduğu bir dönem olduğunu düşünüyorum. Yani deyim yerindeyse “iyi ki de o ilk 20 yıl yalnızdık” diyorum.

O yıllar Osmanlı coğrafyasından kalan çok parçalı tahrip edilmiş bir sosyoekonomik yapı var. İstanbul ve İstanbul'un dışı, birden fazla Türkiye var.  Genç Cumhuriyet çok kötü bir resim devraldı Osmanlı koşullarından. Biraz çaresizlikten, biraz bilinçli olarak, “karma ekonomi; devletin öncülüğünde olan ekonomi” diye yeni bir yol arayışına giriyorlar. Böyle bir dönemde son derece gerçekçi ve rasyonel bir düşünce içindeler. Üretimi yapabilmek için sermaye birikimi, özel sermaye birikimi yok, devlet birikimi de kısıtlı koşullarda, dolayısıyla hani klişe sözcükle ama hakikaten “yoktan var etmenin koşullarını” yaratıyorlar.

Genç Türkiye Cumhuriyeti'nde eğitim kıt, iş gücü vasıfsız, hammadde olanaklarımız Anadolu coğrafyasında son derece kısıtlı. Dolayısıyla birinci olarak tüketim mallarından başlıyorlar. Çok anlaşılır nedenle Sümerbank’ın kurulması. Milli devrim acil olarak mutfağa hizmet etmek durumunda… Yüksek ölçekli otomotiv sanayiine dayanıklı tüketim malları sanayiine, buzdolabına, otomobile, otomasyona, geçebilecek bir ne teknoloji var, ne birikim, tasarım var. Ne de para var. Açlık, yoksulluk had safhada. Kalitesiz, denetimsiz, tasarımsız ve muazzam bir köşe dönmeci soyguna dayalı bir özel girişimcilik var. Ve bununla bu işin yürümeyeceğini çok iyi anlıyorlar. Dolayısıyla çok gerçekçi olarak Türkiye'de devlet hem planlayıcı hem üretici hem istihdam yaratıcı hem de yatırımcı olacak. Çok tutarlı bir plan, kalkınma stratejisi güdüyorlar.

Kalkınma hedefi dediğimizde, kalkınma sözcüğünün altında yatan esası, ana yapısal felsefeyi görmezden gelmemeliyiz. Aslında o kadar yalın ki… Kalkınma, büyümeden farklı. Teknik tanımıyla uluslararası iş bölümü içerisinde, yükselmek, merdiven atlamak, sınıf atlamak demek. Dolayısıyla, eskiden kendi ekonominizde üretemediğiniz, pazarlayıp tüketime sunamadığınız malları artık tüketebilmeye, üretebilmeye başlamak demek yani. Tütünle, şekerle, buğdayla başlayıp, daha üst düzey tarım malları, sanayide kumaşla başlayıp daha yüksek katma değerli, tasarım gerektiren mallar ve büyük sanayiye, otomasyona, bilgiye dayalı sanayi teknolojileri üretmek…  Yoksa zaten üretmekte olduğunuz şeyleri daha çok daha yoğun üretmeye devam etmek değil.

1920-30’larda bunu görüyorlar. Dolayısıyla hani gerçek kalkınmanın da yurttaşlık bilincinin de dolayısıyla siyasi bağımsızlığımızın da ancak bu ekonomik bağımsızlığın bütün yurt sathına yayılmasıyla olacağını görüyorlar. Ne var ki Cumhuriyet kadrolarının gücü ve ömrü Doğu’nun feodal toprak ağalarını, gerici yapıyı ve toprak rantına dayalı çıkarları yenmeye yetmiyor, dönüştüremiyor.

Prof. Dr. Erinç Yeldan, Gülümhan Gülten


'MENDERES’LE, KALKINMACI SANAYİLEŞME YERİNE, TAM BİR GERİ BIRAKTIRILMIŞ TARIM ÜLKESİ HALİNE GELDİK'

Yurttaşlık ideolojisine karşı ümmet ideolojisi, aydınlanmaya karşı statükoyu koruma tercihi, aristokrasinin toprağın rantını kendi içinde tutma uğraşı, cemaatlerin içinde var olan yapıları koruyup bunun sanayi için bir kaynağa dönüşmesini, çıkarlarına karşı gördüğü için engelleme stratejisi bu. Kabaca İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası karşı devrimin şekillendiği yıllar… Köy Enstitüleri reformunun önüne set çekiliyor. 1930’ların meşhur sanayi planı deneyimi rafa kaldırılıyor. Planlı sanayi hamlesi terk ediliyor.

Menderes'in büyük güç kaynakları İzmir'deki, Söke’deki, Ödemiş’teki, Aydın'daki büyük toprak ağalarından besleniyor. Öncelikle Urfa'dan ve Adana'dan besleniyor. Çok enteresandır. Bugünkü siyasi haritamızın tam tersi bir harita var o sırada. Orta ve iç Anadolu laik Cumhuriyetçi tırnak içerisinde daha ilerici, daha demokrat. Sahiller yani tarım havzaları, İzmir'i, Antalya'sı, Adana'sı bugüne göre daha sağcı daha kökten dinci. Bu güç daha büyük bir siyasi güce dönüşüyor Menderes'in arkasında. Buna ilaveten Türkiye'nin artık çok net bir şekilde Kore savaşında NATO'ya dâhil olup asker göndermesi, bizim yerimizi olduğu gibi Amerikan dünya sistemine konumluyor. Soğuk savaşta doğrudan NATO ve Amerika tarafını seçiyor. Bunun karşılığında Marshall yardımı geliyor. Bir geçici refah dönemi… 1950’lerde aslında büyüme hızı çok yüksektir, fakat çok da çarpıktır. Çünkü Türkiye artık bu kalkınmacı sanayileşme yerine, toprak ağalarının, bölgenin tam bir geri bıraktırılmış bir tarım ülkesi, sanayide bir ithalat deposu haline geliyor. Kendi içinde devamlı göç yoluyla beslenen bir çarpık kentleşme yaratıyor. Onun yarattığı Yeşilçam melodramları kültürel yozlaşmayı belgeliyor…

Ne zamana kadar sürüyor?

1960 darbesiyle beraber devlet sektörü öncülüğünde üretim, yatırım, kalkınma ve istihdam, planlı kalkınma dönemi tekrar deyim yerindeyse hatırlanıyor veya gündeme geliyor. İç, dış ticaret neredeyse koruma altında. Koruma rantları, kota rantları, ticaret burjuvazisi de bundan palazlanıyor. Sanayi burjuvazi palazlanıyor. Bakın bunu olumlu anlatıyorum.

Neden olumlu bu?  

Ekonomist Dani Rodrik, rant kendi başına olumsuz bir şey değildir, der. Yaratıldığı ve nerede kullanıldığı önemlidir. Planlı kalkınma dönemi, rantı olumlu anlamda, ithal ikameciliğin geliştirilmesi ve planlı kalkınmaya bir kaynak olarak kullanma becerisi gösteriyor. Dolayısıyla bu ithal ikameciliği aslında mutlak anlamda kötü veya mutlak anlamda iyi diye değerlendiremeyiz. O dönem Türkiye'nin sanayileşmesinde bir kaynak yaratan ve bunu doğru kullanan bir olgu olarak değerlendiriliyor. Bu Türkiye'ye özgü bir şey de değil. Güney Kore modelinin arkasında da ihracat rantları var. Japonya'da da toprak ağalarının gücünün kırılıp burjuva sektörünün, burjuvazinin yaratılmasında kullanılan rantlar var. İngiltere meşhur sanayi devriminin arkasında işte hububat yasalarının kaldırılması var. Hububat yasaları İngiliz aristokrasisini koruyordu, bunlar kaldırılınca ekonomik güçleri kırılıyor ve oradan elde edilen ticaret rantları işte Liverpool'u, Manchester’ı yaratıyor.

Dolayısıyla 1960’ların bu kalkınma planı döneminde, yurt dışından ucuz dünya fiyatlarından malı alıp, içeride koruma altında yüksek fiyattan, kârdan satabiliyorsunuz. Bunlar sanayi için kullanılıyor. Nihai malların yani dayanıklı tüketim mallarının işte Anadol otomobilin, AEG’nin, tekstilin, gıdanın üretiminde kullanılacak. Aramalı ham maddeleri devlet, kamu işletmeciliği üretiyor. Nihai tüketim mallarını da çoğunlukla özel sektör devralıyor. KİT sistemi, evet, belki göreceli olarak verimsiz, aşırı istihdam kullanıyor ama sürekli, ucuz ve Türkiye'de üretiliyor. Hani yurt dışından almaya kalksanız döviziniz yetmeyecek. Limanlar yetersiz, demir yolları yetersiz. Bir de çok önemli bir işlevi var. Bu sonra tu-kaka olacak, atıl istihdamdı işte verimsiz işçilerdi, kara delikti, denilecek. Ama bir istihdam deposu olarak, ulusal ekonomiye sürekli girdi sağlayabilen bir işletmecilik anlayışı var. Ve dolayısıyla KİTler o dönemde son derece itibar görüyor.  

TÜRKİYE’NİN YAŞADIĞI TIKANMA, KORE VE SİNGAPUR’DA NİYE YAŞANMIYOR

Ama 1970’lere geldiğiniz vakit artık daha ileri teknolojilere geçmeniz, makineyi, motoru üretmeniz lazım. Yeni teknolojiler gerek. Bu geçiş çok daha büyük yatırımlar gerektiriyor ve bunların çoğu da daha ithalat yoğun, daha fazla döviz talebi, ithalat talebi yaratan sektörler. Türkiye'nin de ithal ikameci sanayileşme stratejisi orada tıkanıyor.

Her halde dünya iktisat tarihinin en ilginç sorularından bir tanesidir bu: Türkiye, Brezilya, Arjantin, Mısır gibi üçüncü dünya ülkelerinde bu tıkanıklık yaşandı. Fakat Kore'de, Singapur'da, Malezya'da bu tıkanıklık yaşanmadı. Kore mucizesi denilen şeyin arkasında stratejik ticaret politikası var. Örneğin Kore gemi işletmeciliğinde veya otomotivde 1960’larda Türkiye'den geri bir noktada. Fakat demir çelik sanayine bilinçli bir yatırım yapıyorlar. Demir çelik girdisini kendi ülkelerinde üretebildikten sonra gemi taşımacılığına, otomotive ayrı bir önem veriyorlar.

Peki hocam bizde tıkanan şey, onlarda niye tıkanmıyor ya da onlarda tıkanmayan şey bizde niye tıkanıyor?

İktisat biliminin cevaplayamadığı en büyük gizlerinden biri olan soru bu. Nobel ödüllü ekonomist Robert Lukas’ın da çok önemli tespiti: Ondalık sayı sistemini, astronomiyi, rakamları Arap dünyası buldu. Çin dünyası barutu, üzengiyi, el arabasını keşfetti. Yazıyı, Sümerler buldu. Felsefe, Matematik bu topraklardan çıktı. Fakat bu topraklar rönesansı ve sanayi devrimini gerçekleştirmedi. Bu kültürel birikim İngiltere'de daha sonra Fransa, Almanya, Avrupa'da gerçekleşti. Niye?

Çok kısaca şöyle özetleyerek geçebiliriz; İngiltere için çok net belirgin adımlardan bir tanesi Magna Carta. Kralın yetkilerinin kısıtlanması ve rastgele vergi, rastgele askere alma, rastgele özel mülkiyete, rastgele özel yatırımcılığa çökmek bitti. Peki biz? Kızıl elma; hadi Viyana'ya gidiyoruz. Ne yapacağız? Viyana'yı talan edip geleceğiz. Biraz karikatürize ediyorum ama İngiltere'de Magna Carta yurttaşlık bilincinin de ötesinde, bir de devlete kural koyuyor. Emperyal bir ekonomik güç haline dönüşürken mesela ticarete kural getirmiş, devlete kurallar getirmiş.

Hukukun üstünlüğünü getirmiş. Magna Carta, Kralı, diğer insanlarla, tebaa ile eşit görüyor, diğer insanların yaptığı yasalara da tabidir, diyor. Kralın ben yasa yaptım deme yetkisi yok. Kral dâhil herkes yasalara uymak zorunda.

Peki ilk soruyu hatırlatarak, kurucu iradenin murad ettiği kalkınmayı gerçekleştiremediğimiz ortada... En temel olarak nerede aksadı?

Buna katılıyorum. Yalnız şöyle bir şeyin altını çizerek: Bu sadece Türkiye'nin kendi coğrafi kaderi değil, bir yerde küresel kapitalizmin evrilmesinin de bir uzantısı oldu. Şöyle bir şey söyleyebilirim, 1980 çok önemli bir tarih, bizim için öyle; darbe, 24 Ocak, Özallı yıllar falan. Ama 1980 dünya kapitalizmi dünya ekonomisi açısından da çok çok önemli bir tarih.

Dünyada sert bir rekabet başladı. 1970’lerden 80’lere giden süreçte Amerika'da hem yatırım hem tasarım hem üretim varken, artık üretim Çin'in Vietnam’ın, Filipinler'in, Malezya'nın, Anadolu'nun Antep’inin, Urfa’sının çalışma kamplarını andırır ucuz iş depolarına doğru kaymaya başladı. Nerede ürettiğin değil, nerede tasarladığın, nerede pazarlamasını yaptığın önemli hale geldi. Bunun sonucunda Batı ekonomilerinde sanayide kâr oranları düşerken hizmetler, tasarım, finans sektöründe kârlılık yükselmeye başladı. Avrupa ve Amerika finansallaşma sürecine girmeye başladı. Kârların kaynağı sanayide, üretimde değil, tasarım ve finansta gerçekleşmeye başladı. Çok klasik örnektir. Nike ayakkabı, Milano'da New York'ta moda merkezlerinde tasarlanıyor ama Filipinler'de üretiliyor. Nerede üretildiği o kadar önemli değil. Katma değerin yüzde 90-95’i belki doğrudan bir tasarım merkezine gidiyor. Gerisi biraz da çocuk işçiliği, kadın işçiliği, standart işçilikle çalışma kampını andırır koşullarda binlerce defa üretilebiliyor.

Kapitalizmin bu dönüşüm hikayesini hangi tarihten başlatıyorsunuz?

Kabaca 1980. Şimdi bu dönüşüm sürerken, tabii sermaye akışkan fakat emek akışkan değil, ulusal sınırlara hapis. Buna küreselleşme adı verildi. Bir çağdaşlık projesi gibi anlatıldı. Bu dönüşümün yaşanabilmesi için sermayenin, özellikle finansın akışkan serbest olması lazım. Sabit döviz kurları, sabit finansla olacak şey değil. Dolayısıyla önce Amerikan doları altın standardından çıktı, sonra teker teker o meşhur sabit kur rejimleri terk edildi. Türev enstrümanlar, Eurobontlar’dan bugün işte Bitcoin’e kadar giden süreçte finans kendi başına bir bağımsızlık kazandı ve akışkan hale geldi. İkincisi malları Çin veya Asya veya ucuz iş gücü depoları üretiyorsa, ticaretin serbest olması lazım ki bu sistem işleyebilsin. Sermaye hep kazanabilsin. Buna küreselleşme dendi. Bu bir medeniyet projesi, küresel kasabanın bir yurttaşı olmak gibi lanse edildi. Ama aslında ulus ötesi şirketlerin ve finans sermayesinin çıkarlarını gözeten bir küreselleşmeydi.

Türkiye'de de 1960, 1976 -77- 78 işçi eylemlerinin son derece yaygın olduğu ve bir noktada da artık Türkiye'nin de hakikaten bu sanayileşme hamlesinde yeni bir ivme kazanabileceği, gene devletin bir üst sanayinin öncülüğünü yapması noktasında bir yerdeyken, bunun önü kesildi.

Aslında orada biz bu noktada başka bir sıçrama yapabilirdik diyebilir miyiz?

Evet, o ivmelenmenin ön koşulları Türkiye'de sağlanmıştı. Fakat bunu ithal ikameciliğin o bahsettiğim rantiyer koşullarında değil, artık ihracata yönelmiş bir ülkenin ve daha eşitlikçi, daha saygın daha demokrasinin geliştirildiği bir ortamda yapabilirdik. Ama buna emperyalizm müsaade edemezdi, etmedi de, rakip olacaktı çünkü.


'FIRSATI 1980’DE KAÇIRDIK, 1998’DE TABUTA SON ÇİVİYİ ÇAKTIK'

Biz fırsatı 1980’de mi kaçırdık?

Brezilya'da da, Arjantin'de de aynı şekilde kanla ve acıyla bastırıldı. Yani Türkiye tırnak içinde hizaya getirildi. Brezilya, Arjantin gibi ülkeler hizaya getirildi. Hatalarla sevaplarla yani mutlak anlamda her şey mükemmel gidiyordu filan demiyorum kesinlikle ama hasbelkader demokrasinin, hukukun, üniversitelerin, uluslararası normlara göre göreceli olarak daha iyi çalıştığı, görevlerin daha iyi yapılabildiği bir Türkiye'ydi 60’lar, 70’ler Türkiye'si. Bunda hemen herkes hemfikir sanırım. 1980’de evet, ama 1998 tarihi de tabuta son çivinin çakılmasıdır.

Nedir o tarih hocam?

1980’den sonraki o dönüşüm sadece bu saydığım gelişmekte olan ülkeler grubunda değil, Amerika'da Reagan, İngiltere'de Thatcher, maden işçilerinin grevlerinin ertelenmesi, Amerika'da et fabrikalarında gıda sanayindeki, hava yolu işletmelerindeki grevlerin, sendikaların engellenmesi, Türkiye'de Turgut Özal… Bunlar hep bu dönüşümün sermayeden yana yeni bir rejim kurulması için bir araya gelmiş bir domino taşı gibi birbirini itekleyen ve uluslararası iş bölümünde yepyeni bir tasarımla, var olan mevzilerin artık kesinleştirilmesi halinde kurgulandı. 

1980’ler Türkiye'si çok kısaca şu özelliğe sahip, ihracata yöneleceğiz, ihracat pazarlarımızı artıracağız, denildiği dönem. Özal hatırlarsanız elinde bir kalem, “Ürdün'e mercimek sattık işte, Irak İran savaşı sürüyor ve her ikisine de mal satıyoruz” derdi.  Türkiye ihracata yöneldi ama ihracata yönelik olarak sanayileşemedi. Bu çok paradoksal bir durum. İhracatımız arttı ama hangi ihracatımız arttı? İşte gene tekstilde gene basit gıda mallarında... Yani kalkınma dediğimiz olguyu bir Kore öyküsü anlamında, sanayide bir teknolojik dönüşüm anlamında gerçekleştiremedik.

Bu bakımdan buna “yoksullaştırıcı büyüme” dedik. Bakarsanız, Cumhuriyet tarihinde ilk defa 1977-78’den başlayarak bir 10 sene boyunca 88-89’a kadar düzenli olarak reel ücretlerin geriletildiği bir 10 yıllık dönemdir bu.

ÇARPIK BÜYÜME, HER NE PAHASINA OLURSA OLSUN BÜYÜME…

Bu küreselleşme sermayenin mutlak tahakkümüdür. İçeride ücretleri bastırıyorsunuz, talebi düşürüyorsunuz. Elde ettiğiniz üretim fazlasını da yüksek devalüasyonist yüksek döviz kuru rantlarıyla yurtdışına satıyorsunuz. Özal’ın ihracata yönelik sistemi böylece tıkandı. Bu sistem tıkanınca, 89 -90’da işçi yürüyüşleri, toplumdan büyük bir destek alan işçi direnişleri… Turgut Özal paniğe kapılıyor, erken seçimler oluyor. Siyaset yasaklı eski muhalefet liderleri seçime katılıyorlar. Özal’ın acele bir şekilde büyümeye ihtiyacı var. Ben buna “her ne pahasına olursa olsun büyüme” diyorum.

Aynı esnada finans kapitalin de, yepyeni coğrafyalara iştahı kabarıyor. O zaman 65 milyonluk büyük bir iç pazar olan Türkiye için, yerel burjuvazi, Özal’ın ideolojisi ve uluslararası finans sermayesinin çıkarları birdenbire birleşti. 1989’da biz kambiyo sistemini açarak tam serbestleştirdik, o kadar tam serbestleştirdik ki o dönemin koşullarında Fransa’dan, İtalya’dan ve birçok gelişmekte olan ülkeden dahi çok daha serbest, liberal bir kambiyo rejimimiz oldu. Hiçbir hazırlık yokken üstelik.

Finans sermayesi açısından bu o kadar güzel bir sistem oldu ki yüzde 60- 70 enflasyon var, devlet yüzde 120 – 130’la borçlanıyor. Oluk oluk sıcak para geliyor Türkiye’ye. Bankacılık kesimi yurt dışından dövizi getiriyor. Yüzde 120 ile hazineyi, bütçeyi finanse ediyor. Yüzde 120 faiz alıyor. Tekrardan dövize dönüyor, yurt dışına çıkıyor. Muazzam bir şebeke…

KUMARHANE KAPİTALİZMİ, IMF’NİN VİTRİN İHTİYACI VE EKONOMİNİN TAM TESLİMİYETİ…

Ekonomist Stiglitz’in çok hoş bir örneği vardı. Sadece Türkiye için değil finansal serbestleşmeye böyle kuralsız kaidesiz paldır küldür giren ülkeler için şöyle der: Elinizin altında bir jet motoru var ama sinyalizasyon yok, pist çamur dolu, delik deşik ve siz gaza basıyorsunuz. Gidiyorsunuz ama ne yol var ne bir şey var. Böyle bir ortamda kaza olmaması mümkün mü? O zamanın Merkez Bankası Başkanı Rüştü Saraçoğlu'nun bir sözü var o dönem, “Ben ihracatçının bir senede kazandığı parayı bir hafta içinde Türkiye'ye getiriyorum.”.  Anlayış bu oluverdi birdenbire. Bütün dünyada bu finansal spekülasyona, Kumarhane Kapitalizmi deniliyor. Yani kapitalizmin kumarhane masaları…

Tam da böyle oldu. Yani dünya bir kumarhane masasına dönüyor. Ve 1997’de bu işin çivisi çıkıyor Asya krizinde. İlk defa olarak dünya ticaret akımları tahribata uğruyor. IMF’nin muazzam bir itibar kaybı var. Dolayısıyla IMF’nin bir iyi örneğe ihtiyacı var.

Türkiye'de de o sırada bir kayıp 10 yıl, yüzde 70 enflasyonla geçmiş zayıf koalisyon hükümetleri, bir kargaşa, bir sis duman. Türkiye'nin yerel burjuvazisi, bu böyle gitmez, diyor. Türkiye'nin uluslararası finans masasına davet edilmesi lazım. Aynı bugünlerde olduğu gibi yani aynı sözcükler aynı renkli cümleler…

Korkut Boratav hoca şunun sürekli altını çizer. Türkiye bir ödemeler dengesi krizi içinde değildi. Ama IMF’nin iyi bir örneğe, vitrine koyacağı bir başarı öyküsüne ihtiyacı vardı. Türkiye'nin de burjuvazisi “artık bu iş böyle yürümez” diyordu. Sonunda, 1998’de biz IMF ile “yakın izleme anlaşması” yaptık. O günden bu yana her yıl geliyorlar, işte önceki hafta geldiler her sene de tekrarlanıyor, Türkiye ekonomisini yakından izliyor, bütçeyi izliyorlar. Sonra derecelendirme kuruluşlarına bir çerçeve raporu yazıyor. Dolayısıyla uluslararası finans sermayesinin çıkarlarına uygun bir program uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu? Bunu izliyorlar esasen. Uygulanıyorsa derecelendirme kuruluşları Türkiye'ye yatırım yapılabilir diyor, yapılamaz diyor.

1998, TÜRKİYE İÇİN 1980 KADAR ÖNEMLİ. O GÜNDEN BUGÜNE ‘FARKLI HÜKÜMETLER AMA TEK SİYASET’ VAR

Yani IMF’nin raporunun Türkiye'yi övüyor olması aslında uluslararası finans kapitalin işine yarayacak bir durum, yani ekonomiyi övmesi bizim için değil, uluslararası sermaye için iyi demek?

Kesinlikle. Yani Türkiye'de kalkınma hamlesini finanse eden bir şey değil. Parayı paradan kazanmak… Finansal arbitraji çoklaştıracak bir mekanizma var mı, yok mu? Bu ne kadar güvencede? Bir de tabii Türkiye'nin bütçesi ne kadar sağlam, borçları ne kadar sağlam?

1998 o bakımdan çok kritik bir tarihtir. Hani işte biz IMF ye borçlarımızı ödedik IMF ile stand by artık yapmıyoruz, deniliyor ya, bunu yapmaya gerek yok. Zaten sistem IMF’nin bizzat gözetiminde çalışıyor. Ben bu bakımdan 1998, Türkiye için 1980 kadar önemli bir tarihtir, derim. O günden bugüne, farklı hükümetler ama tek siyaset diye adlandırıyoruz.

ULUSLARARASI SERMAYENİN EN GÖZDE EKONOMİSİ BİR KRİZE GİRMEYE EN YATKIN EKONOMİDİR

Özal’ın, MC hükümetlerinin yaptığı gibi AKP’nin de büyümeyi öncelemesi nasıl bir siyasi ihtiyaçtan kaynaklandı? Seçim kazanmak için mi? 

Hayır, yani kuşkusuz seçim ekonomisi kavramı çok önemli. Ama Türkiye'de bütün dünyada her zaman seçimler oluyor. Yerel seçimleri katarsanız 2 senede bir Türkiye'nin bir seçim konjonktürü zaten var. Yani bununla açıklamak yetersiz. Ben şöyle açıklıyorum bu durumu. 2000’li yıllar dünyasında finansal coşku her yerde. Üretimi Asya yapıyor, Amerika da kağıt para üretiyor, finans üretiyor. Amerika yılda yaklaşık 500 milyar dolar cari işlemler açığı veriyor. Bunun finanse edilmesi lazım. Amerika bütün dünyayı finansal paraya, finansal borç senedine boğdu. Muazzam bir coşku dönemi. Buna “büyük uyum çağı” deniliyor. Türkiye o dönem uluslararası finans sermayesinin en gözde ekonomisi haline geldi. Ama unutmayın, uluslararası sermayenin en gözde ekonomisi bir krize girmeye en yatkın ekonomidir. Aşırı finansallaşan, aşırı sıcak paraya dayanan, sanayileşme ve reel üretimden değil, büyümesini sıcak parayla finanse eden bütün ekonomiler için geçerli. 

2005, 2006, 2007 yılları herkes son derece coşkulu. Türkiye'de üretim yapmıyorsunuz, dışarıdan ithal ediyorsunuz. Borçlanarak. Yani isyan edesi geliyor insanın. Öyle ki Türkiye'nin dış borçları 2003 başında 130 milyar dolar. Bütün Cumhuriyet tarihinin biriktirilmiş dış borcu bu. 2006’ya geldiği vakit 280 milyar dolara çıkıyor. Yani topu topu 5-6 sene içerisinde Türkiye, evet bütün Cumhuriyet tarihi boyunca topladığı dış borçtan daha fazla dış borç biriktiriyor. Şimdi bu rakam 480 milyar dolara ulaşmış vaziyette. Ama AKP’nin propagandası, biz IMF borçlarımızı ödedik, tek kuruş borcumuz kalmadı. Böyle bir sistemde IMF’ye ihtiyaç yoktu ki… Para zaten uluslararası finans piyasalarından geliyor. Oluk oluk sıcak para geliyor. Siz üretim yapmaktan vazgeçmişsiniz.  

ZİNCİRLERİ KIRDIĞIMIZ DÖNEMLER OLDU AMA HER DEFASINDA BU ATILIMIN ÖNÜ KESİLDİ

Ama bu lale devri hep sürecek miydi? Biteceği belli değil miydi?

Elbette ki süremezdi ve nitekim 2009’da dünyanın çivisi bir kere daha çıktı. Büyük küresel finansal kriz oldu. Öyle ki dünya 2009’da topyekün, 1929 buhranından sonra ilk defa küçüldü. Türkiye'de de 2009’da yüzde 6,5 küçülme oldu. Şimdi işte o lale devri bitti. “Birazcık yüksek faiz ver, sıcak para gelsin, cari işlemler açığı pahasına” dönemi sürdürülemezdi. Üstelik cari işlemler açığının yarattığı sorun sadece bir kredibilite sorunu, döviz bulma sorunu, bir kırılganlık meselesi değil. Üretmiyorsunuz. Üretmediğiniz için de işsizlik yapısal hale geliyor. Ve bunu dış borç alarak yapıyorsunuz. Yani dış borç alarak Türkiye, tüketen, ucuz ithalat deposuna dönüştürülmekteydi. Üretimi parçalanmış, taşeronlaştırılmış, sendikasızlaştırılmış sosyal haklardan mahrum edilmiş. Bütün ücretler asgari ücret düzeyine düşmüş, bir asgari ücretlileştirilmiş çalışanlar grubu hâline dönmüş durumda. Bu akşamdan sabaha birdenbire olmadı. Adım adım geldi.

AKP DE MC HÜKÜMETLERİ GİBİ BİR KOALİSYON VE ONU AYAKTA TUTABİLECEK TEK ŞEY RANT MEKANİZMASI

Türkiye’nin dış kaynağa, dış borca bağımlılığı bir kader olmasa gerek. Biz niye hep dış borca bağımlıyız?

100 yıllık yalnızlık döneminde, bu zincirleri kırdığımız dönemler oldu. 1960-72 arası 1925-40 arası oldu. Fakat genel olarak her defasında bu atılımın önü kesildi. Yerli burjuvaziyle uluslararası tekellerin ve finans kapitalin çıkarları bir noktada uyuşuyor ve her defasında bu ivmelenmenin, bu atılımın önü kesiliyor. Dış konjonktür iç konjonktürle birleşince bambaşka yeni koalisyonlar kurgulanıyor. AKP özü itibariyle aslında aynı eski MC hükümetleri gibi bir koalisyon. Yani kendi içinde tek parti olarak duruyor ama aslında bir cemaatler ve şirketler koalisyonu. Bu koalisyonu ayakta tutabilecek tek şey rant mekanizması. Yandaş şirketlere ihaleler verilecek -ihale yasası 150’den fazla kez değiştirildi Türkiye'de- bütçeden, örtülü ödenekten para harcanacak. Yap işlet devret modelleri kurgulanacak, ihalesi sorgusuz sualsiz, mega projeler dağıtılacak. Tüketim garantisi verilecek, özel şehir hastaneleri kurulacak, hasta garantisi verilecek. Buralardan bu kanallar yoluyla para akıtılacak sürekli olarak. Bu değirmenin suyunun bir yerden gelmesi lazım. Bu değirmenin suyu da işte yabancı ortaklıklar ucuz krediyle sağlanan yüksek bir büyüme pompalamasına dayandırıldı.

Bu bakımdan aynı Özal’ın paniğe kapılması gibi. Erdoğan da “benim bu rant sistemini sürdürmem gerekiyor” diye Kredi Garanti Fonu, Merkez Bankası Swapları; daha sonra da Kur Korumalı Mevduat gibi muhasebe oyunlarıyla, Anadolu tilkilerinin icatlarıyla yepyeni finansal enstrümanlar, yepyeni finansal rant kaynakları oluşturdu. Ne kadar garip ve komiktir ki aynı hükümet, aynı yandaş medya, bir sene evvel “Kur Korumalı Mevduat dünyaya örnek oluyor, IMF bizden öğreniyor. Londra borsası şaşkın, Wall Street telaş içinde, bu Türkler ne yapıyor?” diyorlardı. Şimdi “Kur Korumalı Mevduat’tan çıkış planlarını nasıl yaparız? Kararlıyız, Şimşek şöyle açıkladı, Gaye Erkan böyle kararlı, dirayet gösterdi…” diyor.

BAKAN ŞİMŞEK VE EKİBİYLE BAŞLAYACAK OLAN 2. YÜZYILDAN ÇOK ENDİŞELİYİM

Cumhuriyetin yüzyılını bitiriyoruz, ikinci yüzyıl Mehmet Şimşek'le ve yeniden bir Ortodoks politikalara dönüş iddiasıyla başlıyor, size ne düşündürüyor? Endişeli misiniz?

Kuşkusuz, hem de çok endişeliyiz. Yani Türkiye'de emeğin, emeği ile geçinen insanların geleceği açısından ve Türkiye'nin sadece iktisadi değil, siyasi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü açısından da çok endişeliyiz. Uygulanması tasarlanan bütün adımlar yeni bir buluş gibi Ortodoks kavramı altında toplanıyor. Bunun ne anlamı geldiğini biliyoruz. Bu, ücretli emeğin bastırılarak ucuz iş gücü sayesinde elde edilen kârların finansal sisteme dönüştürülmesi, Türkiye'nin cari işlemler açığının, kırılganlığının bir şekilde yamalanması, talebin bastırılarak bu şekilde elde edilen iktisadi fazlanın da yurt dışına ucuz kur yoluyla transferi. Buradan elde edilecek dövizlerle de işte Türkiye'deki yandaş cemaatlere, rantiyer gruplara yeni bir finansman, rant olanağı sağlanacak. Ucuz iş gücü, hem bir ucuz üretici hem de bir tüketici, talep unsuru olarak kalıyor ve bu tasarımı yepyeni bir aşamaya çekecek bir proje olarak duruyor Mehmet Şimşek'in zihnindeki… işte Orta Vadeli Program ile de çizilmiş. Yani öngörülen enflasyon kadar ücret artışları olacak, örneğin.

ŞİMŞEK’İN 'ENFLASYONUN ARDINDA ÜCRET MALİYETLERİ VAR' SAVI YANLIŞ, TUTARSIZ VE KAMUOYUNU YANILTICI

Şimşek, bunu da gerekçelendirirken ücret artışları enflasyona neden olur, diyor. Siz “enflasyonun ardında ücret maliyetleri var” savı yanlış, tutarsız ve kamuoyunu yanıltıcıdır, diyorsunuz. Neden?

Çünkü bu bir ezber. Yani işte sanki maliyet unsuru sadece ücretlermiş gibi… Kâr hep böyle sanki bir hoşgörüyle anılıyor, çünkü müteşebbis, iş insanı onlar. Zenginliklerini yeni iş sahası açmak için her türlü riski alarak kullanan insanlar diyerek burjuvaziye bir güzelleme sağlanıyor. Dolayısıyla kâr, kârın çoklaştırılması daha bir meşru, daha bir istenir arzulanır ve kabul gören bir şeye dönüştürülüyor. Ama ücretin arttırılması… İşte o maliyet unsuru olarak kalıveriyor.

Doğru olmadığını veriler o kadar net bir şekilde ortaya koyuyor ki. Bunları hesaplamak mümkün, hesapladık. Çok net bir şekilde üretimin içinde, kârlılığın payının giderek arttığı, reel ücretlerin gerilediği, gelirden ücretli emeğin aldığı payın gerilediği, kârların arttığı bir resim ortaya çıkıyor. Bunu da yan yana koyduğunuz vakit kâr marjlarındaki artış ile enflasyondaki artış neredeyse paralellik gösteriyor. Yani Bakan Şimşek’in “enflasyonun ardında ücret maliyetleri var” savı yanlıştır, tutarsızdır ve kamuoyunu yanıltıcıdır.

YENİ YÜZYILDA YENİ BİR ATILIM FIRSATIMIZ DAHA VAR, BUNU UZAKTAN SEYREDEMEYİZ

Hocam açık ki 100 yıldır bocalıyoruz. Bundan sonra ne olursa bocalamayız? Ne olursa 100 yıl önce hayal edilen kalkınmış ekonomiyi, güçlü ülkeyi kurabiliriz.  Ya da hala öyle bir şansımız var mı?

Kuşkusuz var, kuşkusuz. Umut ve çözüm elbette var. Fakat bunların hiçbiri akşamdan sabaha olmaz, hani hemen herkesi birdenbire memnun edecek böyle mucizevi bir reçete yok. Fakat kısa, orta uzun dönemde şunu tasarlayabiliriz.

Öncelikle hemen kısa dönemde her şeyden önce sağlıklı veriye, enflasyonun, ücretlerin, milli gelirin, işsizliğin, Merkez Bankası bilançosunun doğru verilerine ihtiyaç var. Yani güvenilir bilgiye çok ihtiyacımız var. Ve çok kısa dönemde çok büyük olasılıkla bu lale devrinin bedelini Türkiye ödeyecek bir şekilde. Yani bundan kaçınılamaz. Yüzde 60-70 enflasyonun tekrar yüzde 10-8’lere düşmesi kendi kendine olmayacak. Kısıtlayıcı bir para politikası kaçınılmaz görülüyor. Bu kısıtlayıcı Para Politikasının emeğin Türkiye'sinde, gelirlerde bir acımasız tahribat yaratmasının engellenmesi için de genişleyici bir Maliye Politikasına ihtiyaç var. O genişleyici Maliye Politikasının da kaynaklarının belirlenmesi lazım. Bizim geçen sene tamamladığımız bir çalışma oldu. Biraz da ona dayanarak söylüyorum. Hem harcama reformu, hem de gelirler reformu gerek. Harcama reformu çok açık. Yap işlet devret modellerinden uluslararası tahkime kadar gidebilecek bir süreci göze alıp bir defa oradaki taahhütlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Oradaki israfın, göz göre göre yapılan bu soygunun önüne geçilmesi lazım. İkincisi imar rantları, finansal işlemler… Gündeme ne yazık ki hiç gelmiyor ama yakında aynı covid krizinde olduğu gibi gelecek, bir iklim kriziyle mücadelede karbon vergisi, çevre vergisi gibi imar rantları, karbon, çevre, finansal işlem vergileriyle yeni bir vergi kaynağı yaratılabilir.

Hemen böyle duyar duymaz herkes bir isyan ediyor ama bu bir servet vergisi biçiminde de olabilir. Örneğin, belli bir sınırın üzerindeki mevduatlar bir ya da birden fazla defaya mahsus olmak üzere vergilendirilebilir. Yani kaynakları iyi çalışılmış ve öncelikle sermaye gelirlerinin üzerine kurgulanmış bir vergi reformu tasarlanabilir.

ZENGİN TÜRKİYE, SÜREKLİ YOKSUL TÜRKİYE’Yİ YARATIYOR, YENİ BİR KİT HAMLESİNE İHTİYAÇ VAR

Orta uzun dönemde Türkiye'nin mevcut coğrafi eşitsizliğini mutlaka halletmesi lazım. Ben şunu iddiayla söylüyorum. İstanbul, Urfa'yı yaratıyor. İstanbul Şırnak'ı yaratıyor. Oradaki yoksulluğun nedeni buradaki zenginliğimiz. Zengin Türkiye sürekli olarak yoksul Türkiye'yi üretiyor. İkili yapı, yoksul Türkiye'yi kalıcı olarak yoksulluk tuzağına hapsediyor.  

Bu nasıl çözülür?

O bölgelerde, insanların kendi üretimlerini yapabilecekleri kendi kendini besleyebilecekleri bir bölgesel ekonomi tasarlamamız lazım. Bunun önündeki en büyük engel o bölgenin aristokrat toprak ağaları ve o bölgede terörün devam etmesinden nemalanan, terörle beslenen kesimler. Yani o bölgeden İstanbul havzasına ucuz işgücü kaynağı aktarılıyor sürekli. Böyle çarpık bir kalkınma, sürekli yoksullaştırıcı bir kalkınma… Bunun için mutlaka aynı 1960’larda olduğu gibi yeni bir KİT hamlesine ihtiyacımız var. Belki bir bölgesel kalkınma planı, belki sektörel planlamayla kurgulamalıyız. Bu arada yepyeni tecrübeler edindik, yepyeni verilere ve teknik donanımlara sahibiz. İktisat bilimi de Kamu Maliyesi de çok ilerledi. Yani “doğuya yatırım teşviki verelim, istihdam teşviki verelim, doğu kalkınsın” demekle olmuyor, bu yürümüyor. Teşviklerden yüzde 80 oranında gene Kocaeli, Bursa, İstanbul bölgesi yararlanıyor. Yeni mükemmeliyet merkezleri kurmamız lazım.

TÜRKİYE, KENDİ COĞRAFYASINDA YEŞİL DÖNÜŞÜM, YENİLENEBİLİR ENERJİYLE YENİ SANAYİ DEVRİMİNİN ÖNCÜSÜ OLABİLİR

Mükemmelliyet merkezleriyle ne kastediyorsunuz?

Örneğin, hayvancılık artık yepyeni bir sanayi şeklinde çalışıyor. Kesimi, depolanması, pazarlanması, hijyenik koşullarda tüketiciye sunulması, bunlar bir sanayi hizmeti, bir ulaştırma hizmeti, soğuk hava zincirlerinin kurulması… Bunlara dayalı bir hayvancılık sanayii Doğu’da kurgulanabilir. İthalata dayalı bir tarımsal gıda tüketimi düzenimiz var, bunu aşacak, Doğu’da tarım ve hayvancılık sanayilerini kurgulayacak bir kamu girişimciliği modeline ihtiyacımız var. Bunlar büyük yatırımlar gerektirebilir, yenilenebilir enerji, yeşil dönüşüm ile birleştirilebilir bu tasarımlar. Osmanlı, sanayi devrimini kaçırdı bile diyemeyeceğim, uzaktan seyretti. Yeşil dönüşüm, yenilenebilir enerji üzerinden tasarlanan, net sıfır emisyonlu yeşil enerji kaynaklı sanayi devriminin öncüsü kendi coğrafyasında Türkiye olabilir.

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİNİ FİNANS KAPİTALİN MİYOPİK FİNANSAL SPEKÜLASYONLARIYLA DEĞİL, BAĞIMSIZ BİR STRATEJİYLE KURABİLİRİZ

Siz bunu Türkiye’nin yeni başlayacak yüzyılında kalkınması için yeni bir fırsat olarak mı görüyorsunuz? Yani Türkiye geçen yüzyılda kalkınma fırsatlarını kaçırdı, yeni dönemde bir kez daha bir fırsatla karşı karşıya mı diyorsunuz?

Evet büyük bir fırsat, Türkiye bunu uzaktan seyretmemeli. Türkiye hala önce biz yurtiçi kömürü bitirelim, ondan sonra yap işlet devlet modelleriyle elde edilen nükleer ve doğal gaz ithalatı aracılığıyla enerji güvenliğimizi sağlayalım, 2040’tan sonra da bu net sıfır emisyon, vergi işine bakarız, diyor. Ama böyle değil. Yenilebilir enerji kaynakları üzerinden, dijitalizasyon ve robotlaşma üzerinden bir sanayi hamlesi gerçekleştiriliyor. Bunu da Ankara'nın doğusuna yapmalıyız. Bunlar çok yüksek maliyetler ve risk içerdiği için de mutlaka kamu, devlet öncülüğünde yapılması lazım. Dünyada çok başarılı kamu girişimciliği örnekleri var. Kamu özel sektör girişimciliği örnekleri var. Bilgimiz tecrübemiz çok daha genişlemiş durumda. Bunu kararlı bir şekilde Türkiye'nin geleceğini finans kapitalin yerel ve uluslararası, miyopik, kısa dönemci finansal spekülasyon hesaplarına tabi olarak değil, bağımsız bir strateji izlemenin koşullarını yaratarak kurgulayabiliriz. Türkiye'nin yeni 100 yılı bence ancak bunun üzerinden kurgulanabilir.


Gülümhan Gülten Kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü mezunu. Gazeteciliğe Vatan Gazetesi’nde başladı. Uzun yıllar ekonomi muhabiri ve editörü olarak çalıştı, TekBorsa Dergisinde yazarlık yaptı. TV6’da Haber Koordinatörlüğü ve Programcılık yaptı. Siyasal Bakış ve Gündem Arası programlarını hazırlayıp sundu. Mülkiyeliler Birliği’nin yönetiminde yer aldı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) yılın ekonomi haberi, Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin (ÇGD) ekonomi haber ve Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin (EMD) yılın haber ödüllerinin sahibi.