Erkut Taçkın’ın ardından: Gitmek düştü bana…
14 Aralık’ta bizi terk edenler kervanına Erkut Taçkın da katıldı. Onu, kendi yazdığı sözlerle uğurlayayım: Güneş bile artık artık parlamaz olsun...
2020, felaketleriyle unutulmaz bir yıl olacak gibi. İnsanın üstüne öyle geliyor ki, yılın başında yaptığımız planları gerçekleştirmek bir yana, onları sürekli ertelemek durumunda kalıyoruz. Bir canavara dönüştü sanki ve bizi üzmek için çabalıyor. Bunda yılın suçu yok elbette; pandemi, bizi gafil avladı. Hazırlıksız yakalandık. Biraz da bu yüzden ne yapacağımızı bilmiyoruz ve art arda gelen bütün kötü haberleri ona yoruyoruz. Elimizde 2021 ve sonrasının daha iyi olacağına dair bir veri yok. Fena olan, bu belirsizlik. Yine de yeni yıla “yeni bir umut” olarak yaklaşıyoruz ama aldığımız kötü haberler, buna da izin vermeyecek gibi.
Salgın, yakın çevremize geldi. Can arkadaşlarımız, akrabalarımız, sevdiğimiz insanlar bir bir şu mendebur hastalığa yakalanıyor. Çoğu atlattı, halihazırda virüsü taşıyan sevdiklerimin de bunu atlatacağına inanıyorum ama pandemiyle ilgisi olmayan kötü haberler, insanın umudunu kırıyor. Geçtiğimiz hafta memleketin yasaklar tarihine hızlıca göz atmış, AKP iktidarı süresince yasaklananlardan küçük bir derleme yapmıştım. Buna, yine geçtiğimiz hafta, sokağa çıkma yasağının uygulandığı günlerde getirilen alkollü içki satışı yasağı da eklendi. Şüphesiz yasaklar artarak sürecek gibi görünüyor. Asıl mevzuya bir türlü gelinemiyor, salgın bahane edilerek tuhaf yasak kararları çıkartılıyor. Şüphesiz bu, içinde bulunduğumuz dönemi daha da zorlaştırıyor.
Bir de, hepsinden bağımsız, aldığımız kötü haberler var. Geçtiğimiz pazartesi, memleketin en önemli solistlerinden biri olan Erkut Taçkın aramızdan ayrıldı. Tanıştığım, sevdiğim insanlar arasında en cana yakın olanlardan biriydi. Memlekete rock’n’roll’u getiren, onun yayılması için çabalayan, hayatı boyunca sahneden uzak kalmayan ve sevdiği şarkıları, bugüne, bütün heyecanıyla taşıyan bir isimden söz ediyorum. Açıkçası, ölümünün ardından pek çok haber yapılacağını, yazılar yazılacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Belleksizliğimiz bu noktada da devreye girdi ve Erkut Taçkın’ı sessiz sedasız uğurladık. Twitter’da ardından yazılan birkaç taziye cümlesi, Instagram’da paylaşılan onunla çekilmiş birkaç fotoğraf ve rutin anmalar dışında rastladığım tek yazı, Murat Tırpan’ın BirGün’de çarşamba günü yayımlanan “Kaldı uzakta o en derin haz” başlıklı yazısı -ki başlığı, en bilinen şarkısından alıyor: Onu bugüne taşıyan “Beyaz Ev”in Sevgi Sanlı imzalı unutulmaz dizelerinden biri bu.
Tırpan, Taçkın’ın yakın dönemde diziler ve filmler sayesinde yeniden keşfedildiğini söylüyor. Haksız değil: “Beyaz Ev”, dönem dizisi “Öyle Bir Geçer Zaman ki”de duyulduğunda yeniden ortalığı karıştırmıştı. “Baba”, Tolga Karaçelik imzalı “Kelebekler”in etkileyici şarkılarından biriydi. “Sevmek İstiyorum”, önce “Masum”da karşımıza çıktı, sonra bir bal reklamında… En son “Aşk 101”le yeniden gündeme geldi ve bu vesileyle, Calling bünyesinde Alp Ersönmez, Çağrı Sertel, İdil Meşe, Korhan Futacı ve Da Poet tarafından yeniden yorumlandı. 24 Haziran’da yayımlanan klibin sonunda şu not var: “Herkes bir başkasının ne yaptığını veya yapabileceğini hayal ederek ortaya bir şey koydu. Zamanlar, müzisyenler, düzenlemeler değişse de özümüz aynı, sevmek istiyoruz.” Murat Tırpan’ın yazısına “iyi ki” eklemek elzem zira bu hatırlatmalar olmasa, Erkut Taçkın, belki de genç kuşağın dikkatini çekmeyecekti. Buna ihtiyacı var mıydı? Hayır. Ancak ne kadar çok bilinirse o kadar sevinenlerdeniz.
Bakmayın birkaç şarkıyla anıldığına, Erkut Taçkın, memleketin en önemli isimlerinden. Türkiye’de rock’n’roll varsa, biraz da onun sayesinde. Az şarkıyla biliniyor olmasının sebebi, ardında az kayıt bırakmış olması. Birkaç 45’lik plak ve bir albüm dışında hiç kaydı yok. TRT’de çekilmiş birkaç solo konseri ve 1967 yılında oynadığı iki film (Ertem Eğilmez imzalı “Ömre Bedel Kız” ve Feyzi Tuna’nın yönettiği “Devlerin İntikamı”) olmasa, görüntülerine de ulaşamayacağız. Tesellimiz, onu, çok kez sahnede izlemiş olmak. Uzun süre, eski ekibiyle birlikte, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar (Koruncuk) Vakfı tarafından geliştirilen Bolluca çocuk köyüne yardım konserlerinde sahneye çıktı; sonrasında kimi mekânlarda onu izleme/dinleme şansına sahip olduk. Bir dönem, TRT’de danışmanlığını yaptığım bir programa davet etmiş, o vesileyle tanışmıştık. Sonrasında çok kez yan yana geldik, söyleşiler yaptık ve her seferinde beni yeniden şaşırtmayı başardı. Kibarlığı, nezaketi, görgüsü bir yana şahane hafızasıyla ve “genç”liğiyle idollerimden biri olmuştu. İlk nerede nasıl dinledim, ne vesileyle sevdim, hatırlamıyorum ama benim için “erişilmez yıldız” olan Erkut Taçkın, iki buluşma sonrasında, arayıp hatırımı soran şahane Erkut Abi’ye dönüşmüştü. Bu yüzden, kaybı, beni derinden yaraladı.
Büyük çoğunluk, onu, 1975 yılında yaptığı Türkçe albümle tanır ama Erkut Taçkın’ın gönlü İngilizce rock’n’roll şarkılarındaydı. Bunun sebebi, gençliğinde kurucularından biri olduğu topluluk. ‘50’li yılların başına ışınlanalım: Erkut Taçkın, Deniz Harp Okulu’nun zıpır öğrencilerinden biri. Kendi gibi insanları bulması zor olmuyor ve dünyayı etkisi altına alan rock’n’roll rüzgârı, onlar sayesinde Heybeliada’dan doğru esiyor; memleket, “genç denizciler”in müziğiyle sallanıp yuvarlanmaya başlıyor. Lise yıllarında tanışan, birlikte müzik yapmaya o dönemde başlayan, sonrasında bunu pekiştirenler Erkan Gürsal şefliğinde yola koyulan Güngör Yücel, Ersin Yüce, Durul Gence ve Erkut Taçkın. Komşu okuldan çalışmalara katılan Yalçın Ateş, cabası! Hikâye, ‘60’lı yıllara da ışık tutuyor çünkü o dönemin iki büyük rakibinin, Durul Gence 5 ve Yalçın Ateş 6’nın kurucularının yan yana geldiği yer Deniz Harp Orkestrası ya da bilinen adlarıyla, Somer Soyata ve Arkadaşları.
Birkaç yıl önce aramızdan ayrılan Erkan Gürsal, onunla yaptığım bir söyleşide, ekibi nasıl topladığını şöyle anlatmıştı: “Askeri lisede boş zamanları değerlendirmenin pek çok yolu var. Başta spor faaliyetleri ama ben, birkaç arkadaşımla birlikte müziği seçtim çünkü okula geldiğimde zaten piyano çalıyordum. O zaman bütün dünyayı kasıp kavuran rock’n’roll akımının etkisiyle yolumuzu öyle çizdik. Sadece müzik değil dans da ilgimizi çekiyordu çünkü okulda adab-ı muaşeretle birlikte dans öğretiliyordu. Deniz lisesi talebeleri her zaman en iyi şekilde dans eder, bunu çok iyi öğrenir. Biz de öğrenmiştik ve gençliğin getirdiği heyecanla yerimizde duramıyorduk. Başta ben piyano çalarken Durul (Gence) yanıma geliyordu, ikili olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk ama yetmiyordu. O dönem çoksesli müziği seviyordum, Platters’ın dört sesli şarkılarını dinliyordum. Bir yandan da aklım Bill Haley’in çaldığı rock’n’roll’lardaydı. Şanslıydık, yaptığımız yurtdışı yolculuklarında bu plakları daha Türkiye’ye gelmeden alıyor, dinliyorduk. Biz gidemesek sürekli Amerika’ya gidip gelen denizaltılardaki arkadaşlarımız aracılığıyla getirtiyorduk.” Durul Gence, onu, yaptığım bir başka söyleşide, şu sözlerle tamamlamıştı: “1954 yılında birlikte çalmaya başladığımızda henüz rock’n’roll Türkiye’ye gelmemişti, bilmiyorduk. Konserlerimizde o yılın sevilen tangolarını çalıyorduk. Sadece tangolar değil, repertuvarımızda rumbalar, bolerolar ve ça-ça, mambo, bugi bugi gibi dans müzikleri de vardı. Erkan Abi’yle birlikte okul çaylarına gidiyorduk, hem eğleniyor hem de eğlendiriyorduk.”
Gence, Erkut Taçkın’ın topluluğa katılışını ve rock’n’roll’a gönül düşürmelerini şöyle özetliyor: “1957 yılında ‘Rock Around the Clock’ filmi Türkiye’de gösterildi. Müziği radyodan ve plaklardan duymuştuk ama görsel olarak ne ifade ediyor, bilmiyorduk. Filmi gördük, çarpıldık! O sıralarda Erkan Abi, çok sevdiği Platters’ın etkisiyle grubu genişletmenin yollarını arıyordu. Bana ısrar etmeye başladı: ‘Senin sınıfında yetenekli arkadaşlar yok mu? Şu grubu genişletelim, büyük bir vokal grubu oluşturalım ve çoksesli müzik yapalım…’ Aklıma Erkut (Taçkın) geldi. Hem eski arkadaşım, hem çok iyi bir kulağı var, hem de ritmik yeteneği fazla olduğu için güzel dans ediyor… İyi kulağı olduğunu çaldığı ıslıktan anlamıştım.”
Sonrası, bir büyük başarı hikâyesi… Deniz Harp Okulu Orkestrası, okul bünyesinde çalışmaya başlıyor, başka okullardan onları dinlemeye gelenler sayesinde adları kısa sürede İstanbul’daki diğer okullara ulaşıyor ve gelen çağrılara cevap vererek izinli oldukları günlerde, başka okullara çalmaya gidiyorlar. Söz, yine Durul Gence’de: “Her dönem farklı okullardan öğrenciler okulu ziyarete gelirdi. Bunlar arasında heyecanla beklediklerimiz, kız okullarından gelen ziyaretçilerdi. Geldikleri zaman okuldaki faaliyetleri gösterme babında her seferinde biz de konser verirdik. Elbette kızlar geldiğinde hünerimizin hepsini gösterirdik. Böyle böyle ünümüz okul dışına taştı, İstanbul’a ulaştı ve oradaki okullardan konser davetleri almaya başladık. Arnavutköy Kız Koleji, Üsküdar Amerikan Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi salonu olan okullar ısrarla bizi çağırmaya başladı.”
Bu durum onlar için güzel ama bir süre sonra bu faaliyet, okul yönetiminin dikkatini çekiyor. Askeri öğrencilerin bu tip organizasyonlarda yer alması pek hoş karşılanmıyor ve bu tarz davranışlar, okulun disiplinini bozan hareketler olarak değerlendiriliyor. Erkut Taçkın ve arkadaşları disipline gönderiliyor ve okul dışında konser vermeleri yasaklanıyor. Ancak kanları kaynayan gençler, buna da hızla çözüm buluyor ve isimlerini değiştirerek yola devam ediyorlar. İstanbul’da Somer Soyata ve Arkadaşları olarak tanınmalarının sebebi bu. Erkan Gürsal, ismi bulma hikâyelerini şöyle anlatıyor: “Deniz Harp Okulu Orkestrası adını kullanamayacağımız için, kendimize yeni bir isim aradık. Sadece orkestranın ismi değil, bizimkiler de değişmek durumundaydı. Düşündük, önce Somer ismi çıktı. Tamer dedik olmadı, az değiştirdik oldu. O zaman sevdiğim kızın –ki sonra eşim oldu– soyadı Atasoy’du. Onu tersine çevirdim, Soyata yaptım. Oldu mu adım Somer Soyata! Diğer arkadaşlara da takma isimler bulduk ve yolumuza devam ettik.”
1999 yılında Erkut Taçkın’la yaptığım bir söyleşide, rock’n’roll’u seçmesinin sebebini şöyle anlatmıştı: “İnsanlar dinleyecekleri müziği ya da tarzlarını kendi karakterlerine göre seçerler. Dikkat ederseniz, konuşurken bile hareketli olmak peşinde olan bir adamım. Dolayısıyla, rock’n’roll’u seçtim. Gruptaki diğer kardeşlerim yanımda ama kimi daha yumuşak müziklere kayıyor. Ben daima bir şeyleri patlatmak isteyen bir adamım. Hep derim, elimi kolumu bağlayın ben şarkı söyleyemem. Vallahi söyleyemem, iki kere iki dört kadar kesin bir şey bu! Tarzımı seçerken elbette modanın da katkısı oldu ama asıl neden, hareketliliğim. Sahnede kendimi yerden yere atardım, kaç kere bir taraflarımı kırdım. Mikrofonu yemek isterdim, o kadar duramazdım yerimde. Kimi şarkılarda klasik hareketlerim vardı; bir noktada kendimi arka üstü yere atardım. Ekip arkadaşlarım bilirdi, şarkı geldiğinde ikisi arkada beni tutmak için beklerdi. Düşsen belin kırılır çünkü! Show yapmayı, göze hitap etmeyi severdik; sahne hareketlerimiz bizim için müzik kadar önemliydi. Başta doğaçlama gelişirdi hareketler ama izleyiciler etkilenirse onları tekrarlardık.”
Ekibin yolu, mezuniyet sonrası ayrılıyor. Durul Gence, Yalçın Ateş ve Erkut Taçkın müziği seçiyor; diğerleri yollarına ordu içinde devam ediyor. Taçkın’ın bu dönemde bir AImanya macerası var. Köln’de Ford fabrikasında çalışırken müzikten kopmuyor ve orada, bir kısmı Alman müzisyenlerle Black Points topluluğunu kurarak Münih’e yerleşiyor. Sonrasında Durul Gence’nin katılımıyla topluluk güçleniyor ve ikili, Türkiye’ye dönerken, Almanya’da yaptıkları kayıtları yanlarında getiriyor. Odeon’un, 1966 yılında art arda yayımlanan üç 45’lik plakla dinleyiciye sunduğu ilk kayıtlar, bunlar: “Hang on Sloppy / Come on and Say”, “Cadillac / Ann Louise” ve “Time is on my Side / Blue Bayon”. Sonrasında, TRT radyolarında (artık Türkiye’ye geldikleri için) Siyah Noktalar adıyla yaptıkları programlar var. Bunlarda, rock’n’roll klasiklerini söylüyorlar ve art arda verdikleri konserlerle fırtına estirmeyi sürdürüyorlar. Durul Gence, sonrasında yoluna Durul Gence 5 ile devam etmeye karar verince, Erkut Taçkın, Okan Dinçer ve Kontrastlar’la buluşuyor. Taner Öngür, Zafer Dilek gibi isimlerin yan yana geldiği bu toplulukla, 1967 yılı sonlarında “Mühür Gözlüm / Özlem” 45’liğini kaydediyorlar. Dönem, Anadolu-pop dönemi; plak, döneme uygun. Erkut Taçkın, bu tanımı sevmese de türün şahikasına imza atıyor ve “Mühür Gözlüm”, gelmiş geçmiş en özel yorumlardan biri olarak tarihe geçiyor.
Merve Erol, “Mühür Gözlüm”ün yayımlanışından otuz yıl sonra Roll adına Erkut Taçkın’ı ziyaret etmiş, ona bu plağı sormuştu. Cevabı, Roll’un Şubat 1997 tarihli 4. sayısından aktarayım: “Durul’la yollarımız bir süre ayrılmıştı. Okan Dinçer bir orkestra yapalım demişti. Zafer Dilek, Yalçın Ateş gibi isimler vardı o orkestrada. Ben grup değiştirmeyi sevmeyen bir insanım, bir ‘ensemble’ gerektiğini düşünüyorum. Onlarla çalışmaya başladım. Sahibinin Sesi firmasından teklif gelmişti plak için, biz de girdik, o 45’liği yaptık. ‘Mühür Gözlüm’ü uzun süredir söylüyorduk, onu beğenmişler. (…) Benim zamanımda ‘ulusal pop müziği’ gibi laflar edilirdi, inşallah şimdi edilmiyordur. Pop, popülariteden gelir, ulusallığı nerede bunun? Anadolu rock diye bir şeyi kabul etmiyorum ben, rock rock’tur. Milli değildir pop ya da rock, evrenseldir. Yaptığın Türkçe sözlüdür, o ayrı.”
Plağın arka yüzünde yer alan “Özlem”, Türkçe sözlerini Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yazdığı bir “aranjman” -ki Erkut Taçkın, sekiz yıl sonra, bu kez “aranjman”lardan müteşekkil bir albümle yeniden gündeme geliyor. 1975, onun zafer yılı. “Beyaz Ev”, “Baba”, “Sevmek İstiyorum” gibi “bilinen” şarkılarının olduğu tek albümü bu yıl yayımlanıyor. Kadro muazzam: Onno Tunç, Neşet Ruacan, Cezmi Başeğmez, Uğur Başar, Elvan Aracı, Asım Ekren, Garo Mafyan, Süheyl Denizci, bu albümde Erkut Taçkın’a eşlik eden isimlerden birkaçı. Ekseriyetle yabancı şarkılara yazılmış sözlerin altında Çiğdem Talu ve Mehmet Teoman imzası var. Sözünü ve müziğini yaptığı üç şarkı (“Çaren Yok”, “Gitmek Düştü Bana” ve “Erkek Olana”) ile Sevgi Sanlı imzalı “Beyaz Ev”, cabası. Yakın dönemde plak olarak yeniden basılan bu albümdeki şarkılar ve 45’liklerde kalanların bir kısmı, 2009 yılında Ossi Müzik tarafından “En İyileriyle” başlıklı bir CD’de toplanmış, içine bol “bonus” yerleştirilmişti.
Özeti şu: Erkut Taçkın, İngilizce başlayan ve öyle biten rock’n’roll macerasında, “Mühür Gözlüm” ve kimi radyo programlarında seslendirdiği türküler vasıtasıyla memlekete uğradı; arada birkaç beste yaptı ama Türkçe şarkılarda “aranjman”ları seçti. Cem Karaca’yla birlikte, rock tarihimizin en önemli erkek vokali. Memleket müzik tarihi düşünüldüğünde, yorumunun ve sesinin yanına en fazla iki isim daha koyabiliyorum: Ruhi Su ve Müslüm Gürses. Dokunduğu, yorumladığı her şeye özgün imza atan, onları kendine ait kılabilen az sayıda isimden biri. Büyük tutkusu rock’n’roll, onu bugüne hasarsız taşıyan, her dem genç kılan hayat iksiri. Tanıyanlar biliyor ama tanımayanlar biraz yaptıklarına kulak verirse, memleket rock’n’roll tarihini bizzat etüt etme olanağına kavuşacaklar.
Erkut Taçkın, 2003 yılında, TRT adına Ahmet S. Sabuncu’nun yönettiği, Alper Fidaner’le birlikte hazırladığımız Kırkbeşlik adlı programımızın 15. bölümüne konuk olmuş, bize şahane hikâyeler anlatmıştı. Programın sonunda ona bir dönem ortalığı karıştıran “Beyaz Ev”i sorduğumuzda, cevabı şu olmuştu: “Bu parça beni çok etkilemişti. ‘La Casa d’Irene” diye bir parça... Türkiye’nin büyük dramaturglarından Sevgi Sanlı’ya gidip, ‘buna söz yazar mısın’ diye rica ettiğim zaman, o da herhalde müziğin içine girdi, bunu yazdı. Benim hiçbir dahlim yoktur, ne konusu ne de sözleri bakımından... Ben sadece söyledim. Sevgi Sanlı’nın çok önemli rolü vardır ve bence parçanın yıldızı odur. Hakkını yememek lazım.” Her şey bir yana, böylesi mütevazı bir insanı kaybettik. Kimileri, onu anarken “Türkiye’nin Elvis Presley’i” yakıştırmasını yapmış ama o, aslında, çok daha fazlasıydı. Son plağı, 1978 yılında yayımlanan bir “pop” 45’lik: “Sevgi Çağı Çocuğu / Sorsam ki”. Sonrasında Kalkan’a yerleşiyor, müzikten kopmuyor ama başta söylediğim kimi özel buluşmalar dışında ‘90’lı yılların sonuna kadar sahneye çıkmıyor. Sonrasında sahnelere hızlı dönüşü, bizim şansımız.
Yazının sonuna doğru, yine Roll söyleşisine bağlanayım. Erkut Taçkın, memlekete rock’n’roll’u getiren ekipten ama müzikle tanışması çok daha eskiye dayanıyor: “Ben çocukluğumdan beri ‘iyi’ denebilecek kadar şarkı söyleyebilen bir adamdım. İlk mektepteki müsamereler, evde oturduğumuzda ailelerin meşk etmesi filan... Annem ut çalardı mesela, bizim aile bir şarkıyı başından sonuna kadar detone olmadan söyleyebilen insanlardan müteşekkildi. Dansa heves ettiğim sıralar, 11-12 yaşlarındayken, Türkçe sözlü müzik dinlemek kolay değildi, yoktu hatta. Nat ‘King’ Cole, Peggy Lee filan revaçtaydı. Onların şarkılarını benimseyip arkadaşlar arasında, evde söylemeye başladım.”
Onu etkileyen isimler sorulduğunda bir çırpıda saydıkları şunlar: Bill Haley, Elvis Presley, Mudy Waters, John Lee Hookers, Chuck Berry ve Little Richard. 2020, 9 Mayıs’ta Little Richard’ı aldı; bizi terk edenler kervanına, 14 Aralık’ta Erkut Taçkın katıldı. Onu, kendi yazdığı sözlerle uğurlayayım: “Yıldızları bile göremez oldun / Söylenen sözleri sökemez oldun / Kırışmış çehreler diyor ki haydi / Gitmek düşer sana bu ilden gayri // Güneş bile artık artık parlamaz olsun / Çullar üstü başı saramaz olsun / Dökülen gözyaşları diyor ki haydi / Gitmek düştü bana bu ilden gayri…”
Hoşça kal, Erkut Abi. Bize kattığın her şey için müteşekkiriz.