Esad mı Əsəd mi?
Zamanın ruhunu benden daha önce ve daha başarılı biçimde kavrayan akademik personel ve öğrenciler büyülü bir değnek dokunmuşçasına bir anda Suriye meselesi tartışılırken, Esad yerine Əsəd demeye başladılar. Ben halen Esad demeye devam ettiğim için, öğrencilerim “Hocam doğru okunuşu bu, Arapça orijinali nasılsa öyle söylememiz daha doğru olur” gibi mantıken itiraz edilemez bir gerekçeyle beni okul idaresine karşı koruma gayreti içine girmişlerdi. Özetle, "şu adama Eset deyin kurtulun hocam”...
Nihayet Suriye ile barışıyoruz. Şimdi bu mesele hakkında bir yazı okuyacaklarını düşünenler vakit kaybetmeden başka yazıya geçebilirler. Bu yazıda ilgileneceğimiz konu ‘köşemizde’ mutat olduğu üzere yine tarih, dil, antropoloji odaklı olacak. Geçen haftaki yazımızda “her dönemde ve hemen her coğrafyada saraylar kendini halktan dil konusunda da ayırmanın bir yolunu bulmaktaydı. Osmanlı elitlerinin payına da Arabî/Farisî tesiri düşmüştü” demiştik. Günümüzün yeni elitleri de bu geleneği devam ettirmek istiyorlar. Esad’ın Əsəd olması da bu türden bir jargon dayatması olarak görülebilir. Tıpkı IŞİD’e Arapça okunuşu olan DAİŞ demek yerine inatla yanlış bir kullanım olan DEAŞ demekteki ısrar gibi...
Esad’ın üç beş haftada devrileceği söylemlerinin moda olduğu günlerde ben bir kamu okulunda Ortadoğu Tarihi adlı bir ders vermekteydim. Öğrencilerimin de büyük çoğunluğu o yıllarda hükümet yanlısı idi. Neyse zamanın ruhunu benden daha önce ve daha başarılı biçimde kavrayan akademik personel ve öğrenciler büyülü bir değnek dokunmuşçasına bir anda Suriye meselesi tartışılırken, Esad yerine Əsəd demeye başladılar. Daha doğrusu Arapçada bizde olduğu kadar net bir a/e sesi olmadığından Əsəd olarak telaffuz etmeyi beceremedikleri ismi, Türkçe fonetikle Eset yapmışlardı. Ben öyle bir anda gelen ilhamlara ayak uydurabilme yeteneğine sahip olamadığımdan halen Esad demeye devam ettiğim için, akademik geleceğimden endişelenen öğrencilerim “Hocam doğru okunuşu bu, Arapça orijinali nasılsa öyle söylememiz daha doğru olur” gibi mantıken itiraz edilemez bir gerekçeyle beni okul idaresine karşı koruma gayreti içine girmişlerdi. Yani özetle “şu adama Eset deyin kurtulun hocam” demek istemekteydiler. O zaman da ben de sanki konu dil ve telaffuz meselesiymiş gibi “Ne yani bundan sonra Ömer yerine Amr, Osman yerine Uthman mı diyeceğiz?” diye sorunca hepimizin kafası karışıyordu. Öğrencilerin beni kurtarma projesi de böylece akamete uğramaktaydı.
Neyse sonuç olarak kırk yıllık Esad artık Eset olmuştu. Hatta pazarda bıçak satan Esat Ağabeye de artık “Eset Abi n’aber” diyerek dalga geçmeye başlamıştık. Durum tersinden bir örnekle Cumhuriyetin ilk yıllarında, yazım dilini konuşma diline yaklaştırmak amacıyla alınan bir kararla b/d harflerinin artık p/t olarak yazılmasına benzemekteydi. Hatta rivayete göre Yakub Kadri bu karara çok içerlemiş ve Atatürk’e “Etmeyin Paşam ben kırk yıllık Yakub’um, şimdi Yakup mu olacağım” demiş. Bu durum da böyle, yaptırım yönünden benzeşiyorlar elbette. Ama arada şöyle bir fark var: Erken Cumhuriyet döneminde halkın zaten kullandığı seslendiriş biçimi artık yazıda da geçerli yapılmıştı, yani halk zaten Ahmed, Mehmed, Yakub diye telaffuz etmiyordu. Ahmet, Mehmet, Yakup diyordu. Arab, Kürd denmiyordu Arap ve Kürt deniyordu. Sözcüğün sonuna sesli harf gelirse (Arabın, Kürdün vb) sözcük yeniden orijinal formuna dönüşüyordu.
Esad yerine Əsəd denilmesi ise halkın genel kullanımının tamamen aksine yapılan bir tür zorlama şeklini almış durumdaydı. Gerçi Cumhuriyet elitlerinin de bir kısmı yazım dilinin halk diline yakınlaştırılması için gayret ederken bazıları da Öztürkçe akımının heyecanına kapılarak resmi dili halk dilinden uzaklaştıran yeni bir elit dili türetme derdindeydi. 1930’larda kültürel alana hâkim olan ‘Öztürkçecilerin’ müdahaleleriyle dil bir ara halkın hiç duymadığı ve benimsemediği, kullanışsız sözcüklerle dolup taştı (bu konuya ileride değineceğim).
Bugün de böyle aslında. Türkiye’yi şu anda yöneten elitler halkın kullandığından farklı bir jargon oluşturma gayreti içindeler. Mesela halk kültüründe, şiirinde, deyiş ve atasözlerinde Yaradan, Tanrı, Allah, Hak, Mevlam, Hüda, Yezdan vb. denilirken onlar ısrarlı biçimde Rabb diyorlar. Anadolu halk kültüründe Rabb, Rabbim gibi sözcükler muhtemelen yukarıdaki listede en az kullanılanlardır. Rabb kullanılacağı zaman ise bağımsız formda değil bir seslenme, yakarış haliyle Yarab/Yarabbim formuyla kullanılır (bkz. Orhan Gencebay: Yarabbim Sen Büyüksün; Dramalı Hasan:Ya Rab Kalbimin Sahibi Nerde?).
Eskiden İslamcılar hoşlaşmadıkları Tanrı lafzına karşı Allah lafzını kullanırlardı. Tanrı sözcüğünden neden bu kadar rahatsız olduklarını hiçbir zaman anlayamadım. Tengri kökenli olan Tanrı sözcüğü eski Anadolu Türkçesinde çok yaygın olarak kullanılır. Mesela Dede Korkut’ta en çok geçen sözcüklerden biridir ve sanırım Allah’tan daha fazla geçer. Tanrıverdi, Tanrıvermiş gibi özel isimlere 16. yüzyıl Osmanlı mahkeme kayıtlarında denk geliyoruz. Mesela Ertuğrul dizisinde herkes Allahu Ekber diye bağırıyor. Muhtemelen o dönemde Tengri/Tanrı/Çalap gibi isimler kullanılıyordu ya da İran etkisi sebebiyle Hüda, Yezdan vb. “Allahu Ekber” nidası bana Ertuğrul çağı için fazla iddialı geliyor. Neyse yanılıyorsam o dönem uzmanları bana kaynak önerebilirler. Öte yandan Tanrı sözcüğüne karşı olan bu tuhaf tepkiyi gelenek adına savunmak bence mümkün değil. Bu sözcük dilimize Batıda kullanılan God karşılığı olarak girmiş Nasrani bir sözcük değildir, öz be öz “yerli ve milli” bir sözcüktür, Dede Korkut sözüdür, meraklısına duyurula...
Neyse Tanrı sözcüğüne duyulan alerji sonucu askerlerin yaptığı “Tanrımıza hamdolsun” duası “Allah’a Hamd Olsun” olarak değiştirildi ve MEB kitapları adım adım bu sözcükten temizlendi. Ama bu sefer de Tanrı lafzı kaybolduğu ve artık herkes Allah dediğinden daha dindar görünmek için de daha semitik (İbrani/Arabi) sözcükler kullanmak şart oldu... Zira Allah lafzı artık kişiyi yeterince dindar göstermeye yetmiyor. Zaten sözcük Türkçede dini anlamından uzun asırlardır uzaklaşmış durumda. Mesela sözcüğün iki kez tekrarı vurgu ve tonlama farklarıyla hem şaşırma hem de sinirlenme ve ‘dayılanma’ ifadesi olarak kullanılıyor. Ferdi Tayfur “Allahına kurban Emmioğlu” derken kimsenin aklına dini bir mesaj gelmiyor. Ya da Çile Bülbülüm Çile şarkısının durma anında tüm gazino taifesinin aynı anda ‘Allah” diye bağırması dinsel bir duygulanma anını yansıtmıyor. Bu durumun farkında olan İslamcılar da, bu nedenle kendilerinin sıradan ahaliden daha Türk olduklarını vurgulamak için Orta Asya içlerinden Yakutça, Moğolca öz sözcükler arayan erken Cumhuriyet elitleri gibi Semitik diller sözlüklerini karıştırıp jargonlarını ve telaffuzlarını bozarak ‘sıradan inançlılarla’ aralarındaki farkı belirtmek gayreti içine giriyorlar. Bu nedenle artık yeteri kadar dinsel görmedikleri Allah lafzı yerine daha semitik kelimelere veya telafuzlara başvuruyorlar. Sadece Allah demekle yetinmeyip Celle Celalühüyü de ekliyorlar veya bazı müezzinler halkın düz ve sıradan Türkçeye uygun A sesiyle telaffuz ettiği Allah sözcüğünü Arabi æ/ə sesiyle telaffuz ediyorlar. En azından benim mahalledeki müezzin ezanı böyle okuyor Allahu Ekber yerine çok net biçimde Əlləh-ı Akbar diyor.
Sonuç olarak halk mesele diyor, elit İslamcılar mes’ele, halk çocuğuna Ayşe, Fatma adını koyuyor; onlar ise Aişe, Fatıma vb. Düşünsenize Türkçeye yerleşmiş tüm Arapça sözcüklerin gerçek fonetiğine dönüştürüldüğünü, bundan gayri Cezayir yerinde Dzayir, darbe yerine dzarbe denilecek diye birbirini uyaran bir sürü insanın sokaklarda dolaştığını… Selamün Aleyküm diyen birine dönüp, “Bak güzel kardeşim, Arapçada ü harfi yok Selamün Aleyküm değil as-salamun Alaikum diyeceksin” diye uyaracağız mesela. Bir de bunun Farsçası var tabi. Mesela biz şimdi hoca deyip geçiyoruz. Halbuki bu sözcüğün Farsçadaki orijiali χʷāce (veya khwāce ) dir. Bu sözcüğü ancak anadili Kürtçe olan yurttaşlar doğru olarak seslendirebilir. Anadili Türkçe olan yurttaşın bu sözcüğü orijinal haliyle seslendirmeye çalışması durumunda anasından emdiği süt burnundan gelecektir.
Bir ara TRT’de Arapçadan Türkçeye yanlış anlamlarla geçmiş kelimeleri düzeltmeyi kendine dert edinmiş gereksiz bir program vardı. Örneğin bir bölümünde programı sunan yakışıklı genç “Arapça libas giysi demektir. Elbise de onun çoğuludur. Yani libaslar anlamına gelir. O nedenle biz “elbiselerim” derken aslında fazladan çoğul eki kullanırız. Bu yanlış kullanımdır. Doğrusunu bilelim doğrusunu kullanalım” gibi bir şeyler söylüyordu.
Teknik olarak söylenen doğru, elbise zaten çoğuldur. Elbiselerim derken, tıpkı evlatlarım, evraklarım da olduğu gibi aslında sözcüğü iki kez çoğullaştırıyoruz. Peki, bu TRT’deki programın iddia ettiği gibi yanlış bir kullanım mıdır? Elbette değil, bir sözcüğün tekilliği ya da çoğulluğu orijinal dildeki formuyla değil transfer edildiği dilde kazandığı yeni anlamıyla değerlendirilir. Veled sözcüğünün çoğulu olan evlad Türkçeye çoğul değil tekil anlamıyla geçmiştir. O artık Türkçede tekil bir sözcüktür. Evlatlarım da Türkçeye uygun bir sözcüktür. Arapçada manasız olması bizi ilgilendirmez. TRT’deki “doğrusunu bilelim, doğrusunu kullanalım” mesajlı bu programın açıkça yanlışın savunusunu yaptığını söyleyebilirim. Şimdi bu mantıkla dilimize farklı anlam kazanarak geçmiş tüm Arapça sözcükleri orijinalleriyle mi değiştireceğiz? Örneğin yıllar önce bir Arap arkadaşım misafir sözcüğünü kullanma biçimimizle alay etmişti. “Misafir bizde boş boş gezen, yeri yurdu olmayan serseri insana denir, siz ise misafiri bir saygı ifadesiyle kullanıyorsunuz” demişti. Şimdi biz misafiri artık serseri anlamında kullanıp yerine doğrusu olan zayiri mi koyacağız? Vakti bol olan okurlar, Arapçadan dilimize yanlış geçen sözcükleri tek tek inceleyip düzeltmenin yollarını bulabilirler. Oldukça boş vakitleri olduğunu fark ettiğim TRT’cileri de bu türden yanlış kullandığımız kelimeleri listeleyip düzeltmeye davet ediyorum.