Erkan Karaaslan: Hissettiklerimiz, yetiştiğimiz kültürden öğrendiklerimizin yansımasıdır

İzmir'de yaşayan kamu emekçisi Erkan Karaaslan'la öykü kitabı 'Kaplumbağalar Ölmesin'i konuştuk. Karaaslan, "'Neden yazıyorum?' sorusuna kısaca çaresizlikten diyorum..." dedi.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - İzmir'de yaşayan kamu emekçisi Erkan Karaaslan'ın ilk öykü kitabı olan 'Kaplumbağalar Ölmesin', Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Geçtiğimiz günlerde ikinci baskısını yaparak yeniden raflardaki yerini alan 'Kaplumbağalar Ölmesin'de ölmeye yatanlar, ölülerini tekrar hayata çağıranlar, dağbaşı suskunluğunda kurtlara yem edilen yaşlı Rinde'ler, vicdanın yüküyle sevgi arasına sıkışanlar okura sesleniyor. 

Karaaslan ile ilk öykü kitabı 'Kaplumbağalar Ölmesin'i konuştuk.

Yazarlığa nasıl başladınız? Ya da bir başka deyimle yazmaya nasıl karar verdiniz?

Doğrusunu söylemek gerekirse, neden yazdığımı ben de tam olarak bilmiyorum. Sevilmek, kendinden söz ettirmek, tanınmak, ödüllendirilmek, öldükten sonra anımsanmak, zevk almak, birtakım toplumsal meselelere katkıda bulunmak ve benzeri birçok cevabı olabilir bu sorunun. Ya da korkuların, kaygıların, eli kolu bağlı hissetmenin sonucunda kaleme dayanmış olabilirim. Bir de bu cevaplar zamanla değişebilir. Nihayetinde neden yazıyorum sorusunun cevabı hepsi de olabilir hiçbiri de. Bazen bu soruya cevap veren bir yazar gördüğümde ne dediğini heyecanla okurum. Ama verilen cevaplar ya doyurucu gelmez ya da kendinden önceki bir başka cevabın tekrarıdır. Belki bu yüzden belki de mutlak bir cevabım olmadığı için neden yazıyorum sorusuna kısaca çaresizlikten diyorum.

'BİRİKEN ÖYKÜLERİN İÇİNDEN BİR DEMET'

'Kaplumbağalar Ölmesin' kitabınızın ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir miyiz?

Yedi sekiz yıl önce Gezi’nin yarattığı atmosfer sonrası kurulan bir internet sitesine deneme, öykü göndererek başladım. Yazdıklarım birkaç dergide yayımlanınca kaleme daha sıkı sarıldım. Yazı disiplinini oluşturmak için katıldığım öykü çözümleme atölyesi de öyküye başka bir açıdan bakmamı sağladı diyebilirim. Sonrasında dostların da teşvikiyle biriken öykülerin içinden bir demet seçip yayınevlerinin kapısını çaldım.

Kaplumbağalar Ölmesin, Erkan Karaaslan, 104 syf., Sel Yayıncılık, 2022.

Uzunca bir süre birçok kültürün bir arada yaşadığı bir coğrafyada hayatınızı sürdürdünüz. Bu durumun öykülerinize etkisi oldu mu?

Ailem büyük şehirlere göç dalgasının başladığı yetmişlerde Malatya’dan Mersin’e göçmüş. Hem şehrin özgün hali hem de bu göçlerin etkisiyle Mersin halklar ve inançlar mozaiğine dönmüş diyebiliriz. Araplar, Türkmenler, Kürtler; Aleviler, Sünnilerle içi içe büyüdüğüm Mersin’den üniversiteye başlamamla birlikte ayrıldım. Tabii o zamanlar fark edemesem de sonradan Mersin’in bu zenginliğinin gördüklerime, okuduklarıma, işittiklerime önemli katkısı olduğunu söyleyebilirim.

'SAYFALARI KAPLAYAN ORTAKLAŞTIĞIMIZ BİR KÜLTÜRÜN YANSIMASIDIR'

Öykülerinizde hayattan etkilendiğiniz ya da sizi etkileyen en önemli unsurlar neler?

Hissettiklerimiz, kalbimizden geçenler bizim mülkümüz gibi görünse de içinde bulunduğumuz/yetiştiğimiz kültürden öğrendiklerimizin yansımasıdır. Bu yüzden teatral, ironik, duygusal, güçlü, gündelik, kısa, politik ve benzeri metinler yazdığımızda aslında ortaklaştığımız bir kültürün yansımasıdır sayfaları kaplayan. Bir duygunun bendeki etkisini diğer insanlardan ayıran ancak o hissin biçimi olabilir. Sanırım yazdıklarım da o biçimle şekilleniyor. Hayattan etkilendiğim bir başka şey de yazarken çoğu zaman unuttuğumuz basitlik ve yalınlık.

Peki, 'Kaplumbağalar Ölmesin'i yazarken sizi derinden etkileyen öykü hangisi?

Birini diğerinden ayırmak sanırım çok mümkün değil. Kimi öyküler, yazmak istediğim biçime yakın; örneğin, kitabın sonundaki öyküler. Kimi öyküler, duygusuyla yakın; Görülmüştür, Dağ Başı Suskunluğu gibi. Kimisi de bıraktığı hissiyatla beni etkiliyor, Bitişe Az Kala öyküsündeki gibi diyebilirim.

“Görülmüştür” isimli öykünüzden biraz bahsedelim. Öykü okunduğunda güncel izler taşıdığını da düşündürüyor.

Jeremy Bentham tarafından tasarlanan ve bir hapishane modeli olan Panoptikon, korkunçluğu ve insanlık dışı olması Foucault’ya 'Hapishanenin Doğuşu’nu yazdırmış. “Görülmüştür” öyküsü de güncelin ortaya çıkardığı bir his ya da mesele gibi düşünülebilir ama aslında Foucault’nun imlediği kapatılmanın başlangıcından bu yana yaşanan bir durumun yeniden tekrarlanışını ele alıyor. Belki öyküdeki tek fark, kameranın insanlık dışı bir kapanmaya/hapishaneye karşı gelenleri değil de geride kalanlara odaklanması; bilinç ve vicdan üzerinde az da olsa bir etki yaratarak geride kalanların duygularını sezebilmeye çalışmasıdır diyebilirim.

“Yeni Yıl Hediyesi” öykünüz, 1870'lerin İstanbul’unda geçiyor. Bu tür öyküler yazarken nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz?

Tarihsel arka planı olan öyküler diğerlerine göre daha fazla dikkat gerektiriyor. Anakronizm hatasına düşmemek için anlattığınız dönemin yemeklerinden bahsedecekseniz o zamanın mutfağını bilmeniz gerekir. Ya da kıyafetleri tarif ederken, evdeki mobilyaları anlatırken o yıllara hakim olmalısınız. Bu öyküm özelinde konuşmak gerekirse epey ön hazırlık ve çalışma yaptığımı söyleyebilirim.

Kitabınızın ikinci baskısı geçtiğimiz günlerde yapıldı. Okurlardan aldığınız tepkiler nasıl?

Olumlu ve güzel şeyler duydum. Tabii birkaç ay önce çıkmış bir kitap olduğu için bu söylediklerim genelde çevremdeki insanların değerlendirmeleri. Sanırım eleştiriler ya da beğeniler yakınlardan değil de çok uzaklardan gelirse daha da heyecanlandırıyor yazarı. İkinci baskının bu kadar kısa sürede olmasına da şaşırdığımı söylemek isterim. Bu benim açımdan çok sevindirici. Okurlara da merak edip okudukları için çok teşekkür ederim.