Erken seçime mi gidiyoruz?
Erken seçim beklentisi, Erdoğan seçildiği günden itibaren muhaliflerin gündemi. Aslında bunun bir beklentiden ziyade bir istek/temenni olduğunu söylemek yerinde olacaktır; Erdoğan’ı yenmenin tek yolu olarak görülüyor ve gösteriliyor.
Yavuz Halat
“Bağımsız ve tarafsız yargı ile korunan hukuk devleti, hak ve özgürlükler ile adaletin teminatı olarak her alanda tahkim edilir.”
“Sözleşme özgürlüğüne, hukukî güvenlik ilkesi ve kazanılmış hakların korunması prensibine aykırı olarak hiçbir şekilde müdahale edilemez.”
“İnsan onuru, bütün hakların özü olarak hukukun etkin koruması altındadır.”
2 Mart’ta bunları söylüyordu Tayyip Erdoğan, İnsan Hakları Eylem Planı'nı açıklarken. 12 Mart’ta Ekonomi Reform Paketi’ni açıklarken de “istikrar ve güven çok önemlidir” diyordu.
Çok değil bir hafta sonra ise bu söylediklerinden 60, 90, 120 değil tam 180 derece saptı. HDP’ye kapatma davası açıldı, 685 kişi için siyaset yasağı istendi. Kazanılmış hak olan İstanbul Sözleşmesi TBMM’yi yok sayılarak iptal edildi. Gergerlioğlu’nun vekilliği düşürülerek onuru, yaka paça derdest edilmeye çalışıldı. İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan gözaltına alındı. Gezi Parkı, olmayan bir vakfa devredildi. İmamoğlu’na hapis cezası istendi. Kanal İstanbul’a da devlet garantisi verildi. Diyarbakır’ın sınırları değiştirildi.
Ve ekonomi reform paketinden Yeni Şafak yazarının Merkez Bankası’na Başkan atanması çıktı. Güven ve istikrar yerine 20 ayda 4’üncü Başkan atandı. Ve dolar fırladı, daha doğrusu dolar fırlamadı TL çakıldı, tüm para birimleri karşısında yüzde 8-10 değer kaybetti.
Hangisi Erdoğan’ın normali ya da anomalisi?(1) Aylardır reform paketleri hazırlattıran Erdoğan ne amaçlıyordu, İstanbul Sözleşmesi'ni iptal eden Erdoğan ne amaçlıyor? Ya da bir akıl aramak, stratejik bir disiplin aramak doğru mu? Belki de bir gecede tepesi attı ve “fıtrat”ına dönüverdi; “açın şu davayı, kapatın o adamın çenesini, iptal edin o sözleşmeyi yok sayın o kadınları, bir yolunu bulup alın o parkı, kovun o merkezdeki başkanı”. (‘asla böyle bir şey olmamıştır’ denilebilir mi, bu rejimde?)
Aslında veriler, ‘hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu’yu kanıtlar nitelikte. Alınan kararların hepsi yalapşap. HDP’yi kapatmak için oluşturulan gerekçelerde beraatla sonuçlanmış davalar mevcut. Siyasî yasak istenenler arasında HDP’li bile olmayanlar var. İstanbul Sözleşmesi iptal edilmeden önce hiç kamuoyu hazırlanmaz mı? En azından iktidar payandası üç-beş kadın örgütüne açıklama yaptırılmaz mı?(2) Sözleşme, ‘Bahçeli ve Asiltürk istedi diye kaldırıldı' algısı yerleşti. Gezi Parkı, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 13 yıl önce değiştirilmiş bir kanun bahane edilerek gasp edilmiş.(3) (Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri’nin bir resmini bulup piyasaya süreydiniz bari). Ve Merkez Başkanı. Titri Bayburtlu Yeni Şafak yazarı olan birini uluslararası para piyasasına taktim etmeye kalkmak ne demek?(4)
Açıkçası bu sistemin yönetilme biçimine bakıp bir stratejik akıl aramaya çalışmak beyhude olabilir. Siyasete, ekonomiye, dış politikaya, pandemiye, toplumsal yaşama dair alınan her karar dönemsel/anlık pragmatik ve popülist kaygılarla verildiğinden yaşanan her krizde -ki artık bu krizlerden kurtulmak imkânsız- fıtrata geri dönmek zorunlu. O fıtratta ise piyasacılıktan, gericilikten ve faşizmden başka bir şey yok. Devletin çekirdeğinde bunlar olduğu sürece de açılım, reform, demokrasi, barış yalan olacak, faşizm bâki kalacak.
FİNCANDA DA TABAKTA DA ERKEN SEÇİM ÇIKTI
Erdoğan açılım, reform dediği anda bunu erken seçim hazırlığı olarak değerlendirenler oldu. Kuşkusuz mantıklı gerekçeler de mevcuttu; ekonominin (nasıl olacağı ayrı bir konu) reformla biraz rayına girmesi, siyasetin ve toplumun biraz yumuşaması muhalefeti malzemesiz bırakacak ve daha önceden tanık olduğumuz popülist ve hatip Erdoğan yüzde 50’yi bulabilir olacaktı. HDP’nin kapatılması, İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi vs. gündeme girince de yine bir erken seçim hazırlığı olarak değerlendirildi. Bunun da mantıklı gerekçeleri mevcuttu; HDP’nin seçime girmesi engellenecek (ya da yüzde 10’un altında bırakılacak), daha da önemlisi muhalefet bu kararlarla taraf olmaya zorlanarak parçalanacak ve ortak aday çıkaramayacak, böylece muhalefet karşısında da tek vücut olan Cumhur İttifakı silip süpürecekti.
Erken seçim beklentisi, Erdoğan seçildiği günden itibaren muhaliflerin gündemi. Aslında bunun bir beklentiden ziyade bir istek/temenni olduğunu söylemek yerinde olacaktır; Erdoğan’ı yenmenin (neredeyse) tek yolu olarak görülüyor ve gösteriliyor. Durum böyle olunca da sonucu sabit kılıp analizleri değiştirmek kaçınılmaz. Adam baskın erken seçim yapacak işte göstergeler; … …
Hatırlamakta yarar var. Yeni sistemde erken seçim kararını ya cumhurbaşkanı ya da Meclis'in beşte üçü alabiliyor. Şu anki cumhurbaşkanı kendisi erken seçim kararı alırsa kendisi aday olamıyor. Meclis'teki değil muhalefet partilerinin toplamı, hatta AKP-MHP toplamı da beşte üçe ulaşamıyor. Yani Erdoğan bir erken seçim kararı verirse bunu Meclis'ten ve muhalefetin oylarıyla geçirmek zorunda. Erken seçimin tek olabilirliği budur.
Bilmekte yarar var. Görev süresinin bitmesine daha en az iki yıl varken kaybetme riskinin yüksek olduğu bir erken seçime Erdoğan gider mi? Elbette gitmez. Ne zaman gider? Kendi hesaplarına göre mutlaka kazanacağı bir erken seçime ve aynı zamanda Meclis'te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu elde edebilir durumda olduğunda gidecektir.(5) Ya da ne erken seçime ne de genel seçime gidecektir ki, bu da güçlü bir ‘ihtimal’dir.
Durum böyle iken muhalefet partilerinin sürekli erken seçimi gündemde tutmaları neden? Kuşkusuz bunun en açık nedeni; erken seçimi, kitle desteği belirgin bir biçimde azalan Erdoğan’ın cesaret edemeyeceği bir tercih olarak göstermek. Ve meşruluğunu sorgulatmak. Bu durum aynı zamanda muhalefetin zaafını da ortaya koyuyor. Başta CHP olmak üzere İYİP, Saadet, Gelecek, Deva, v.s. “laf” söylemekten ibaret ve üstelik o lafı da sadece ve sadece sandıkta daha fazla oy alabilmek için söylüyorlar…
KONTR ÇEKMEK, BRİÇTE VAR DA SİYASETTE NİYE OLMASIN!
Bilenler bilir, bilmeyenler de aşinadır, kontr çekmeye: Amaç sadece karşı tarafın oynadığı oyuna savunma yapmak değildir, aynı zamanda hamle yapmak, ‘el almaya’ çalışmaktır, batırmaktır karşı tarafı. Başaramayınca iki kat kazandırılır karşı tarafa ama kazanınca da iki kat kaybettirilir. Aynı Gergerlioğlu’nun yaptığı gibi…
Faruk Gergerlioğlu, hakkındaki fezleke okunduktan vekilliği düşürüldükten sonra odasını toplayıp pekâlâ evine gidebilir, oradan sanal aleme bağlanıp açıklamalar yapar ve kendisini almaya gelecek olan polisleri bekleyebilirdi. Hatta kapısına bariyer kurup savunmaya da geçebilirdi. Ama o, karşı tarafın beklemediği bir hamle ile ezberi bozdu. Seçilmiş vekili görev yaptığı yerden, üstelik abdest almış, namaza duracakken(6) yaka paça çıkardılar. Kim kazandı, kim kaybetti?
Benzer bir politika yapma tarzına faklı örnekler verilebilir elbette. Akşener’in “HDP'li vekillerin yerinde olsam istifa ederdim” önermesi gibi. Böyle bir hamle karşısında Bahçeli’nin tavrı ne olurdu acaba? İstifalara evet oyu verip ara seçime mi gitmek yoksa… Bu arada Akşener’in hinliğini not etmek gerek: Bir taraftan Erdoğan’ı ve Bahçeli’yi zora düşürmek diğer taraftan HDP’den kurtulmak.
Bir kontra öneri de Oya Baydar’dan. HDP kapatılırsa hep birlikte yeni kurulacak partiye kaydolmak. Yani yeni HDP’nin, eski HDP’den daha fazla üyeye sahip olmasını sağlamak.(7)
İmamoğlu, Gezi için dava açmaktan başka bir şey de yapabilir mi?!
Yıllardır sürekli ve tek merkezli oyun kuran Erdoğan oldu. Bunca ağır saldırı altında savunma pozisyonunda kalmak anlaşılabilir ve savunulacak hâlâ çok şey var. Ancak savunma çizgisinde ezber bozmak, karşısındaki bocalarken ikinci adımı atabilecek bir saldırı/ataklık için zemin hazırlar. Onların oyunu içinde bile oyun kurulabilir.
Kısacası siyaset özellikle muhalif siyaset, sadece savunmada kalmak, sadece sandık eksenli düşünmek, düzen ezberleri içerisinde çözüm aramak zorunda değil. Üstelik tam tersine farklı bakmak, farklı düşünmek ve farklı müdahale yolları geliştirmek zorunda.
100 kişiye sormuşlar, üçüncü bir gözün olsa nerende olmasını istersin diye. 95’i “kafamın arkasında”, 4’ü “alnımın ortasında” demiş!...
1’i, yani dört yaşındaki bir çocuk ise “işaret parmağımın ucunda”...
1- ‘Rejimin normali ya da anomalisi’ diye sorulamaz çünkü bir sistem yok. Tek bir adama bağlı bir yönetme biçimi mevcut. Ayrıca bu kararları ondan bağımsız, mesela ‘Bahçeli istedi’ diye alındı demek, en hafif tabirle Erdoğan’ın iradesini küçümsemektir.
2- Hatırlanacağı üzere Emine Erdoğan sözleşmenin kabul edildiği toplantıda Nazım Hikmet’in "Kız Çocuğu" adlı şiirini ağlayarak okumuştu. Kızı Sümeyye’ın yöneticisi olduğu Kadın ve Demokrasi Derneği’nin (KADEM) sözleşmeyi desteklediğini açıklamıştı. Saray’ın iptal etmesinden üç gün sonra açıklama yaparak, İstanbul Sözleşmesi’ni toplumsal gerilimin öznesi ilan ettiler.
3- Yöneticisi kalmayan vakıfların haklarının günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından korunduğunu ileri süren müdürlük, devire gerekçe olarak, 2008 yılında yürürlüğe giren 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 30. maddesini göstermiş. 2013’te Gezi isyanı yaşanırken neredeydiniz? O zaman belediye oraya ‘ağaç’ dikemez, hükümet ‘Topçu Kışlası’ yapmak istemezdi. İnsanlar da vakıf arazisinde ‘piknik’ yapmış olurdu.
4- Bu arada tutarlılık, madem faiz artırdı diye görevden alındı, eski başkanın aldığı faiz artırımı kararını iptal etmeyi gerektirirdi.
5- Buraya bir ek koyalım. Riski alabileceği neredeyse tek durum, uluslararası baskının çok arttığı, mesela Halkbank davasından 20 milyar dolar ceza yendiğinde ve onlara yüzde 50’nin kendisinin arkasında olduğunu kanıtlamak için olabilir. Bu noktada bile inisiyatif kendisindedir, ‘dış güçler’de değil.
6- İnsan düşünmeden edemiyor tabii. İktidarda CHP olsaydı ve bu tarzla AKP’li bir vekil gözaltına alınsaydı, kaç yıl bunun ‘ekmeği’ yenirdi.
7- Dikkati çekmiştir mutlaka, üç örnek de sosyalistlerden değil.