Erk’ine göre muamele

Neolitik denince akla ilk olarak Çatalhöyük’ün iki Anadolu Pars’ını elleriyle boynundan yakalayan, bu arada bir yandan oturduğu yerden rahatlıkla çocuk doğuran Ana Tanrıça figürü gelir.

Google Haberlere Abone ol

Selim Martin*

“Aşksız ve paramparçaydı yaşam,
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

Adnan Yücel

Arkeoloji bilimi, insanın tarihini anlatır. Bu tarihin 3.3 milyon yıl önce Lomekwian adı verilen ilk aletin üretilmesi ile başladığı kabul edilebilir. Bir taşı eline alıp bir cevizi kırmak mesele değil, mesele o cevizi en rahat şekilde kırmayı sürekli hale getirmek için taşı en uygun biçimde şekillendirmek. Çünkü insan; bir şeyi kullandığı zaman değil, kendisi ürettiği zaman gerçekten var olmuştur.

3.3 milyon yıldan, Homo Sapiens’in tarih sahnesine çıktığı güne yani yaklaşık 100.000 yıl öncesine kadar çok sayıda farklı Homo türünü; bunların yerleşim bölgelerini ve göç yollarını, ürettikleri aletleri, kullandıkları hammaddeleri, geçim ekonomilerini, avlanma biçimlerini, konaklama biçimlerini, zamanla ateşe nasıl hükmettiklerini biliyoruz. Hatta ölülerini gömmeye nasıl başladıklarını görüp, bıraktıkları mezar hediyelerini bulabiliyoruz; çeşitli ‘anlaşılır’ sesler çıkaran türler ile akıcı konuşabilen türleri belirleyebiliyoruz. Hemen hepsinin beyin hacimlerinden yürüme yeteneklerine kadar elimizde onlarca kıymetli veri var. Ancak Sapiens’e kadar cinsiyetlerin rolüne dair bilgimiz yok denecek kadar az. Araştırmacılar için bırakın cinsiyetlerin toplumsal rolünü, kadın, erkek, aşk, sevgi, cinsellik gibi bireysel rolleri de milyonlarca yıl süresince bilinmez durumdadır.

MUCİZE YARATAN KADIN

Homo Sapiens’in 70.000 civarında Yakın Doğu’da, 50.000 civarından itibaren de Avrupa’da görülmesiyle bu durumun değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu tarihlerden itibaren, bugün ana tanrıça (Venüs) adı verdiğimiz heykeller değişik coğrafyalarda birden ortaya çıkacak, farklı özellikler içermekle beraber genelde aynı şeyi anlatmak için yapıldıklarını bize gösterecek kadar benzerlik içinde olacaklardır. Çoğunlukla bulundukları yerden isimlerini alan bu kadın heykellerinde ayakta duran bir pozisyon, kilolu bir vücut, göğüs ve vulvanın belirginleştirilmesi gibi ortak noktaları görebiliriz.

Willendorf Venüsü.

Üst Paleolitik döneme ait mağara ve kaya resimlerinde ve taşınabilir eserlerde ağırlıklı olarak hayvanlar ve nadiren de bitkiler ve coğrafi mekanlar görülür. Bu dönemde neredeyse hiç insan betimlenmezken; heykellerde sürekli olarak neden sadece bu kadın figürleri yapılmış olabilir? Bu konuda araştırmacıların sıklıkla üzerinde durduğu ve günümüzde neredeyse tabu haline gelmiş bir açıklamadan bahsetmek gerekir. Tahmin edebileceğiniz gibi üreme çok önemlidir. Kadının doğurabilmesi, üreyebilmesi sayesinde toplumun ilerleyebildiği görülür. Ancak erkeğin bu işteki rolü toplum, özellikle de erkekler tarafından bilinmez. Yani kadının doğurması sadece kadına ait olarak görülen bir başarı, adeta bir mucizedir. İşte bu mucize, mağara dönemi insanının; toplumsal yapısını da sanatını da ritüellerini de elbette etkilemiş olmalıdır. Tüm sorularımıza cevap vermese de elimizdeki bu açıklamaya sığınırsak durum oldukça basit; ister istemez anaerkil bir yapıyla karşı karşıyayız demektir. Eh adamlara da hak verelim; üremedeki rolünü bilmeyince herkesin bir süper avcı olduğu bir kabilede, mucize yaratabilen kadının değil de tavşan avlayan erkeğin mi heykelini yapsınlar?  

Erekte heykel, Göbeklitepe.

Venüsler ile başlangıcını gördüğümüz bu anaerkil yapının birkaç 10.000 yıl boyunca değişmediğini, gücünü koruduğunu söyleyebiliriz. Epipaleolitik-Mezolitik süresince kadın heykellerinin önemi devam etmiş sonrasında Neolitik Çağ’ın ilk evresinde kısa bir bocalama yaşasa da üretimciliğe geçişle yükselmiş ve Kalkolitik Çağ’ın sonlarına kadar en baskın şeklini koruyabilmiştir. Yani, Göbeklitepe dikilitaşlarında veya çağdaşı yerleşimlere ait heykellerde karşımıza çıkan ‘ereksiyon’ halinde betimlenen erkekler veya erkek hayvanlar bu yapıyı biraz zorlamış olsa da hala Neolitik denince akla ilk olarak Çatalhöyük’ün iki Anadolu Pars’ını elleriyle boynundan yakalayan, bu arada bir yandan oturduğu yerden rahatlıkla çocuk doğuran Ana Tanrıça figürü gelir.

Oturan tanrıça, Çatalhöyük.

Bahsettiğimiz, yazının icadından önceki bu sürecin öykülerini, masallarını, ritüellerini ve mitolojilerini tam olarak bilemesek de sadece heykel ve kabartmalar bile bize kadının baskın cinsiyet olduğunu ve ayrıca cinselliğin topluma ait alanlarda rahatlıkla temsil edildiğini gösteriyor.

YAZININ İCADI TOPLUMU NASIL DEĞİŞTİRDİ?

Şimdi gelelim tüm bu düzenin değiştiği o kritik eşiğe; yazının icadına. Aşağı yukarı 4. binyılın ikinci yarısından itibaren, nesneleri kendine benzer şekillerle ifade etmeye çalışan erken yazı çalışmaları ortaya çıkmış, aynı binyılın sonlarına doğru ise bugün ‘çiviyazısı’ dediğimiz yazı, kelimenin tam anlamıyla icat edilmiştir. Önceden ağırlıklı olarak ticari kayıtların yer aldığı tabletler çiviyazısı ile birlikte yönetici isimleri, kentler, matematik, tıp, fal, büyü, mitoloji, dini metinler ve yazılı kanunların yer aldığı çok önemli kayıt evraklarına dönüşmüştür.

Peki, bu önemli icat cinsiyetlere, toplumsal ve bireysel rollere ve cinselliğe ne yapmış olabilir? Elbette hiçbir şey. Ancak toplumun değişen yapısını, hiçbir şüpheye yer olmadan, bu yazılı metinler aracılığıyla, özellikle mitler, dini metinler ve yasalar eliyle ilk ağızdan öğrenmeye işte tam da bu zamanda başlıyoruz. Arkeolojik verilerden anlaşıldığı üzere bir süredir erkekler durumu eşitlemiş hatta baskın olma girişimlerine başlamışlar. Ancak belki de milyon yıldan fazla süren anaerkil yapının kolay teslim olmaya da hiç niyeti yok. İşte tam da bu sırada devreye yazı giriyor; söylencelerdeki güçlü kadın karakterler, yazılı öykülerde ve dini metinlerde yerini yavaş yavaş erkeklere bırakmaya başlıyor. Hatta bu devir teslim işleri savaşla dövüşle başlasa da sonunda kadının, erkeği ülkesine, hanesine, yatağına alması ve artık ona tabi olmasıyla tamamlanıyor. Tanrıçalar tanrılara, kadınlar erkeklere o meşhur Erk’i; sanki böyle olması normalmiş gibi sessizce bırakıyorlar.

Aşk ve cinsellik, sadece kadın karakterlerde, artık hafifmeşreplik olarak tanımlanmaya başlanıyor ve böyle kadınlara kimsenin güvenmemesi gerektiğini öğütleyen öyküler çeşitlenerek artıyor. Kaç yılın tanrıçası, güzeller güzeli İnanna yerel bir kral olan Gılgamış tarafından eski aşıkları gerekçe gösterilerek reddedilebiliyor ya da İnanna Ölüler Diyarı’ndan çıkmak için kendisi yerine sevgilisi Tammuz/Dumuzi’nin alınmasına müsaade edebiliyor. Öyle kötü, öyle güvenilmez bir kadın âşık yani…

“Tek bir sevgilini bile sonsuza kadar sevmedin!

Kurduğun tuzaklardan gözdelerinden biri

bile kurtaramadı kendini

Gel de ezberden okuyayım sana

sevgililerinin başına geleni...

Gençlik günlerinde el üstünde tuttuğun Tammuz

Her yıl öldüğü gün ağlanır oldu, senin sayende!”

Yetiyor mu? Elbette hayır. Yeni yasalar kadınların egemenliğini kırabilmek için erkeklere şiddet kullanma izni veriyor. Hatta bunun belgelerini sergilemeyi de zorunlu kılıyor ki ibret almayan kalmasın. Erken Hanedanlar Dönemi kent devletlerinden Lagaş Devleti’nin işleyişinde oluşan yozlaşmalara karşı atılmış adımlar çok ilginçtir. Arazi alım satımından fal ücretlerine kadar fiyatları düzenleyen bu reform paketinde, erkeklerin kadınlardan üstün hale gelebilmesi için gösterilen çaba görülmeye değer. Çiviyazılı metinlerden birinde bu reformla ilgili olarak,“Eskiden her kadının iki erkeği (kocası) vardı, ama bugün kadınlar artık bu suçu işleyemezler” diye yazar.

“Bir erkeğe saygısız sözler sarf etmekten suçlu bir kadının ağzı kiremitle kırılsın, kiremit kent kapısında sergilensin.”
Uruinimgina Reformları

İşte yazının icadıyla birlikte görünür olan bu değişimin ardından, anaerkil toplum yapısının sona erdiğini ve bugün de hala geçerli olan ataerkil düzenin başladığını söyleyebiliriz. Peki, erkekler sazı eline alınca ne oldu? Hadi yüzyılları hızlıca atlayarak, bir coğrafyadan diğerine sıçrayarak dinleyelim erkeklerin şarkısını.

KENDİ KENDİNE DOĞURMAK

Üreme/doğurma mucizesi ile başlayan serüven toplumsal bir cinsellik kabulüyle devam ederken, aşk, sevgi ve sevişmek kutsanırken, birden kadının yalnız bırakıldığı öykülerde buluruz kendimizi. Eski Babil ve Asur metinlerinde başlayan kendi kendine doğurma, tek tanrılı dinlere kadar uzanan bir söylenceye dönüşür.

“Yaratanın doğurduğu gibi, çocuğun annesi kendi başına doğursun!”

Ninhursag’ın Lullu’yu Yaratışı

Yunan ve Roma kültürlerine geldiğimizde işin rengi bir parça değişim gösterir. Farklı coğrafyalardan buralara akan hammadde, mal ve ürünün yanında gelen insan, inanç ve öykü seli, eski ile yeninin karışmasına, yönetimden mitolojiye birçok yeni ve özgün durumun ortaya çıkmasına neden olur. Eh haliyle aşk da cinsellik de nasibini alır bu değişimden. Bir tarafta Artemis’in ya da Athena’nın bekaretlerini korumak için kendilerine kur yapan erkekleri acımasızca öldürmesinin mitolojinin sonsuz döngüsünde kendine bir yer bulmuş olması sizi şaşırtabilir. Şaşırmayın! Toplum bu ‘bakire’ öyküleri kulağının arkasına atıvermiştir hemen. Asıl coşku diğer tarafta kendini gösterir. Erkekler,‘kottabos’ oynarken birbirlerine kur yapmak için Şölen’i icat ettiler; Afrodit’in iç gıcıklayıcı heykelleri kapladı deniz kıyısı kentlerini. Onca savaş-kavga ve karmaşa içinde haz, cinsellik ve tutku öyle bir noktaya geldi ki Helen düşünürleri işi gücü bırakıp hangi bedenin daha güzel olduğunu tartıştılar uzun yıllar: Kadın mı? Erkek mi? Baştanrı Zeus bile onlarca kadın sevgilisinin yanına erkeklerin en güzeli Ganymedes’i de katıverdi. Toplum da bu tartışmaya cevap verdi ve bir arz talep döngüsü, üretim araçlarını ve sanatın dallarını etkiledi. Erotik dekorlu seramik kaplar en çok tercih edilen mutfak eşyaları haline geldi; üzerinde çok sayıda kişinin aynı anda ilişkiye girdiği sahneler ile çeşit çeşit aşk pozisyonlarının betimlendiği bardak, tabak ve çanaklar deyim yerindeyse yok satıyordu. Lesboslu (Midilli) ünlü kadın şair Sappho, en güzel, en arzulu cümlelerini, okuluna gelen genç kızların güzelliğine yazıyordu:

Mytilene bahçesinde Sappho ve Erinna. Simeon Solomon, 1864.

“ve işte sen üstüne geçirirken şalını
çiçek açmış fidanlardan taçlar öreceğim o güzel saçlarına
gel ama artık tatlım
çıldırttı beni güzelliğin”

Birden fazla kıtaya yayılmış Roma İmparatorluğu’nda da durum farklı değildi. Köleler, askerler, yurttaşlar, senatörler, komutanlar, imparatorlar ve tabii ki tanrı ve tanrıçalar, karşı cinse olduğu kadar hemcinslerine de haz ve tutkuyla yönelmişlerdi. Farklı coğrafyadan gelen insanlar, farklı coğrafyalardan gelen hazlar, kalabalık ve gürültü içerisinde hiç yabancılık çekmeden, yaşamın doğal akışıyla birbirlerine kavuşuyorlardı.

CİNSELSİZLİK TARİFİ

Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla, kitleler halinde yeni inanca geçen insanlar ile pagan idarecilerin mücadelesini bir zaman seyredebiliriz. Ancak sonunda kazananın, İmparatorların bile açıkça yeni dini kabul etmesiyle tüm dünyaya duyurulduğunu bir çırpıda görebiliriz. Bu yeni ‘Erk’; hem kendisini, hem benzerlerini hem de çok tanrılı yapısını koruyan diğer tüm inançları etkisi altına almak için hiç vakit kaybetmeyecektir. Şimdi yeni bir kadın tarifi olacaktır; haliyle yeni bir cinsellik hatta ‘cinselsizlik’ tarifi de.

‘Cinselsizliği’ de anlatmak için iki azizin öyküsü ile yazımızı bitirelim. İlki alışageldiğimiz üzere bir kadının maruz kaldıklarını anlatıyor. Ancak bu bakirelik sadece kadınlara mahsus sanmayın, ikinci öykümüzde görüleceği üzere erkekler de bu yeni Erk’in kanunlarından nasiplerini alıyorlar.

“Aziz Peter, kızı Petronilla’nın çok güzel olduğunu fark edince, Tanrı’nın ona ateşli bir hastalık verme lütfunu göstermesini sağladı!”

Bütün hastalıkları iyileştirmesiyle meşhur bu azizimizin, sırf güzelliği örtbas etmek, olası cinsel ilişkileri uzak tutmak için kızını hasta etmesini tanrısından dilemesi nasıl açıklanabilir yorumu size bırakıyorum. Ancak Aziz Peter’in hakkını yemeyelim; sonradan kızın “Tanrı Sevgisi” mükemmelleşince, sevgi dolu (!) bir baba olarak sağlığını ona geri verdiğini de unutmadan söyleyelim. İkinci öykümüz ise Aziz Bernard ile onun azizliğini yakmaya çalışan şeytan arasında geçen mücadele ve bu uğurda harcanmış şanlı bir ömür hakkında. Bu durum, günümüzde oldukça ikonik hale gelmiş bir cümlenin tezahürü sanki: Benim bedenim, benim kararım...

AZİZ BERNARD'IN ÇİLESİ

“Aziz Bernard henüz aziz olmadan evvel, küçük yaşlardayken, sürekli baş ağrılarından muzdaripdi. Bir gün acılarını, şarkılarıyla dindirmek üzere genç bir kadın ziyaretine geldi; fakat sinirli oğlan onu odadan kovdu ve tanrı onu bu davranışı için ödüllendirdi; baş ağrıları şip şak geçmişti.”

İşte bu olay sayesinde gerçekliği tüm çıplaklığı ile görmeye başlayan azizimiz şu sonuca varmıştı. Kadınlardan uzak dur! Şeytan da kendine hedefini belirlemişti: Bernard ile kadınları bir araya getir. Bir ömür süren bu mücadele boyunca, bir kadına uzun süre bakan Bernard’ın kemikleri donuncaya kadar kendisini buzlu bir gölde tutup arınmasından, yatağına gizlice giren kadınlara hiç pas vermeden onların utanmasını sağlamaya giden nice maceralar olmuştu. Hatta hiç utanmayıp, yatağa girmekte ısrar eden olursa da ‘hırsız var’ diye bağırarak kadınları kaçırmış, şeytana boyun eğmemeyi başarmıştır.

Kadını yılan, cinselliği de “şeytan işi” olarak görme sevdası nereye gider, ne zamana kadar devam eder bilemem. Ben, şairlerin sözlerinden ilham almaya devam edeceğim, müsaadenizle…

“Aşk demişti yaşamın bütün ustaları, aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna…”

Adnan Yücel

*Öğr. Gör. / Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

 

 

 

Etiketler sappho göbeklitepe