YAZARLAR

Ertuğrul Kürkçü: Her iki Deniz’in kalbi aynı şey için atıyordu

Deniz Gezmiş’in ve ismini ondan devralan Deniz Poyraz’ın ortak arkadaşı Ertuğrul Kürkçü: "Her iki Deniz’in kalbi aynı şey için atıyordu. Deniz Poyraz HDP’yi canlı tutan insanlardandı..."

İktidarın her açıdan sıkıştığı ve mafyayla, uluslararası suçlarla anıldığı bir dönemde, ülkücü katil Onur Gencer eliyle 17 Haziran günü, polis tarafından sürekli gözetim altında tutulan HDP’nin İzmir il binasında, Deniz Poyraz isimli genç kadın infaz edildi. 

Erdoğan on gün önce “7 Haziran’ı hiçbir zaman unutmayın” demişti. İzmir saldırısı da ister istemez 7 Haziran 2015 sonrasında yaşanan şiddet dalgasını akla getirmeye başladı. Peki bu saldırı yeni bir stratejinin işaret fişeği miydi? 

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını önlemek için Mahir Çayan dâhil on yoldaşının katledilmesiyle sonlanan bir eylemin aktörlerinden, Türkiye devrimci hareketinin yaşayan en önemli isimlerinden Ertuğrul Kürkçü, İzmir’de katledilen Deniz Poyraz’ı da tanıyordu. Deniz Gezmiş ve Deniz Poyraz’ın kalplerinin aynı şey için attığını söyleyen HDP Onursal Başkanı Kürkçü’ye kulak verelim... 

Deniz Poyraz’ı tanıyor muydunuz?

Evet, Deniz’i tanıyordum. Öncelikle Deniz’in ailesi ve yakınlarına, HDP’ye, İzmir ve Türkiye’nin demokrasi güçlerine, Kürt halkına başsağlığı dileğimi iletmek isterim. Deniz’in, bu incecik ve sevgi dolu kadının böylesine hunharca katledilmiş olması duyduğumuz acıyı sonsuzca katlıyor. Deniz, İzmir milletvekilliği sırasında tanıma fırsatı bulduğum, aslında HDP’nin özü diyebileceğimiz bir insani kapasitenin kendisinde yoğunlaştığı harika insanlardan biriydi. HDP Denizler’in ellerinde yükseldi, iyi zamanda da kötü zamanda da onu, onları olmaları gereken yerde, partinin bütün işlerinde görürdünüz. HDP’yi canlı tutan, içine hayatı üfleyen insanlardandı. HDP’yle yaşadı ve son nefesini HDP’de verdi. Umarım, yaşadığımız sürece onların emeklerine layık olabiliriz.

Poyraz’ın öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı sizce yeni bir sürecin habercisi mi?

Deniz’i aramızdan alan bu saldırı iktidarın ilişki ağı içinde cereyan ediyor. Saldırganın hiç kimseden saklamadığı ve sosyal medya hesaplarında büyük bir açıklıkla teşhir ettiği eğilimleri, söylemi, ilişkili olduğu kişiler bunu gösteriyor. Ayrıca katilin devletin hiyerarşik ağının dışından, ama bugünkü rejimin özel güvenlik ağları içinde oluşmuş bir askeri yapıdan geldiği anlaşılıyor.

'FAİLİN KİMLİĞİ BU KADAR AÇIK OLMASAYDI BAHÇELİ DE SESSİZ KALACAKTI'

Ne demek bu?

Bu kişi birinci elden AKP’nin hiyerarşik yapısı içinde olmayabilir ama bürokratik hiyerarşi dışında, gayrinizami mekanizmaları sevk ve idare edenlerin kontrol alanında gibi görünüyor. Bir sağlık çalışanının yolu Minbiç’teki kelle kesiciler ordusuyla, işgal güçleriyle arada iktidar dolayımı olmadan başka türlü nasıl kesişir? Zaten ilk reaksiyonlardan da bunu hemen ölçmek mümkün. Soylu ve Erdoğan ilk gün konuşmadı, Bahçeli ise kınama gereği bile duymadan, gördüğümüz şeyin aslında gördüğümüz şey olmadığını ileri sürmek üzere söz aldı. Bahçeli’nin son derece acemice, telaşla yaptığı açıklama, esasen az önce ifade ettiğim yargıyı da doğrular nitelikteydi. Kendi doktrinini takip eden, savunan, onun sembollerini kullanan kişinin kendilerinden olmadığını savunmaya çalışmak hakikati daha da belirgin kıldı.

Sizce Bahçeli, katilin kendilerinden olmadığını söylerken aslında diğer ortağına topu atmış olmadı mı?

Bence esas reaksiyon, apaçık biçimde ülkücü olduğunu ilan etmiş saldırganın kendilerinden olmadığını gösterme çabası üzerine kuruluydu. Fakat ileride koalisyon içinde anlaşmazlıklar söz konusu olduğunda Bahçeli, bu saldırıyı önleme vazifesinin hükümet ve İçişleri Bakanı’nda olduğunu söyleyecektir. Bu saldırganın profili çok açık: Irkçı, MHP aşığı biri. Failin kimliği bu kadar açık olmasaydı, Bahçeli de diğer ortakları gibi sessiz kalacaktı.

'BU SESSİZLİK SÜKÛT İKRARDAN GELİR SÖZÜNE PEKÂLÂ UYUYORDU'

TBMM’nin üçüncü büyük partisinin İzmir binası basılıyor, gencecik bir kadın çalışan, devletle haşır neşir olduğunu sosyal medya paylaşımlarından ilan etmiş bir kişi tarafından katlediliyor ama ülkenin İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı bırakın kınamayı, -saldırıdan iki gün sonraya kadar- bu olayla ilgili hiç konuşmuyor. Bu ne anlama geliyor?

Jestler ve roller açısından, ağızlarının kenarıyla da olsa böylesi bir açıklama yapmaları beklenebilirdi. Fakat Deniz Poyraz arkadaşımızın katli kamuoyunda güçlü bir tepki yarattı. HDP’nin mağduriyetini, maruz kaldığı zulüm ve şiddeti bir kez daha çırılçıplak ortaya koydu. Erdoğan bu hakikatin altını çizmemek için sustu... Çünkü bu konuda konuşmak öncelikle cinayeti kınamayı gerektiriyordu. Katledilenlerin çoğunun kendi üyesi olduğu 6-8 Ekim olayları üzerinden yargılanan, hakkında kapatma davası açılan, her gün hedef gösterilen HDP gerçeği ortadayken, HDP’ye yapılan bu saldırıyı kınamak hakikatin kendi kurguladıkları gibi olmadığını göstereceği için de susuyorlar. Bu sessizlik “sükût ikrardan gelir” deyişine pekala uyuyordu. Susmanın konuşmaktan çok zarar verdiği bugün görülünce Erdoğan bugün konuştu. Ama ne söyledi? Bir genç kadın öldürülmüş; bir hayat son bulmuş. Adını anmadı. Bir cinayet işlenmiş; cinayeti telin etmedi. Öldürülene “rahmet”? Yok! Aileye taziye? Yok! HDP’ye taziye? Yok. “Ben lanetliyorum” yok. “İzmir’deki provokatif saldırıyı kınıyoruz.” Yani, AKP’ye provokasyon yapılmış. HDP’ye katliam değil. Saldırıdan kendisi için mağduriyet üretmeye kalkıştı ve bir vaatte bulundu: “Benzerlerini de kınayacağız.” Bu saldırılar devam edecek ve rutin olarak kınamaya devam edecek… Erdoğan’ın vaadi bundan ibaret. Bu “hasar kontrolü”nden ibaret bir öznesiz ve nesnesiz protokol konuşması. Tayyip Erdoğan HDP’ye yönelik katliam girişimini kınamadı. Öldürülen arkadaşımızın ailesine ve partiye başsağlığı dilemedi. Sonuçta olası katliam girişimlerine cesaret verdi ve onun için de şimdiden bir “kınama avansı” sundu. Bu susmaktan daha ağır bir rezalet.

'BİZE HER ŞEY 7 HAZİRAN SONRASINI HATIRLATIYOR'

Sizce 17 Haziran’da İzmir’de yapılan saldırı, 7 Haziran 2015 sonrası tedavüle sokulana benzer bir senaryonun parçası mı?

Evet, böyle olduğunu düşünüyorum. 7 Haziran sonrası uygulamaya sokulan senaryoda gördüğümüz ve hatırladığımız ilk şey şiddet. O dönemde de AKP-MHP eliyle yürütülen propagandanın kaçınılmaz sonucu olarak 3 ay içinde 400’ü aşkın HDP bürosu ya da yönetim merkezi saldırıya uğradı. İntihar bombacılarının taşeron olarak kullanıldığı, Emniyet tarafından önleri açılarak HDP ve müttefiklerine, HDP çevresinde kümelenen devrimci güçlere yönelik katliamları unutmadık. 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce HDP’nin Diyarbakır mitingine saldırıldı, katliam yapıldı. Ardından Temmuz’da Suruç’ta, Ekim’de Ankara’da kitlesel katliamlar gerçekleştirildi. Bu ve benzer saldırılarda iki yüze yakın insan öldürüldü. HDP’ye yönelik yakma, yıkma, tedhiş faaliyeti devam etti. Medya kontrolü apansız güçlendi: HDP’nin yaygın medyada kötülenmesi, şeytanlaştırılması için baskılar başladı. Dokunulmazlıkların kaldırılması kampanyası başlatıldı. TBMM İç Tüzüğü, HDP’nin ifade özgürlüğünü kısıtlamak kastıyla değiştirildi. Ve nihayet HDP’ye yönelik kovuşturmalar ve daha önemlisi “çöktürme harekâtı” stratejisi, ilgili devlet kurumlarınca yürürlüğe sokuldu. Dolayısıyla bir andan değil, bir sürecin bütününden söz ediyoruz.

Peki şimdiki stratejinin muhtemel ayakları neler?

Şu anki senaryoya da sadece çıplak, dolaysız şiddet üzerinden bakmamalıyız. Anayasa Mahkemesi’ne sunulan kapatma davası iddianamesi, çok sayıda arkadaşımızın tutuklu yargılandığı 6-8 Ekim Kobani davası, 17 Haziran saldırısı ve muhtemel başka saldırılar, hemen her gün HDP etrafında yürütülen kuşatmalar, yöneticilerimizin uğradığı saldırılar, karalama ve yaftalama kampanyaları ile AKP-MHP’nin tutum ve icraatına baktığımızda gördüğümüz her şey, şu an işleyen süreçle 7 Haziran sonrası süreç arasındaki kopmaz bağları gösteriyor. O yüzden bize her şey 7 Haziran sonrasını hatırlatıyor. AKP-MHP’nin halk desteği hızla aşağı inerken, HDP’ye yönelik destek küçük adımlarla da olsa yukarı çıkıyor. Aynı şey diğer muhalefet için de geçerli. Cumhurbaşkanlığı adaylığında Erdoğan bütün kıyaslamalarda kaybeden kişi olarak görünüyor.

'İKTİDAR UNSURLARI FAİLLE RUH VE ZİHNİYET ORTAKLIĞININ ORTAYA ÇIKMASINA ALDIRMIYOR'

HDP’ye yönelik baskı ve saldırılar bu gidişatı tersine çevirebilir mi?

Bir yıl içinde ister istemez yapılacak bir seçimde HDP en kritik unsur olarak öne çıkıyor. O yüzden HDP’siz veya HDP’nin şeytanlaştırılacağı bir seçim düzeni ve atmosferi oluşturma stratejisinin takip edildiği gün gibi aşikâr. İzmir saldırısı da bu stratejinin içine çok açık biçimde oturuyor. 

Polisin katile yönelik davranışına, “adın ne abicim” gibi hitaplara, saldırı karşıtı protestolara yönelik sert müdahaleye bakıldığında, sizce tüm bunlar kasten, insanların failin arkasındaki gücü bilmesi istenerek mi yapılıyor?

İktidar ve görevlileriyle saldırgan ruhen, siyaseten ve hedefleri itibariyle ortak. MHP Genel Başkan yardımcısı Semih Yalçın ne demişti: "HDP/PKK kamilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür." O yüzden bu kadar ince düşünülmüş bir sahnelemeden, bir prodüksiyondan çok, iktidar unsurları faille ruh hali ve zihniyet ortaklığının ortaya çıkmasına aldırmıyor. Bizler internetten henüz “binadan silah sesi duyuldu” haberlerini alırken iktidar medyası “HDP il binasında çatışma” başlıkları attı. Sadece siyasi iktidarı değil, yaygın medyanın, ana akımın da tamamını kuşatan bir yöneliş, bir kurgudan hareketle söylem üretme çabası ortaya çıkıyor. İktidar medyasının köşe yazarlarına bakın, saldırıya yönelik en ufak bir ahlaki ve siyasi kınama yok ama “bu iş bizim başımıza nereden geldi” havasındalar. Çünkü hedefine ulaşamamış, ellerinde patlamış suikast, bir anda kendilerini “suçlu”, HDP’yi mağdur konumuna yerleştirdi.

'ZULMÜ SAKLAMAYA DEĞİL, HERKESE GÖSTERMEYE ÇALIŞIYORLAR'

İktidar neden “faille ruh ortaklığının anlaşılmasını” önemsemiyor?

“Bunu da hallederiz”, “ne yapar eder bunu da kendi hanemize yazarız” diye düşünüyorlar. Onlar esasen yarattıkları dehşet havasının iyice içe işlemesini de istiyorlar. Buna göre “HDP ateş altında ve her ne pahasına olursa olsun bu süreç devam edecek, ona göre herkes ayağını denk alsın” mesajını herkes öyle veya böyle duysun istiyorlar. Bu açıdan örneğin önceki gün İstanbul’un orta yerinde olan olayı düşünelim: İki genç İstiklal Caddesi’nde kendi aralarında konuşarak yürüyor. İzmir’deki Deniz Poyraz cinayetini değerlendiriyorlar. Birden dört sivil polis tarafından çevriliyorlar. Dövüle dövüle karakola götürülüyorlar. Orada ‘Siz sokak ortasında terör örgütü elemanlarından nasıl söz edersiniz. Ha HDP ha terör, aynı şeydir’ diye işkence görüyorlar. Kolları kırılıp sokağa atılıyorlar. Rejim resmi görevlileri eliyle “dehşet iklimi” yaymayı hedefleyen bir topyekün psikolojik harekat uyguluyor. Zulmü saklamaya değil herkese göstermeye çalışıyorlar.

 

Kendisi de bir zamanlar “korku iklimi” yaratmak için iktidar tarafından kullanıldığını itiraf eden Sedat Peker, takriben bir ay önce Kürt meselesinin belli çevrelerin ekonomik ve siyasi çıkarları için nasıl kullanıldığını anlattığı gibi, o günlerde hiç gündemde olmadığı halde “sokağa çıkmayın” uyarıları yaptı. Anlaşılan birileri yakın geleceğe dair çeşitli bilgilere sahip…

Evet, bunların rejimin A, B, C planları hakkında genel bilgileri var.

Peki gelmekte olanı engellemenin bir yolu yok mu?

Aslında beş senedir ‘gelmekte olanı’ konuşuyoruz ama iktidarın gelmesini istediği şey hâlâ tam olarak gelemedi, toplum getirtmedi.

'TEDHİŞ DALGASININ NEDENİ, HALKIN CESARETİNİN ARTMASIDIR'

Neydi gelmesi istenen?

Tam boy bir faşist diktatörlük. Ama bunu yapamadılar, henüz başaramadılar. Çünkü süregiden bir mücadele var ve ben bu mücadeleye çok güveniyorum. Toplumla ilgili uluorta konuşmaları hiç kaale almıyorum. Toplumun ‘zillete boyun eğişi’, ‘milletin ikiyüzlülüğü’ vb hakkındaki mesnetsiz yargılarla, boş edebiyatla somut, gerçek ve elle tutulur neticeler arasında kocaman bir uçurum var. Ne zaman fikri sorulsa, halk bu iktidara ve rejimine “hayır” dedi, yol vermedi. İktidarın gerek seçim mühendisliği, gerek sandık hileleriyle, gerçekte kaybettiği 2017 Anayasa referandumunu kazanmış gibi göstermesinin sorumlusu halk değildi. Bunu teşhir etmek muhalefetin örgütlerinin göreviydi. Fakat muhalefet hem 2017 referandumunda hem de 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde hilelerin, zorbalığın, seçmen kütüklerinden başlayan düzenbazlığın üzerine gitmeyerek halkın direnişini o momentlerde sonuçsuz bıraktı. Ama halk direnmeye devam ediyor. Halk korkutulabilmiş midir? Hayır. Tam tersine, halkın cesareti artmıştır. Zaten yeni tedhiş dalgasının nedeni de budur.

Sizce muhalefetin burada yapabileceği şey nedir?

Muhalefete düşen, halkın cesaretini teşvik etmektir. İktidarın bütün çabası halkı yılgınlığa ve apolitisizme sevk etmeye yönelik. Oysa pratiğe baktığımızda hem siyasi hem ekonomik hem de sosyal sebeplerden halkın itirazı yükseltmeye devam ediyor. Bunu ayakta tutmak iktidarın çatışma, kaos planını etkisiz hale getirmenin olmazsa olmazı. İkincisi de, demokrasi ittifakında ısrar etmek.

'BU KATLİAM GİRİŞİMİYLE İLGİLİ AKP’NİN HİTAP ALANINDAKİ TEREDDÜDÜN DEVAMINI SAĞLAMAK ŞART'

HDP dışındaki muhalefetin Deniz Poyraz cinayetine yönelik tepkileri bu konuda size ne anlatıyor?

Tepkiler cılız da olsa muhalefet kendisini bu katliam girişiminden ve diktatörlük hesaplarından ayırt etmeye, hatta kısmen de olsa hakkaniyetle mazlumun yanında konumlamaya çalıştı. Bunu görmezden gelemeyiz. Ama bunun derinleşmesi, genişlemesi lâzım. Öte yandan AKP’nin hitap alanında bu katliam girişimiyle ilgili olarak ortaya çıkan tereddüdün ve soru işaretlerinin devamını sağlamak şart. Özellikle üniversite öğrencilerinin ve gençlerin, idrak sınırlarını zorlayan HDP’ye suikastten HDP’nin sorumlu olduğuna dair deli saçmalarını yayanların hitap alanından kopuşunu sağlamak gerekiyor. Politik ortaklaşmayla, halkın kararlılığına katkıda bulunmayla ve iktidarın hitap alanındaki tereddüdün çoğalmasına yönelik stratejilerle HDP’ye yönelik şiddete rıza gösterebilecek olanların en aza inmesini sağlayabilirsek, bu şiddet ile siyasal sonuç alma ihtimalleri giderek daralacaktır.

Peki HDP’nin size 7 Haziran sonrasını hatırlatan yeni süreç karşısındaki tutumu ne olacak?

HDP de muhalefeti ileriye doğru itmek üzere yol ve yordam arayışlarını sürdürecektir. Deniz Poyraz’ın ailesi, komşuları, İzmir’deki demokratik kamuoyu, Deniz’in partisi HDP ve tüm ülke ne yapılmak istendiğini anlıyor. Çarenin bu stratejik saldırı karşısında ricat etmek değil, saldırının kaynağını kuşatmakta olduğunu halk görüyor. Halk arasında bir demokrasi ittifakı, bir dayanışma havası, bu zalimlerden ortaklaşa çabayla kurtulma umudu güçleniyor. Hiç karamsar olmaya gerek yok. İktidar beş yıl önce “hendek savaşları”nı başlatıp kentleri dümdüz ederken her şeyi bir seferde halledeceğine inanıyordu. Ama aradan bunca yıl geçtikten sonra, iktidar şimdi kendisiyle toplum arasında kazdığı, bütün ülkeyi boylu boyunca kat eden hendeklerde debeleniyor. Bugün, yeni bir şeyle değil, beş-altı yıldır süren bir atağın beyhude gayretlerle yeni bir evreye doğru taşınma çabalarıyla karşı karşıyayız. Bu atağı geri püskürtebiliriz. Uluslararası kamuoyunun da Türkiye’de kanlı bir faşist diktatörlük yürüyüşünü sineye çekmeyeceğini, “iradeci” bir tarzda yükseltilse de faşist şiddet dalgasının altının boş olduğunu ve toplumsal desteğinin olmadığını görüyoruz. Sebat, sabır ve dirençle, zamanın halklardan yana işlediğine dair şuurla bunları geri püskürtebiliriz. Mücadeleyi iktidarın bizi çağırdığı zemine taşımayacağız. Bunu yapmak için aklımızı peynir ekmekle yemiş olmamız gerekir.

'DENİZ GEZMİŞ’İN SON CÜMLESİ EN ÇOK VE EN ÖNCE KÜRDİSTAN’DA DUYULDU'

İktidarın çağırdığı zeminden kastınız ne?

HDP zaten doğası gereği şiddeti şiddetle bertaraf etmeye yönelik bir reaksiyon içinde olmayacaktır, olamaz da. Dahası, halkın böyle bir beklentisi de söz konusu değil. Aksine halk kararlı ve azimli bir kitlesel duruş bekliyor. Yaygın ve görünür bir muhalefet dayanışması istiyor. İktidarın kendi şiddetinde boğulması için son derece serinkanlı ve zamanı kendi lehine değerlendiren bir yürüyüş tarzına ihtiyacımız var.

Bir Kürt kızı olan Deniz Poyraz’ın ismini Deniz Gezmiş’ten almış olması bize ne anlatıyor?

Sadece İzmir’de kaybettiğimiz yoldaşımız değil, adları ya da çocuklarının adları Deniz olan on binlerce Kürt var. Bunun anlamı üzerine Türkiye solunun ve Türkiye halklarının çok ferasetle düşünmesi gerekir. Çocuklarına “Deniz” gibi Türkçe bir ad koyan Kürtlerin Türklerle geleceklerini hangi zeminde gördüklerine, gelecek özlemlerinin ne olduğuna dair bundan daha parlak bir gösterge düşünemiyorum. Kürtler, demokratik, özgürlükçü ve devrimci bir “Türklük” halini kendilerine öz çocukları kadar yakın görüyorlar. Biz gördüğümüz, duyduğumuz şeyi biliyoruz, Kürtler de öyle. Deniz Gezmiş’in Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde, 6 Mayıs sabahı haykırdığı son sözünü unutmayalım: “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” Bu cümle en çok ve en önce Kürdistan’da duyuldu, yankılandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir siyasi, üstelik de darağacının altında, bu memlekete gelecek ufkunun Kürtlerle ortaklıkta aranmasını vasiyet etti. Kürtlerin bu mesajı almamış olması düşünülebilir mi?

'HER İKİ DENİZ’İN KALBİ AYNI ŞEY İÇİN ATIYORDU, SON SOLUKLARINI AYNI YOLDA VERDİLER'

Her iki Deniz’i de tanıyorsunuz. İki Deniz arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

17 Haziran 2021 günü İzmir’de öldürülen Deniz ile 6 Mayıs 1972’de Ankara’da idam edilen Deniz’in kalbi aynı şey için atıyordu. Son soluklarını aynı yolda verdiler. Kürtlerin bu umudu bugüne tertemiz taşıdıklarını gösterecek başkaca kanıta gerek yok. Şimdi sıra Kürtlerin özgürlük mücadelesine eşlik etmekte. Türkiye muhalefeti bunu doğru okuduğunda, halklar birlikte kazanacak. Ama doğru okunmadığında Deniz’lerimizin hayatı tehdit altına kalmaya devam edecek.

7 Haziran sonrası deneyim, iktidarın şiddeti tırmandırma stratejisinin başarılı olduğunu göstermişti. O zaman da uluslararası kamuoyu, çözüm sürecinin etkisi altındaki iç kamuoyu böylesi bir stratejiye meyyal değildi ama yine de iktidar istediği hedefe vardı, 1 Kasım seçimlerinde tekrar iktidara geldi. Aynı stratejinin bu sefer ters tepebileceğine dair nasıl bir dayanak var?

İktidarın 7 Haziran sonrası devreye koyduğu stratejide başarılı olduğunu söylemek yanılgıdır, çünkü kalıcı netice alamamıştır. Tam da o nedenle şu anda bir kez daha 7 Haziran öncesindeki yerde ve güçteyiz. Evet iktidarın devlet üzerindeki eli daha da güçlendi ama toplumu o gün de teslim alamamıştı, bugün de teslim alabilmiş değil. Burada tek mesele, toplumun hayal edilen veya ona vehmedilen reaksiyonu göstermemesi. “Toplum şimdi patlar” deniyor, ona böyle bir reaksiyon vehmediliyor ama toplum her seferinde “sonra patlarım” diyerek bir adım geri çekilip sonra bulduğu ilk yarıktan ileriye doğru hamle yapıyor. Silahlı bir zalim karşısında silahsız bir halk ne yapar sorusuna, halk kendi cevabını veriyor. Halk silahlı zalimin etrafını sarar, onu kuşatır ve zaaf anını bekler. Şimdi oraya doğru adım adım gidiyoruz. Bu süreci en iyi halkın kendisi okuyor.

'HAYATIMDA BU KADAR KUVVETLİ BİR EŞİTLİK, ADALET VE ÖZGÜRLÜK TALEBİNE ŞAHİT OLMADIM'

Yani Hamit Bozarslan gibi sosyal bilimcilerin Türkiye toplumunun çözüldüğü, çöktüğü yönündeki değerlendirmelerine katılmıyor musunuz?

Eğer öyle olsa, 31 Mart 2019 seçimlerindeki tavrı nasıl açıklayacağız? Türkiye toplumu, Kürdistan’da olduğu gibi bütün metropollerde de “bu zalim rejimi alaşağı etmek için oy veriyorum” dedi, dediğini de her türlü hile ve tehdide rağmen yaptı. 31 Mart’ın üzerinden sadece iki yıl geçti ve bütün kamuoyu yoklamaları, bu kararlılığın artarak sürdüğünü gösteriyor. Evet, iktidarın nimetleri içinde, sebebini hiç sormadan zenginleşmeye, güç ve servet sahipliğine teşne olmuşların çürüdüğü apaçık. Ama bu nispeten dar çevrenin dışındaki herkesin nasıl da adalet için haykırdığını her gün yüzlerce kayıttan, küçük küçük anların bir çığ gibi birikişinden görüyoruz. Bu kadar yıl yaşadım, hiçbir zaman bu kadar yaygın ve kuvvetli bir eşitlik, adalet ve özgürlük talebine şahit olmadım.

Gerçekten mi?

Evet, daha sert protestolar olduğu dönemler, daha güçlü işçi sınıfı mücadeleleri oldu. Ama toplumun bu belagatle, aşağıdan başlayarak ve yaygın bir biçimde kendisini ifade edişini daha önce hiç görmedim. “Çürüme” tespitleri iktidar tabanındaki bir kesimin haline dair doğru bir gözlem ve sıfatlandırma ama toplumun büyük çoğunluğu bunun dışında duruyor.

'BU REJİM ÖMRÜNÜ DOLDURDU'

Eğer iktidar açısından temel engel HDP’yse, partinizin kapatılması bu engelin de aşılması anlamına gelir mi?

Bir kere HDP’yi kapatmak o kadar kolay olmayacak. Dava açıldı diye HDP kapanmaz. Bu da bir mücadele meselesi. Her şeye zaman ve karşılıklı ilişki içinden bakalım: HDP bir kutu ve anahtarı AKP’nin elinde, istediği zaman kapatıyor diye bir durum yok. AKP kilidin anahtarını almak için elini cebine soktuğunda bile, o anahtarı alıp alamaması mücadeleye bağlı. Ayrıca, işler bu raddeye geldiğinde başka pek çok değişken de siyaset alanına girmiş olacak. Öte yandan HDP’nin ve seçmenlerin iradesi aynı düzeyde kalmaya devam ettiğinde, örneğin bağımsız adaylarla bile şimdiki kadar milletvekili çıkartma kapısı açık. Özetle “sıfır seçenek” diye bir durum yok. Ama kendimizi bu spekülasyonlarla meşgul etmektense, işimiz şimdi HDP’yi saf dışı etme hamlesini geri püskürtmeye odaklanmak, heveslerini kursakta bırakmak. Halk orada durdukça, çare hiçbir zaman tükenmeyecek. Bu rejim ömrünü doldurdu.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.