Erkan Tahhuşoğlu: Uzun zamandır bir sınıf hikâyesi anlatmak istiyordum
Yönetmen Erkan Tahhuşoğlu ile "Döngü"yü konuştuk. Tahhuşoğlu, "Ev içi emek görmezden gelinen, değeri ve güvencesizliği üzerine kafa yorulmayan bir konu" dedi.
DUVAR - “Eşik” (2016) ve “Koridor” (2021) filmleriyle tanınan yönetmen Erkan Tahhuşoğlu’nun festivallerden ödüllerle dönen son filmi “Döngü”, Ocak ve Şubat’ta özel gösterimlerle izleyiciyle buluşuyor. 'Başka Çarşamba' kapsamında 28 Ocak’ta İstanbul’da Atlas 1948 Sineması’nda, 5 Şubat’ta Eskişehir’de Cinetime Özdilek Sineması’nda ve 6 Şubat'ta Ankara’da Büyülü Fener Kızılay Sineması’nda film ekibinin de katılımıyla gösterilecek olan film, 7 Şubat’tan itibaren de TOD ekranlarında izleyicisiyle buluşacak.
Erkan Tahhuşoğlu’nun senaryosunu da yazdığı “Döngü”, Sevim adlı bir gündelikçi kadının yıllardır çalıştığı evde yaşanan bir iş kazası sonucu içine düştüğü gerilim dolu olayları konu alıyor. Sevim rolündeki performansıyla Ankara ve İzmir’de En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan Serpil Gül’ün başrolde yer aldığı filmde Emel Göksu, Tuğçe Yolcu, Süleyman Karaahmet, Ftesa Hazrolli, Shpresa Hashimi, Reyyan Sevim ve Gökay Müftüoğlu rol alıyor.
Yönetmen Erkan Tahhuşoğlu ile "Döngü"yü konuştuk.
“Döngü” filminde bir iş kazası üzerinden toplumsal adalet ve bireylerin görünmez mücadelelerine dair bir eleştiri görüyoruz. Filmin hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
Uzun zamandır bir sınıf hikâyesi anlatmak istiyordum. "Döngü"yü ilk düşünmeye başladığımda, yani her şeyin en başında burjuva sınıftan Ayten ve gündelikçi Sevim karakterleri vardı. Sevim çok uzun yıllardır bu eve gündeliğe geliyor, neredeyse Ayten’le birlikte yaşlanmışlar ve Sevim’in evde doğal bir hakimiyet alanı var. Sonra Ayten’in bakıcısı Lena karakteri geldi aklıma. Sevim’in kendisi de işçi sınıfına mensup olmasına rağmen, ayrıcalıklı olduğu yanılsamasını daha da besleyecek olan o karakter. Sevim’in, işe alınmasına aracılık ettiği, üstünde belli bir etki gücü olan kişi. Üçlü sac ayağı bu şekilde kurulduktan sonra senaryonun da güzergahı büyük ölçüde çizilmişti. Her bir karakterin, kendi sınıfının, kendi pozisyonunun ve zihin dünyasının perspektifini yansıtacağı ve bu perspektiflerin kaçınılmaz bir şekilde eninde sonunda çatışacağı bir sınıf hikâyesi.
'EV İÇİ EMEK GÖRMEZDEN GELİNEN BİR KONU'
Başroldeki Sevim karakteri, hem güçlü bir birey hem de sistemin içinde sıkışmış bir figür. Onun hikâyesi üzerinden ev içi emek ve sınıf çatışmalarına dair neler söylemek istediniz?
Ev içi emek çokça görmezden gelinen, neredeyse hepimizin hayatında yer almasına rağmen, değeri, nereye tekabül ettiği ve özellikle de güvencesizliği üzerine çok da kafa yorulmayan bir konu. Bunun yanı sıra, çoğu orta, üst orta ve üst sınıf ailelerin evine bir gündelikçi geliyor ama, sınıfsallığa dair yüksek bilince sahip kişiler dahi bu emeğin karşılığını veya bu emekçi insanları nasıl konumlandıracağını bilemiyor. Zamanla bu bilememe hali bu emeğin güvencesiz bir şekilde devam etmesinin bizzat gerekçesine dönüşüyor. Bu emeği ve bu emekçi insanları nasıl konumlandıracağız? Belki de hepimizin kafası bu konuda biraz karışık. Oysa bu kafa karışıklığına gerek yok. Ortada net bir sınıfsallık var. Bu insanlar işçi sınıfına mensup. Sadece yaygın tanımlı bir mesai, maaş, sigorta sistemine bağlı değiller. Ama zaten sorun tam da burada. Bu bilememe, bazen de bilmemezlikten gelme halinden beslenen bir sorun. İşte aslında Sevim’in hikâyesi üzerinden bu sorunun kaynakları ve görünüş biçimleri üzerine bir düşünme ve tartışma alanı açmak istedim.
Ülkede göçmen ve yerli işçiler sıklıkla birbirine rakip olarak konumlandırılıyor. Ancak “Döngü”de Sevim ve Lena arasındaki dayanışmaya da şahit oluyoruz. “Döngü”, bu konuda izleyicilere ne söylüyor?
Beni sınıfsallığa dair belki de en fazla yaralayan şey sadece burjuva sınıfının işçi sınıfına yönelik haksız, ayrımcı tavrı değil, belki de daha çok aynı sınıfa mensup insanların birbirlerine yansıttıkları o ayrımcı tavır. Hele bir de göçmen işçi olunca sorun daha da boyutlanıyor, ki Sevim de sıkıştığında, zihinsel bulanıklığının da etkisiyle bu ayrımcı kartları çıkartıyor. Oysa her zaman öyle olmak zorunda değil, dahası mensup oldukları sınıfsallığın doğası aslında onları dayanışmaya zaten zorluyor. Hangi millete mensup olursa olsun aynı sınıfa mensuplar çünkü. Eninde sonunda bu aynı sınıfa mensup iki kadın aslında aynı kaynaktan beslenen bir dezavantajla karşı karşıya. “Döngü” sadece sınıf çatışması üzerine bir film olmak istemiyor, aynı zamanda, farklı milletten de olsalar, aynı sınıfa mensup kişiler – kadınlar arasındaki dayanışma dinamiklerinin doğasına ve pratiklerine dair de bir şeyler söylemeye çalışıyor.
'ÜNİVERSİTE YILLARIMA KADAR ÇEŞİTLİ İŞLERDE ÇALIŞTIM'
Filmdeki patron-işçi ilişkisi, hem kişisel hem de toplumsal bir gerçeklik duygusu taşıyor. Bu ilişki dinamiğini bu kadar gerçekçi bir şekilde yansıtmak için hangi gözlemlerden veya deneyimlerden yararlandınız?
Çok teşekkür ederim, bu çok önemsediğim bir noktaydı, umarım söylediğiniz şekilde yansıtabilmişimdir. Çocuk yaşta çalışmaya başladım. Üniversite yıllarıma kadar türlü çeşitli işlerde çalıştım. Üniversite eğitiminden sonra yüksek lisans için gittiğim Almanya’da da çeşitli işlerde çalıştım. Döndükten sonra çok uzun yıllar reklam sektöründe devam ettim. Bir dönem kendi ajansımı açtım ve işveren oldum. Birkaç yıl sonra battım ve ajansı kapatıp yeniden bir işçi olarak çalışma hayatına geri döndüm. Bir dönem eski mesai arkadaşım olan iki arkadaşımın ortak olarak kurduğu ajansta atölye şefi olarak çalıştım. Bir anlamda Sevim’in, Ayten’in evindeki pozisyonu yani. Bu uzun çalışma yılları boyunca gerek yaşadıklarım, deneyimlediklerim gerekse gözlemlediklerim beni uzun yıllara yayılan bir düşünme sürecine soktu. Sınıfsallığın ne olduğuna ve bu sınıfsallığa dair yaygın kabullere dair bir düşünce süreci. “Döngü” ile de, bu kabullerle beslenen neredeyse içinden çıkılamaz gibi görünen döngüsel sistemi ve bu döngünün nerede kırılabileceğini anlamaya ve seyirciyi bir tartışma alanına davet etmeye çalıştım.
Filmdeki karakterler oldukça gerçekçi ve etkileyici performanslara sahip. Oyuncu kadrosunu oluştururken nasıl bir seçim süreci yürüttünüz? Bu roller için özellikle aradığınız kriterler nelerdi?
Ayten rolünü yazarken baştan beri Emel Göksu’yu düşünüyordum. Onunla bir önceki filmim “Koridor”da (2021) da çalışmış ve belli bir dil birliğine zaten varmıştık. Ama onun dışındaki bütün oyuncularımla yolda tanıştım diyebilirim. Eğer bir oyuncuyla belli bir rolü konuşmaya başlamışsanız tipoloji olarak onu zaten gerçekçi ve bütünlüklü bir casting yapısının içinde görüyorsunuz demektir. Başta tabii belli bir okuma pratiği yapıyorsunuz oyuncuyla ama benim yöntemime tam olarak audition diyebilir miyiz, emin değilim. Çünkü ben daha çok, oyuncunun enerjisine, bu rolü alma tutkusuna bakıyorum. Yoksa ben Türkiye’de profesyonel oyuncuların yeteneklerine çok güveniyorum. Bugün, doğru bir oyuncu yönetimiyle herhangi bir oyuncunun altından kalkamayacağı bir rol olduğunu düşünmüyorum. Ama işte bir film yapmak (ekibin diğer üyeleriyle de mutlaka öyle) bu bağlamda yönetmen ve oyuncunun çıktığı çok uzun, yorucu ve yıpratıcı bir yolculuk. Bu yolculuğa birlikte çıkmaya ne kadar hevesliyiz? Bu yolculukta dayanışmaya, birlikte mücadele etmeye ve hatta birbirimizi sevmeye, dost olmaya ne kadar gönlümüz var? Bu tür kavramlardan bahsediyorum çünkü ben yönetmen oyuncu ilişkisinde mutlak profesyonelliğe inanmıyorum. “Biz bir iş yapıyoruz ve birbirimizi sevmek zorunda değiliz” cümlesinden her zaman rahatsız olmuşumdur. Aksine, biz aslında yolda bir kardeşlik hukukunu da birlikte inşa ediyoruz diye düşünürüm her zaman. Çok şanslıydım ki başta Serpil olmak üzere kendini filmimize inanılmaz bir şekilde adayan oyuncu arkadaşlarımla çalışma şansı buldum.
'AMACIM SİSTEMİ ANLAMAK VE ELİMDEN GELDİĞİNCE GERÇEKÇİ ŞEKİLDE ANLATMAYA ÇALIŞMAKTI'
Gündelikçilerin hayatlarını ve görünmeyen emeğini odağa alarak bu filmi çekerken sizi en çok zorlayan etik veya duygusal bir karar oldu mu?
Hem de çok fazla oldu. Ama işte senaryoyu da bu etik ve duygusal noktaları kendimle uzun yıllara yayılan bir süreçte tartışa tartışa yazdım, dramatik çatıyı o şekilde kurdum -ki yazma sürecim toplamda 3 yıla yayıldı-. Diyebilirim ki benim için bu senaryoyu yazmak zaten bu noktaları düşünmek ve kendi kendimle tartışmakla eşdeğerdi aynı zamanda. Bütün bu süreçte dikkat ettiğim şeyler şuydu; “Döngü” bir kahraman anlatısı değil; ve başta Sevim karakteri olmak üzere bütün karakterleri idealize, romantize etmeden, ama asla da yargılamadan yazmaya çalıştım. Karakterlerin olayların etkisiyle ne hissedebileceklerine dair hassasiyet geliştirmeye çalıştım. Bunun yanı sıra “Döngü”yle amaçladığım şeyin sistemi anlamak ve elimden geldiğince dürüst ve gerçekçi bir şekilde anlatmaya çalışmak olduğunu bir an bile unutmamaya çalıştım.
'DÖNGÜ'DE MEKANLAR SINIFSALLIĞIN TEMSİLLERİ'
Gerilim unsurunu oluştururken kullandığınız görsel ve işitsel ögeler nelerdi? Özellikle mekân tasarımı ve ışıklandırmanın hikâyeye nasıl hizmet ettiğini düşünüyorsunuz?
“Döngü” elbette bir sınıf hikâyesi anlatıyor ve bu anlamda bir sosyal drama. Ama ben baştan beri, az önce de söylediğim gibi, bu süreçlerin karakterlerin ve özellikle Sevim karakterinin psikolojisi üzerindeki etkilerini çok önemsedim. Bu anlamda “Döngü” benim için aynı zamanda bir psiko-drama. O yüzden yalın gerçekliği ne kadar çok önemsesem de baştan beri filmimizi belgesel-gerçekçi bir tarzda kurmayı hiç düşünmedim. Psikolojik yapıyı önemseyen, kimi zaman korku filmi türünün görsel dünyasından ilham alan daha atmosferik bir dili baştan beri tasarlamıştım. İlker’le kurduğumuz kamera dilini ve kadraj anlayışını hep bununla uyumlu tasarladık. “Döngü”de mekanlar benim için sınıfsallığın temsilleri elbette, Aytenlerin eski ve köhnemiş burjuva evi, Sevimlerin yoksul evi, Lena’ların duvarları boş, tam yerleşilememiş kiralık evleri vs. “Mekân”, aynı zamanda karakterler hakkında bazen hikâyeden daha fazla bilgi veren ögeler benim için.
Bu mekanları ışıklandırırken doğal ışıklandırmadan çok dramatik ışıklandırmaya daha yatkın davrandık. Mekan tasarımı ve ışıklandırmayla kurmaya çalıştığımız atmosferik dünyayı ses tasarımıyla da desteklemeye çalıştık. Bunun için ses tasarımcımız Serdar Öngören ile “Döngü”nün ses dünyası nasıl olabilir diye uzun düşünce ve tartışma süreçlerinden sonra yine uzun ve titiz bir çalışma süreci yaşadık. Müzisyenimiz İdil Ataç müziği de bu ses dünyasıyla uyumlu bir şekilde besteledi. Melodik değil, tematik, filmimizin atmosferik dünyasını besleyen bir müzik.
Kendi yazdığınız bir hikâyeyi yönetirken, yazarlık ile yönetmenlik arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Benim için yazarlık ve yönetmenlik süreci her zaman iç içe geçmiş bir şekilde ilerler elbette ama bu denge de her zaman yönetmenlik lehinedir. Yazarken sürekli yönetmen için not alıyor gibiyimdir. Dolayısıyla senaryoyu yazarken sadece hikâye odaklı ilerlemem. Bir sahne, bir mizansen nasıl kurulabilir, diyaloglar oyuncunun ağzına oturur mu, sahnenin çalışmama riski var mıdır? Böyle böyle senaryolarımda kamera açısına, kameranın olaya ve karaktere mesafesine, sabitte miyiz yoksa hareketli bir kamera mı kullanıyoruz, bunlara dair çokça not bulunur. Üstelik bunları çekim senaryosu aşamasında değil daha ta baştan kurmaya çalışırım. Sanıyorum bizim gibi kendi senaryolarını yazan yönetmenlerin en doğal çalışma yöntemi bu.
'FİLMLERİN SİNEMADA İZLENME RAKAMLARI DÜŞTÜ'
Film festival yolculuğunun ardından dijital platformlarda da izleyiciyle buluşacak. Bu, sinemanın geleceğine dair sizin perspektifinizi nasıl etkiliyor? Dijital mecralar sizce sanat filmlerine nasıl bir katkı sunuyor ya da tehdit oluşturuyor?
Filmimizin gösterimleri Başka Sinema’yla, 28 Ocak’ta Atlas Sineması 1948’de ekip katılımlı özel gösterimle başlıyor. Daha sonra yine Başka Sinema’yla değişik şehirlerde Başka Çarşamba gösterimleri ve ekip katılımlı özel gösterimler ile devam edecek. Seyircilerimiz lütfen takipte olsunlar ve filmimizi sinemalarda yalnız bırakmasınlar.
"Döngü" aynı zamanda 7 Şubat’tan itibaren TOD’da olacak. Gerek ekonomik sebeplerle, gerekse özellikle pandemiden sonra seyircinin izleme alışkanlıklarının değişmesiyle filmlerin sinemada izlenme rakamları belirgin bir şekilde düştü. Bu durum bizim gibi bağımsız sinemacıların filmlerinin sinemada izlenme sayılarına da yansıdı elbette. Dijital platformlar buna ne oranda etki etmiştir bilmiyorum açıkçası. Bunu ölçebilecek bir veri yok elimde. Bizler filmlerimizin seyirciye ulaşmasını çok önemsiyoruz ama az önce bahsettiğim sebeplerle ne yazık ki çok yaygın dağıtımlara da çıkamıyoruz. Bu noktada seyirciye ulaşabileceğimiz her türlü kanalı elbette çok önemsiyoruz. Buna başta festivaller de dahil, dağıtım kanalları, sinema salonları da, dijital mecralar da, ilerleyen süreçlerde bizi özel gösterime çağıracak kurumlar da. Çünkü elbette filmler en başta seyirci için, seyirciye ulaşmak için çekiliyor.