Erkan Irmak: Nâzım Hikmet, 'Kuvâyi Milliye’yi yayınlatmak istemiyordu
Erkan Irmak'la 'Kayıp Destan’ın İzinde: Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak' kitabını konuştuk. Irmak, Türkiye’de Nâzım Hikmet sadece bir yazar değildir, bir figür, bir mittir" dedi.
DUVAR - Edebiyat tarihçiliğine dair önemli eserlere imza atan ve kitaplarının yanında Sabancı Üniversitesi’nde “Eleştirel Okuma ve Yazma” dersleri veren Erkan Irmak’ın ‘Kayıp Destan’ın İzinde: Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak’ adlı kitabı geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip olan kitap, Nâzım Hikmet’in ‘Kuvâyi Milliye’ ve ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ adlı eserlerine odaklanarak pek çok şaşırtıcı yorumlarda bulunuyor.
‘Kayıp Destan’ın İzinde’ okurlarıyla yeni yeni buluşurken biz de Irmak’a sorularımızı yönelttik. Kendisine kitabın hazırlanış sürecini, Nâzım’ın eserlerine bakışını ve yeni çalışmalarını sorduk.
Kitabın yazım süreciyle başlayalım. ‘Kayıp Destan’ın İzinde’ nasıl ortaya çıktı? Böyle bir kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Kitabın hikâyesi aslında epeyce eskiye dayanıyor. 2007’de Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisansa başladığımda aldığım derslerden birinde Kurtuluş Savaşı yıllarını ele alan metinleri okuyor ve hem içerik hem de türleri açısından yazar ve eserlerini yorumlamaya çalışıyorduk. Erol Köroğlu’nun verdiği bu ders için dönem sonunda bir ödev hazırlamamız gerekiyordu. Ben de ilk o zaman daha önce farklı nedenlerle defalarca okuduğum ‘Kuvâyi Milliye’ ve ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı ele almayı düşündüm.
‘Kuvâyi Milliye’nin büyük bir kısmının 'Memleketimden İnsan Manzaraları’nda da yer aldığını biliyordum elbette ancak bu aktarımın anlamı, biçimi ya da sonuçları üzerine hiç etraflıca düşünmemiştim. Kitapların tarihine, Nâzım Hikmet’in hayatına ve metnin her iki versiyonuna karşılaştırmalı olarak bakmaya başlayınca, önceleri sezgiyle kurcaladığım konunun aslında edebiyat tarihimizin en ilginç dönüşümlerinden birini örneklediğini gördüm. Sonunda ödevi teslim etmiştim ama daha anlatılabilecek, anlatmak istediğim çok şey vardı. Ertesi yıl tez aşamasına geçene dek mesele etrafındaki araştırmalarım sürdü. Nihayetinde tezimi de bu iki büyük metnin üzerine kurma kararını aldım. Tez danışmanım Nüket Esen’le bugün mutlulukla hatırladığım uzun aylar boyunca araştırmayı derinleştirdim. Tez de böylece tamamlanmıştı.
2009’da talihli ve beni çok sevindirecek şekilde yazdıklarından çok şey öğrendiğim Memet Fuat adına düzenlenen eleştiri-inceleme ödülüne tezim layık görüldü. Ardından kitaplaşma süreci başladı ve 2011’de İletişim Yayınları’ndan ilk baskısı yayımlandı. O kitap da -yine- tezimde yararlandığım Cevdet Kudret adına düzenlenen bir başka ödüle değer bulundu. Bununla beraber yıllar içinde hem Nâzım Hikmet’le ilgili yeni çalışmalar hem benim kişisel görüşlerimdeki değişimler hem de ilk baskıda bugün bana acemice gelen kimi kısımları değiştirmek üzere kitabın üzerinde yeniden çalışmaya başladım. Son noktada güncellediğim yeni hali de Eylül 2022’de bu kez Yapı Kredi Yayınları aracılığıyla yayımlandı ve hep olduğu gibi okurlara emanet edildi.
'TÜRKİYE'DE NÂZIM HİKMET, SADECE BİR YAZAR DEĞİLDİR, ÇOĞU ZAMAN BİR MİTTİR'
Kitabınızda Nâzım Hikmet'in ‘Kuvâyi Milliye’ ve ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ adlı iki kitabını ele alıyor, incelemeye girişmeden evvel de bu kitapların yazılış ve yayımlanış süreçlerini ayrıntılı olarak anlatıyorsunuz. Yaptığınız araştırmalarda sizi şaşırtan, enteresan bulduğunuz bir durum/olay var mı?
Kuşkusuz tarihsel bir araştırma yapan herkes gibi benim de arşivlerde, kütüphanelerde ya da kitapların kuytu köşelerinde karşılaştığım tuhaflıklar oldu. Ama benim için en ilginç ve inanılmaz olanı böyle bir çalışmayı ilk kez benim yapıyor olmamdı. Şöyle ki, hakkında yazdığım kişi Türkçe edebiyatın hem bizde hem de dünyanın geri kalanında en çok bilinen şairiydi, ele aldığım metinler de okura sunuldukları andan, hatta sunulmadan önce bile merak uyandırmış, onlarca baskı yapmış kitaplardı. Kabul edelim, Türkiye’de Nâzım Hikmet sadece bir yazar değildir, belki de çoğu zaman bir yazar değil, bir figür, bir mittir. Ve Nâzım Hikmet etrafında gün geçtikçe büyüyen bu devasa mitolojik külliyatın hâlâ ‘Kuvâyi Milliye’ ve ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutmamış olması bana çok ilginç geliyor, beni şaşırtıyordu. Bu kitaplarla ilgili hangi makaleyi, tezi vb. elime alsam, “mutlaka benim anlatacaklarıma da değinmişlerdir,” diye düşünüyordum. Ne var ki kimsenin dikkatini çekmemişti daha önce benim gördüklerim.
Araştırmam tamamlanıp kitap ortaya çıktığındaysa bunun bir gözden kaçırma değil, görmezden gelme çabasının sonucu olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü ‘Kuvâyi Milliye’ bir bakıma Cumhuriyet’in manifestosuydu, dahası Nâzım Hikmet’in rejimle kurması istenilen bağı temsil ediyordu. Haksız yere itham edildiği “vatan haini” suçlamasına karşı çıkarken de sevenlerinin ilk başvurduğu kaynak daima ‘Kuvâyi Milliye’ydi. Kitap okullarda okutuluyor, törenlerde sahneleniyor, 30 Ağustoslarda, 29 Ekimlerde hep aynı dizelerle Nâzım Hikmet’le Cumhuriyet’in ya da Atatürk’ün aynı davaya inandıklarını göstermek için kullanılıyordu. Metnin oluşum tarihine ya da ‘Manzaralar’daki dönüşümüne yakından bakıldığındaysa bu dekorun çökmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle yok sayılıyordu, hâlâ da pek fazla şeyin değiştiğini sanmıyorum. Görmek istediklerimiz, gördüklerimizi perdelemeyi sürdürüyor. Sanırım şaşırmaktan zamanla vazgeçsem de en şaşırtıcı bulduğum bu körleşme olmuştu.
'KUVÂYİ MİLLİYE DEVLETÇİ BİR METİNDİR'
‘Kuvâyi Milliye’nin “devlet destekli” bir şekilde, Sovyetlerin sosyalist gerçekçilik anlayışıyla, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nınsa toplumcu gerçekçi bir anlayışla yazıldığını belirtiyorsunuz. Bunu biraz açmamız mümkün mü?
Kitapta Nâzım Hikmet’in bu iki büyük eserinin doğuşuna yol açan gelişmeleri elimden geldiğince farklı yönleriyle aktarmaya çalıştığım için bütün hikâyenin üzerinden yeniden geçip vaktinizi almak istemem. Ancak elimizdeki belgelere, tanıklıklara, mektuplara ve bizzat metinlerin yıllar içinde geçirdiği dönüşümlere bakıldığında, ‘Kuvâyi Milliye’nin eğer “devlet destekli” kulağa hoş gelmiyorsa “devlet teşvikli” bir şekilde yazıldığını söylemek mümkün. Kuramsal tartışmalara burada boğulmayalım ama evet Sovyetler’in ilk kez 1934’te gerçekleştirdiği yazarlar kongresiyle birlikte sosyalist edebiyatın nasıl çerçevelenmesi gerektiği kararlaştırılmış ve siyaset-edebiyat, devrim-edebiyat, devlet-edebiyat, işçi sınıfı-edebiyat vb. ilişkilerin metinlerde nasıl ele alınması gerektiği karara bağlanmıştı. İlerleyen yıllarda bu çerçevenin hem sınırları giderek daraldı hem de yazarlar için dışına çıkılması imkânsız bir hapishaneye dönüştü.
Kuşkusuz Türkiye’de sosyalist gerçekçiliğin büyük bir etkinlik alanı olduğunu iddia edemeyiz. Öte yandan devletçilik ilkesini benimseyen yazarların da Cumhuriyet’le birlikte eserler vermeye başladıkları ve yazdıklarının devlet tarafından maddi-manevi desteklendiği de sır değil. Nâzım Hikmet ve ‘Kuvâyi Milliye’nin durumu bu noktada farklılaşıyor. Zira şairimiz kendisinin de sıkça tekrarladığı gibi cumhuriyetçi değil komünisttir ve rejimi, sosyalizme ulaşamamış, yarıda kalmış bir halk hareketi olarak yorumlar. Ancak kendisi idam istemiyle yargılanıp 28 yıl hapse mahkûm edildiğinde işlemediği suçların cezasından kurtulmak için çeşitli girişimlerde bulunmuş, sesini elinden geldiğince yetkililere duyurmaya çalışmıştır. Daha 1937’de emniyetin en üst biriminden aldığı “tavsiye” bir Anadolu destanı yazması yönündedir. Başta bu isteğe kulak asmamışsa da mahkûm edildikten sonra (elbette kendi hüneri ve bakış açısıyla) bu işe girişir ve zaman içinde değişikliklere uğrasa da kabaca 1938-41 arasında yazıldığını bildiğimiz ‘Kuvâyi Milliye’ ortaya çıkar.
Metnin içeriği, övdüğü zümreler, genel ideolojik konumu vb. düşünüldüğünde Sovyetler’deki ham hali olmasa da, evet, devletçi bir metin olduğu açıktır. Oysa ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’, demir parmaklıkların ardında yazılsa da özgürce, inandığı değerlere, ideolojiye, sınıfa yakınlaşarak tamamlanmıştır. ‘Kuvâyi Milliye’ de bundan sonra ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içinde yazarının hak ettiğini düşündüğü yeni şekli ve yeri alır. Bu da ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı daha yakından bildiğimiz toplumcu gerçekçilik bağlamında değerlendirmemize olanak sağlar.
Araştırmanıza göre, Nâzım ‘Kuvâyi Milliye’yi pek de içine sinmeden yazmış, yayınlatmamak için elinden geleni yapmış, en sonunda da çeşitli ekonomik nedenler yüzünden üzerinde çokça değişiklik yaparak mecburen bastırmıştır. Bu minvalde Nâzım’ın ‘Kuvâyi Milliye’yi “kendinin” saymadığını çıkarabilir miyiz? Şartlar normal seyretse belki de bu kitap asla basılmazdı.
Sorunuzun son kısmına katılıyorum. Gerçi Türkiye’de şartların “normal” seyrettiğine ben hiç denk gelmedim ama ütopik bir geçmişte olaylar farklı gelişseydi Nâzım Hikmet’in ‘Kuvâyi Milliye’yi yayımlatmayacağını, hatta muhtemelen daha en başından yazmayacağını iddia edebiliriz. Öte yandan “kendinin” saymadığı çıkarımı bence hatalı olur. Çünkü 1941 sonrasında dileseydi metni tümüyle ortadan da kaldırabilirdi. Oysa hapisteyken aldığı oldukça cazip tekliflere karşın onu ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içinde yeniden konumlandırmayı, ona yeni bir bağlam kazandırmayı tercih etmiş ki bence bu çok kıymetli ve yazdıklarını dönüştürme konusunda ne denli hünerli olduğunun da kanıtı. Çünkü Nâzım Hikmet Kuvâyi Milliye hareketinin ardındaki halk desteğini ve inancı hiç reddetmemiştir. Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist ülkelere karşı girişilen büyük bir mücadele olduğunu da kabul eder. Onun derdi bu hareketin asıl taşıyıcıları, kahramanları olan sıradan insanların savaş bitip cumhuriyet ilan edildikten sonra baş başa kaldıkları haksızlıklar, görmezden gelmeler, aşağılanmalar, unutuluşlardır.
Bu yüzden ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda ‘Kuvâyi Milliye’yi savaş sonrası zenginlerine, hain generallere, üçkâğıtçı siyasetçilere, yozlaşmış yöneticilere hizmet etmekte olan yemekli vagondaki namuslu, vatansever, fedakâr işçiler, garsonlar okur. Ve yine ‘‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki işçi-kahramanlardan bir olan Mahmut Aşer’in ‘Kuvâyi Milliye’ okunup bittikten sonra vagondaki arkadaşlarına söylediği gibi düşünür Nâzım Hikmet de bu hareket için: “Yani, destan bitmesine bitti, / biraz acı bitti lakin. / Yüreğim üzüldü bayağı. / Şöyle ferah, şöyle yiğitçe koşarken / kapana tutulmuş gibi oluyor insanın ayağı.” Buradaki kapan kuşkusuz sosyalizmin sınırlarına bu kadar yakınken cumhuriyet rejimiyle yetinilmesi ve halkın hak ettiği mutluluğun kıyısından geri çekilmiş olmasıdır.
Ancak 1950’lere gelindiğinde Nâzım Hikmet afla hapisten çıkar ve ekonomik olarak ciddi bir sıkıntı çekmeye başlar. Diğer kitaplarını kimse basmak istemeyince ‘Kuvâyi Milliye’nin üzerinde bir kez daha çalışıp yayınevine teslim eder. Ne var ki bu kez de Sovyetler Birliği’ne kaçışı ve vatandaşlıktan çıkarılışı nedeniyle kitabın yayımlanması gecikir ve ancak 1960’ların ikinci yarısında, yani Nâzım Hikmet hayatını kaybettikten sonra metin bugünkü haliyle okurla buluşur. Bu açıdan belki de Nâzım Hikmet’in yaşarken ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nın önemli bir kısmının kitaplaştığına tanık olsa da ‘Kuvâyi Milliye’ninkine tanıklık etmemesi, hayatı zorluklarla geçen şair için küçük bir teselli de sayılabilir.
Gerek ‘Kayıp Destan’ın İzinde’, gerek ‘Eski Köye Yeni Roman’ edebiyat tarihçiliğinin önemli örnekleri arasında yer almaktadır. Yazım öncesi nasıl bir araştırma süreci yaşadığınızı ve elde ettiğiniz bilgileri nasıl bir süzgeçten geçirerek yazıya aktardığınızı anlatır mısınız?
Öncelikle teşekkür ederek başlayayım. Dediğiniz gibi edebiyat tarihine az çok bir katkım olduysa ne mutlu bana. Edebiyat eleştirisi her ne kadar geçtiğimiz yüzyıl boyunca mesaisinin ciddi bir kısmını kendi özerkliğini kanıtlamaya adadıysa da günümüzde sosyal ve beşeri bilimlerde ortaya konan ufuk açıcı tartışmaların çoğunlukla başka alanlarla birlikte çalışılarak gerçekleştiğini görürüz. Bu açıdan ben de en azından bir “komşu” disiplinle dirsek temasını kaybetmeden, farklı bakış açılarını görüp tartarak yol almanın daha yararlı olduğuna inanıyorum. Bu yüzden edebiyatı kimi zaman felsefe, kimi zaman psikoloji ya da siyaset, sosyoloji, tarih gibi pek çok açıdan edebiyatla kesişme noktaları olan disiplinlerle birlikte düşünmek gerekiyor. Kişisel eğilimlerimin de etkisiyle, çalışırken genellikle benim aklımın bir köşesi daima siyaset ve tarihle diyalog halinde oluyor. Araştırmalarımın da bu eksende şekillendiğini söyleyebilirim.
Neyi araştıracağımın ilhamıysa farklı şekillerde ortaya çıkabiliyor. Örneğin Nâzım Hikmet üzerine çalışırken konu bir bakıma kucağıma düşmüştü. Ben bir ödev yazmak üzere yola çıkmıştım sadece ama okudukça, araştırdıkça, arşive, anılara, mektuplara, dönemin tarihi olaylarına daldıkça elimdeki malzemenin bir ödevin kapsamının çok ötesini talep ettiğini anladım ve sonunda ortaya ‘Kayıp Destan’ın İzinde' çıktı. ‘Eski Köye Yeni Roman’daysa ne yazacağımı bilmeden, yalnızca köy romanlarıyla ilgili bir şeyler yapma arzusuyla yola çıkmıştım. Çünkü edebiyat tarihlerinde anlatılan köy edebiyatının tanımlanışında hatalı bir şeyler olduğunu seziyor ama bunun nedenini yorumlayamıyordum. Hiç bilmediğim bir araziyi adım adım ilerleyerek tanımaya, aşina olmaya başladıkça beni rahatsız edenin ne olduğu da belirginleşmeye başladı. Bu ilk ve biraz da sezgisel araştırma sürecinin ardından önce sadece bir fikir olarak ortaya çıkan düşüncenin bir argümana, teze dönüştürülmesi süreci devreye girer. Kuramsal okumalar, çapraz okumalar, karşılaştırmalar vs. Bu da işin emek-yoğun ama eğlenceli kısmıdır denebilir.
Sonunda yazma ânı gelir. Yazmanın tek bir yolu yok: Kimileri küçük küçük, aklına gelen her şeyi bir tasnife tabi tutmadan yazıp sonra yavaş yavaş filtreler, benim gibi kimileri de kafasında her şeyi derleyip toparladığını hissettikten sonra yazmaya başlar. Ama ne kadar emin olsanız da yazarken düşüncenin ilerleyişi her zaman kendi kurallarını dayatır ve başlangıçtaki fikirleriniz giderek çeşitlenir, dönüşür, somutlaşır. Yine de benzer yollardan geçmeye çalışanlar için hep söylediğim gibi, ne araştırmanın ne de yazmanın sonu vardır. Mükemmele ulaşma isteği de genelde sonu hüsrana çıkan bir yoldur. O yüzden bir noktada masanın başına geçip yazmaya başlamak ve yine bir noktada yazmayı sonlandırmak gerekir. Nihayetinde yapmaya çalıştığımız ya da yapabileceğimiz ancak duvara bir tuğla daha koymaktan ibarettir. Ama ne güzel ki bilim dediğimiz o muhteşem yapı bu küçük katkıların toplamından başkası da değildir.
'ELEŞTİREL OKUMA VE YAZMA HERKES İÇİN ELZEM'
Yazarlığın yanı sıra Sabancı Üniversitesi’nde “Eleştirel Okuma ve Yazma” dersleri veriyorsunuz. Biraz da bundan bahsedelim mi? Eleştirel okuma ve yazmaya dair neler söylemek istersiniz?
Eleştirel okuma ve yazma aslında çok temel ve herkes için elzem olan bir düşünme eğitimi. Ne yazık ki ülkemizdeki ilk, orta ve lise düzeyindeki çok kıymetli yıllar boyunca eğitim sistemimiz öğrencilere bu temel ve bütün yaşamlarını etkileyecek altyapıyı vermekte isteksiz ve yetersiz. Eleştirel okuma ve yazma dediğimiz şey aslında ilk anda aklımızda belirdiği şekliyle bir edebiyat metnini sistemli biçimde anlama ve yorumlamadan çok daha fazlası. Bir başka deyişle edebiyat bu sürecin etkin bir parçası olsa da amaç yaşarken karşılaşılabilecek herhangi bir sorunun ya da karmaşık bir yapının doğasını çözümleme becerisini edinebilmek. Bu yüzden her zaman derslerime bunun bir “edebiyat” dersi olmadığını söyleyerek başlarım.
Bildiğiniz gibi Sabancı Üniversitesi’nde ilk yıl bütün öğrenciler, girdikleri fakültelere bakılmaksızın aynı dersleri takip eder, iki yılın sonundaysa kendilerine en uygun olacağını düşündükleri programa geçerler. Bizim derslerimiz de bu amaçla oluşturuldu. Sınava hazırlandıkları uzun yıllar boyunca ancak parçalardan ibaret kalan metin ve tarih bilgilerini daha kapsamlı, süreklilik içinde ve karşılaştırmalı olarak geliştirmeye, ardından edindikleri “okuma” becerisini yazılı ve sözlü şekilde ifade edebilmelerine yardımcı olmaya çalışıyoruz. Kendini doğru şekilde açıklayabilmek, bir fikri argümana dönüştürmek ya da tam tersi bir argümanı parçalarına ayırıp analiz edebilmek ileride ne yaparsanız yapın, hem sosyal hem de iş yaşamınızda size pek çok açıdan yardımcı olur. Bu nedenle -umarım- sadece yüksek öğrenim kurumlarımızda değil, okul öncesinden itibaren analitik, eleştirel düşünce ve okuryazarlığın önemini kavrayarak bir müfredat oluşturmanın yollarını en kısa sürede buluruz.
Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Masanızda bizim için neler var?
Tahmin edileceği gibi mesaimin önemli bir kısmını üniversitedeki derslerime ve öğrencilerime harcıyorum ve bundan çok da memnunum. Bunun dışında elbette akademik çalışmalar ve makaleler, sempozyumlar, paneller de bir yandan devam ediyor. Geçtiğimiz yaz Tahsin Yücel, Dostoyevski ve Sait Faik hakkında birer makale tamamlamayı becerebildim, sanıyorum üçü de önümüzdeki aylarda yayımlanmış olacak.
Daha önce Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’sı için hazırladığım yarı-akademik diyebileceğim derlemenin bir benzerini, bu kez ‘Kara Kitap Üzerine Yazılar’ başlığıyla umarım 2023 içinde okura sunabileceğiz. Çeşitli periyotlarda ve ilgimi çeken yayınlar denk geldikçe editörlük işlerine girişmekten de hoşlanıyorum, ama bunlar için giderek daha az zaman bulabildiğimi gördükçe üzülüyorum da.
Son yıllarda daha önce denemediğim Osmanlıca çeviriler yapmaya da başladım. Hem özgün hem de günümüz Türkçesine uyarlanmış halleriyle Can Yayınları’nın 'Miras' dizisinden çıkan bu kitaplara yakında ‘Felatun Bey ile Rakım Efendi’ eklenecek. Ancak önümüzdeki yıllarda yazma uğraşımı giderek eleştiriden kurmacaya kaydırmak gibi bir niyetim de var. Şu an söyleşinin bu kısmını okuyan çoğu arkadaşımı şaşırtacak olsa da 2023’te bir şiir kitabım yayımlanacak. Bu şiir dosyası dışında bir de başına oturabilirsem tamamlamak istediğim bir roman yazıyorum. Sanırım şimdilik masamın üzerinde duranlar bunlar.