Ermenistan krizinin düşündürdükleri
Ermenistan krizinde, biri kötü, biri iyi olmak üzere, iki senaryo var. Taraflar birbirleriyle yarışarak Türk ve Azeri karşıtlığı üzerinden şovenizmi köpürtürlerse Ermenistan kaybeder. Hele muhalefet iktidarı ele geçirir ve Dağlık Karabağ’da yeni bir askeri maceraya atılırsa, bölge daha derin bir kriz içine girer. Rusya’nın ve Batı’nın buna izin vermeyeceğini umalım.
Hakan Okçal*
Bu satırları yazarken Erivan’daki siyasi kriz katlanarak devam ediyordu. Genelkurmay Başkanı Onik Gasparyan ve üst düzeyli askerler Başbakan Nikol Paşinyan’ın istifasında ısrar ediyorlar. Demokrasilerde bu kabul edilebilecek bir durum değil. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da buna dikkat çekti. Çavuşoğlu’na göre seçimle gelmiş bir iktidarı askerler değil, sadece halk istifaya davet edebilir. Çavuşoğlu’nun bu sözlerini dikkatle not ediyoruz.
Ermenistan’da eski Savunma Bakanı Vazgen Manukyan önderliğinde birleşen muhalefet partileri askerlere destek verirken, polis teşkilatını arkasına alarak sokağa inen Paşinyan Genelkurmay Başkanı’nı görevden aldığını ilan etti. Ancak, başta sessiz kalarak tutumunu açıklamayan Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan, anayasal hakkı olan üç günlük değerlendirme süresinin sonunda kararnameyi imzalamayarak Genelkurmay Başkanının görevden alınmasına izin vermedi. Cumhurbaşkanının bu tavrı Paşinyan’ı zayıflattı. Kriz biraz daha derinleşti. Erivan’daki bilek güreşi devam ediyor.
Ermenistan’ın Karabağ’da aldığı ağır yenilgiden sonra, Paşinyan iktidarının böylesi bir krizle karşılaşması sürpriz olmadı. Azerbaycan karşısında uğranan ağır hezimetin sorumluluğunu kişisel olarak üstlenen Paşinyan erken seçime gitmeyerek aslında krizi kendisi tetiklemiş oldu. Oysa doğru tutum halkın hakemliğine başvurarak, yetki tazelemekti. 2018’de oyların yüzde yetmişini alarak iktidara gelen popülist Paşinyan’ın arkasındaki kamuoyu desteği giderek azalıyor. Paşinyan bu yüzden sorumluluğu orduya, Rusya’ya atarak veya düzmece suikast iddialarının arkasına sığınarak, zamana oynuyordu.
Bu tür askeri hezimetlerde siyasi önderlik mutlaka hesap verir, bedel öder. Bundan kaçış yok. Kurtuluş Savaşı’nda Yunanistan’ın hezimete uğramasından sonra Kral Konstantin tahtını kaybetti. Kıbrıs’taki kanlı Samson darbesinden sonra Türkiye’nin müdahalesi ise, Yunanistan’daki faşist Albaylar Cuntasının dağılmasına ve sorumluların tutuklanarak yargılanmalarına yol açtı. Paşinyan’ın orduyu suçlaması veya Rusya’dan alınan İskender füzelerinin işe yaramadığını iddia etmesi, hesap vermekten kurtulmasını sağlayamaz. Bu krizden çıkış, kan dökülmeden bir an önce seçime gitmektir. Ancak dünyanın hiçbir yerinde popülist liderler gerçeklerle yüzleşmezler. Paşinyan bu konuda tek örnek değil.
Savaşı siyasi ikbali için provoke eden Paşinyan orduya tavır alırken veya füzeler üzerinden Rusya’yı dolaylı olarak sorumlu tutarken aslında haksız sayılmazdı. Askerlerin belkemiğini oluşturduğu Ermenistan’daki yozlaşmış oligarşik yapı Rusya’yla içli dışlıdır. Ordunun Paşinyan’la uzlaşamadığı baştan beri biliniyordu. Rusya Paşinyan’ın Batıya göz kırpmasından, ülkeyi Fransa ve ABD’ye yakınlaştırmaya çalışmasından memnun değildi. Kafkasya’da Rusya nazım güç. Kafkasya Rusya’nın “yakın çevre politikası” kapsamında siyasi nüfuz alanında bulunuyor. Rusya’ya rağmen burada statükoyu değiştirmeye çalışmak çok riskli. Rusya’nın nüfuz alanından çıkmak isteyen ülkelerin başına ne geldiğini Gürcistan ve Ukrayna’da gördük. Rusya savaşta Azerbaycan’ın ilerlemesine izin vererek Paşinyan’a ağır bir ders vermiş oldu. Ancak Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’ın merkezi Hankenti’ne (Stepanakert) girerek bölgenin tamamına hâkim olmasını da engelledi. Sınırları Rusya çizdi.
Savaştan en kazançlı çıkan kuşkusuz Azerbaycan ve bu ülkeyi neredeyse otuz yıldır katı bir otokrasiyle yöneten İlham Aliyev. Azerbaycan’ın galibiyetten sonra başarıyı olgunlukla hazmederek Ermenistan’la ilişkilerini kısa sürede normalleştirmeye çalışması çok önemli. Mağlup düşmana yumruk sallayıp alay etmek hiç hoş değil. Aliyev örnek arıyorsa hiç uzağa bakmasına gerek yok. Mustafa Kemal’in Yunanistan’a karşı asil tavrından gereken dersleri çıkarabilir.
Savaştan kazançlı çıkan ikinci ülke Rusya. Rusya, dikte ettiği 10 Kasım ateşkes koşullarıyla Kafkasya’ya derinlemesine nüfuz etme fırsatı elde etti. Ermenistan’da askeri üssü bulunan Rusya bu kez, Laçin koridoru, güneyden Nahçıvan’ı Azerbaycan’a bağlayacak ulaşım koridoru ve Dağlık Karabağ’da üstlendiği devriye sorumluluğuyla, bölgedeki askeri varlığını artırdı. Girdiği yerden Türkiye gibi askerini çekme geleneği olmayan Rusya’nın askeri varlığı bölgede kalıcı olacak.
Savaştan kazançlı çıkan üçüncü ülke Türkiye. Azerbaycan’ın savaştaki başarısının ardında Türkiye’nin önemli katkıları var. Türkiye otuz yıldır sabırla Azerbaycan silahlı kuvvetlerini bugün için hazırlıyordu, semeresini aldı. Türk SİHA’ları, kırılmaz sanılan Ermeni askeri tahkimatının ucuz ama akıllıca kullanılan teknoloji karşısında kısa sürede yok olup gittiğini gösterdi. Türkiye’nin başta Azerbaycan üzerinde olmak üzere bölgedeki nüfuzu ve prestiji arttı. Türk komandolarının 10 Aralık’ta Bakü sokaklarında gerçekleştirdikleri askerî geçit töreni sembolizm doluydu. Azerbaycan’ın savaşta verdiği şehit sayısı kadar Türk komandosunun yürüyüşe katılması anlamlıydı. Türk Ordusu’nun yürüyüşü ayrıca 102 yıl önce Nuri Paşa’nın önderliğinde Osmanlı ordusunun Bakü’ye girişini de anımsatıyordu. Ancak sözkonusu sembolizmin Rusya’nın belirlediği sınırların ötesine taşma ihtimali yok. Burada altın kural Rusya ile işbirliğini sürdürmek. Ağdam’da Ocak ayı sonunda açılan Rusya-Türkiye ortak gözlemevi bu işbirliği için güzel bir örnek oluşturuyor.
Savaş’ta Ermenistan dışında kaybeden taraf ise İran. İran’ın Ermenistan’ın yenilmesinden, Türkiye’nin bölgede güç ve nüfuz kazanmasından ve Nahçıvan üzerinden Azerbaycan’a kara ulaşımı elde edecek olmasından memnun olmayacağı çok açık. Ayrıca hem Azerbaycan’ın hem Türkiye’nin, Batı İran’da yaşayan Acem toplumu üzerindeki etkilerinin artacağı da kuşkusuz. Azerbaycan tarafından “Güney Azerbaycan” olarak adlandırılan bu bölge halkının Şii inancıyla İran’a bağlı olsa da, gözlerinin Türkiye ve Azerbaycan’da olduğunu ve iki ülkedeki gelişmeleri yakından takip ettiğini biliyoruz.
Ermenistan krizinde iktidar ve muhalefet kolay popülizm yaparak birbirlerini “Türk’ün ekmeğine yağ sürmekle” suçluyor. Ermenilerin, toplumsal psikolojilerinde derin yaralar açan 1915’in travmasını üzerlerinden atmasını beklemek hatalı bir yaklaşım olur. Ermenilerin Türk algısı maalesef bu ülkeye münhasır değil. Yunanlıların ve Kıbrıslı Rumların Türk algısı da benzerlikler taşıyor. Geçmiş travmalar üzerinden ulusal kimlik inşa etmek, ulusal birliği bu tür travmalar etrafında örgütlemek olumlu sonuçlar vermez. Bu tür meselelerde sihirli bir çözüm yolu yok maalesef. Çözüm için akla en yakın yol, toplumsal temasların ve diyalogun önündeki engelleri kaldırarak, önyargıların yok edilmesine olanak sağlamaktır. Yunanistan ve pek çok Ortodoks Balkan toplumu içinde Türkiye’ye yönelik önyargılar hâlâ kırılamamışken Ermenilerden bunu beklemek gerçekçi olmaz. Bu konuda sabır, hoşgörü ve anlayış sahibi olan taraf Türk tarafı olmalıdır. Ama şoven milliyetçilikte kimsenin diğerinden geri kaldığı yok. Bunu hepimiz biliyoruz. Türkiye bir gün gerçek demokrasiyi inşa edebilirse, gelişmiş ve müreffeh bir ülke olarak bölgesinde cazibe kaynağı haline gelebilirse, sert gücüyle değil, yumuşak gücüyle itibarını artırabilirse, geçmişin önyargılarını aşmak daha kolay olacak. Bu konudaki yol haritasında ilk etap Kürt meselesi. Türkiye’nin olası bir iktidar değişikliğinden sonra Kürt meselesine nasıl yaklaşacağı geleceğimize ışık tutacak.
Ermenistan krizinde, biri kötü, biri iyi olmak üzere, iki senaryo var. Taraflar birbirleriyle yarışarak Türk ve Azeri karşıtlığı üzerinden şovenizmi köpürtürlerse Ermenistan kaybeder. Hele muhalefet iktidarı ele geçirir ve Dağlık Karabağ’da yeni bir askeri maceraya atılırsa, bölge daha derin bir kriz içine girer. Rusya’nın ve Batı’nın buna izin vermeyeceğini umalım.
İyi senaryoda ise, ülkede kan dökülmeden erken seçim yapılır ve Dağlık Karabağ’daki ateşkes hükümlerine saygı duyan, komşularıyla iyi ilişkiler kurmak isteyen (zorunda kalan) bir iktidar başa geçerse, bundan başta Ermenistan olmak üzere, Azerbaycan ve Türkiye dahil tüm bölge ülkeleri kazançlı çıkar.
Böylesi bir senaryoda Azerbaycan Ermenistan’a dostluk elini uzatmalı ve normalleşmenin ilk adımı olarak diplomatik ilişki kurmalıdır. Türkiye de ilk elde, Kelbecer’in işgalinden sonra kapattığı sınır kapılarını, demiryolu ve hava bağlantılarını açmalı, Gürcistan üzerinden süren ikili ticaretin normal mecralardan gerçekleştirilmesine izin vermelidir. Azerbaycan'ın işgal altındaki yedi rayonunun kurtarılmasından sonra esasen sınır kapılarının kapalı tutulmasının gerekçesi ortadan kalkmıştır.
Türkiye ayrıca Azerbaycan’la beraber Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmalı ve vakit geçirmeden Erivan’da Büyükelçilik açmalıdır. İşgal altındaki Azerbaycan topraklarının kurtarılması 2008 Zürih Protokollerinin de nesnel gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Türkiye diplomatik ilişki kurmak için maksimalist hedeflerle hareket etmemelidir. Ermenistan’ın soykırım iddialarından vaz geçmesini beklemek komşu ülkeyi anlamamakla eşdeğer bir tutum olur. Soykırım meselesi iki devlet arasında değil, iki (sivil) toplum arasında çözüm bulacak bir meseledir. Bu mesele tarihçilere değil, sivil toplumlara bırakılmalıdır. İki tarafın seçip tayin edeceği tarihçilerin müzakerelerinden bir sonuç çıkmayacağı ortadadır. Resmi temsilciler yerine, bırakalım bu konuyu aydınlar, gençler, akademisyenler, basın mensupları, meslek odaları, kadınlar, sivil toplum kuruluşları özgür iradeleriyle tartışsınlar. Onlar doğru yolu bulurlar.
Diğer taraftan, Ermenistan Anayasası’nda atıfta bulunulan Bağımsızlık Bildirisi’nde Türkiye topraklarının bir kısmından “Batı Ermenistan” olarak söz edilmesi veya Ermenistan’ın ulusal devlet armasında Ağrı Dağı’nın yer alması diplomatik ilişki kurulmasına engel görülüyorsa, Ermenistan’la iyi komşuluk, işbirliği ve karşılıklı toprak bütünlüğüne saygı anlaşması imzalanması yoluna gidilebilir. Esasen Ermenistan Avrupa Konseyi kurucu anlaşmalarına ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü şartına imza attığına göre, komşularıyla işbirliği ve hoşgörü temelinde ilişki kurmayı ve mevcut sınırları kabul etmiş, başka ülkelerin topraklarında hak iddia etmediğini resmen beyan etmiş demektir. Meseleye bir de bu yönden bakalım.
Türkiye bu konuda cesur davranmalıdır. Talih hep cesurların yanında olmuştur.
*Emekli Büyükelçi