Esad'ın ardından Suriye: 'Üç büyük kazanan var'

Suriye'deki son gelişmeleri değerlendiren Orta Doğu analisti Aron Lund, Suriye'de üç büyük kazanandan ikisinin Türkiye ve İsrail olduğunu ama ciddi risklerle de karşı karşıya olduklarını söyledi.

Fotoğraf: Reuters
Google Haberlere Abone ol

İSTANBUL - Suriye'de Heyet Tahrir Şam (HTŞ) öncülüğündeki cihatçı grupların 27 Kasım'da Beşar Esad'a bağlı Suriye ordusuna karşı saldırı başlattıktan sonra sadece 12 gün içinde başkent Şam'a gelerek Esad yönetimini devirmesi, özellikle her şeyin bu kadar kısa süre içinde olup bitmesi dolayısıyla pek çok kişi için sürpriz oldu. Suriye'de bundan sonra ne olacağı ve Türkiye gibi aktörlerin bu fotoğraftaki yeri ise halen tartışılmayı sürdürüyor. 

Esad yönetiminin nasıl olup da bu kadar çabuk düştüğünü değerlendiren Orta Doğu analisti Aron Lund, buradaki kilit olayın Halep’in kaybı olduğuna işaret ederek, “Günün sonunda, hiç kimse Esad’ı sevmiyordu; ne sadık destekçilerini ödüllendirebileceği ne kaçanları cezalandırabileceği netlik kazanınca kimse onun için savaşmak istemedi” yorumunda bulundu. Rusya ve İran’ın daha başında Esad için yapabilecekleri çok az şey olduğunu fark etmiş olabileceklerine işaret eden Lund’a göre, Suriye’de yaşananların Rusya ve İran olmak üzere iki kaybedeni ve Türkiye, Katar ve İsrail olmak üzere üç büyük kazananı var. Türkiye ve İsrail’in karşısında aynı zamanda risklerin de olduğuna dikkat çeken Lund, Suriye’deki Kürtlerin durumuna ilişkin olarak ise “Türkiye’yi uzak tutabilecek yabancı bir hami olmadan Suriye Demokratik Güçleri’nin uzun vadede hayatta kalmasının yolu yok” diye konuştu.

Century International ve İsveç Savunma Araştırma Ajansı'ndan (FOI) Orta Doğu analisti Aron Lund ile Suriye'deki son gelişmeleri ve bundan sonra ne olacağını konuştuk...

SURİYE ORDUSU VE ‘HAYALET ASKERLERİ’

Aron Lund. (Fotoğraf: The Century Foundation)

HTŞ’nin öncülüğündeki cihatçı gruplar, 27 Kasım’da Suriye ordusuna saldırı başlattı. 12 günde başkent Şam’ın kontrolünü ele geçirdiler ve Esad ülkeden kaçtı. Sizce saldırı için neden özellikle bu zamanı seçtiler? Suriye ordusunun neredeyse hiç direniş göstermediğini de düşünürsek sizce neden her şey bu kadar çabuk oldu?

Suriye’de olanlar, kesinlikle istisnai bir olaylar silsilesi; bunu kimse beklemiyordu, buna şüphesiz ben de dahilim. Ne olduğuna dair tüm detayları hâlâ bilmiyoruz. Kilit olay, rejimin rekor zaman içinde Halep’i kaybetmesiydi. O noktadan sonra her şey tam anlamıyla çöktü. Peki, Halep’te ne oldu? Bunu Suriyeli tarihçiler çözecek. Ancak görünüşe göre başta olasılıkla daha sınırlı hedefleri olan cihatçıların öncülüğündeki grupların şehre doğru ilerlemesi, savunmaları yıkıp geçti ve rejim güçlerinin kaçmasına sebep oldu. Bunun pek çok sebebi olabilir; bunlara elbette isyancıların iyi hazırlanmış ve plan yapmış olması, biraz şans ve belki de rejim saflarında firarlar veya suikastlar gibi sebepler de dahil. 

Ancak, genel olarak, hükümetin sorunu, güçlerinin öylece dönüp gitmesiydi. Kağıt üstünde isyancıların ilerleyişini en azından geciktirebilmeliydiler. Suriye ordusu, yıllardır devam eden savaş ve yaklaşık 2019'dan bu yana ülkeyi sarsan ağır ekonomik kriz sebebiyle zayıflamış durumdaydı. Savaş zamanındaki insan gücünün bir kısmı, olasılıkla maliyetleri düşürmek ve toplumsal gerilimleri azaltmak için terhis edilmişti. Halen mevcut olan kuvvetler içinde de çoğu birimin resmi güçlerinden daha düşük seviyede olduğunu rahatlıkla varsayabiliriz. Suriye’de yolsuzluk yaygın; cephe hattındaki insan gücünün çoğunun orada bulunmadığına dair de haberler var. Bu kişiler, üstlerinin maaş alabilmesi için sadece kağıt üstünde var olan ya da ordu kendilerine yaşamlarını idame ettirebilecekleri bir ödeme yapamadığı için rüşvet vererek başka işlerde çalışmak için görev başında olmayan ‘hayalet askerlerdi’. 

Öyle olsa bile Halep’in içindeki ve çevresindeki güçler, daha fazla direniş gösterebilmeliydi. Halep, çok büyük bir kent ve ordu saflarında binlerce kişi var. Ama yapamadılar çünkü yapmayacaklardı - Sadece kaçtılar. Kaçtıklarında ve Halep’i kaybettiklerinde, ardından Hama’yı ve diğer kentleri kaybettiklerinde herkesin aklındaki soru çok basit bir hal aldı: Her halükarda çöküyor gibi görünen bir rejimi kurtarmak için neden hayatımı feda etmeliyim ki? Günün sonunda, hiç kimse Esad’ı sevmiyordu; ne sadık destekçilerini ödüllendirebileceği ne kaçanları cezalandırabileceği netlik kazanınca kimse onun için savaşmak istemedi. 

‘RUSYA VE İRAN ESAD’I KASTEN BIRAKMADI, TA Kİ…’

Esad’ın müttefikleri de muhakkak onlara ihtiyaç duyduğu şekilde orada bulunmuyordu. Bu da arka planın önemli bir parçası. Lübnan’daki savaş ve İsrail’in Suriye’ye bombardımanları sebebiyle İran ve Hizbullah güçlerinin dikkati dağılmış vaziyetteydi, etkisiz hale getirilmişlerdi. İran’ın öncülüğündeki güçler, tarihsel olarak Halep ili çevresindeki bazı mevkilerden sorumludur; ortadan kaybolmaları ya da etkisiz olmaları şehir savunmalarında isyancıların kullanabildiği boşluklar bırakmış olabilir. 

Rusya da bildiğimiz gibi odağını Ukrayna’ya doğru çevirmişti. Suriye’de hâlâ varlıkları vardı, ilerleyen isyancıların bombalanmasına yine de yardım ettiler ama yeterli değildi. 

Rusya ve İran’ın Esad’ı kasıtlı olarak bıraktığı söylemine inanmıyorum - Ta ki onu kurtaramayacakları netlik kazananıncaya kadar… Bence sadece ellerindeki son derece kısa zaman içinde gerekli güçleri toplayamadılar. Bu, çok geç olmadan önce en fazla birkaç günlük bir zaman meselesiydi. 2015 yılındaki son müdahalelerini organize etmeleri aylar sürmüştü. Kaynakların sınırlılığı ve İsrail’in İran’ın eylemlerine yönelik denetimi gibi kısıtlamalar düşünüldüğünde çok daha küçük bir çaba da zaman alırdı. 

Rus ve İranlı liderler, daha işin başında yapabilecekleri çok az şey olduğunu fark etmiş olmalı. Ciddi bir müdahaleyi organize etmek zaman alırdı. Bu mümkün olsa dahi Esad’ın ordusu zaten eriyordu. Savaşmayan bir orduya destek olamazsınız. 

En üst düzey lider de dahil olmak üzere bir liderlik zafiyeti de olduğu açık. Ordunun panik içinde olduğu ve rejimin çözüldüğü bir zamanda bir devlet başkanının yapacağı ilk şey destekçilerinin karşısına çıkıp kaçmadığını, hâlâ mücadeleye liderlik ettiğini göstermektir. Moraller çökerken ele alması gereken şey budur. Ama Esad hiçbir şey yapmadı, basın açıklamaları yoluyla yapılan birkaç açıklama dışında hiçbir şey söylemedi. Eylemleri ya da daha ziyade eylemsizliği lidersiz ve başarısız bir rejim duygusu ile sadık saflarda yayılan paniğe çok büyük bir katkıda bulunmuş olmalı. 

‘ESAD’IN DEVRİLMESİ İRAN İÇİN TAM BİR FELAKET’

Konu Suriye olduğunda Rusya, İran, ABD ve Türkiye gibi başka bölgesel ve uluslararası aktörlerin de söz konusu olduğunu biliyoruz. İsrail de şu anda Suriye’de çok uzun zamandır olmadığı kadar büyük bir askeri varlığa sahip. Bu ülkelerin 8 Aralık öncesi ve sonrası dönemde rollerini nasıl değerlendirirsiniz?

Bunu hiç kimse beklemiyordu; herkes şu anda yeniden konumlanmakla meşgul. Türkiye, Katar ve İsrail, büyük kazananlar; önlerinde çok büyük fırsatlar var. Ama Türkiye ve İsrail’in karşısında ciddi riskler ve sorunlar da var; ileriye dönük olarak çok fazla zaman ve kaynak tahsis etmeleri gerekecek. Birkaç hafta önce sormuş olsanız her iki ülke de kesinlikle farklı bir sonucu tercih ederdi; ama şimdi durumdan en iyi şekilde yararlanacaklar. 

İstikrar ve bir millet, bir devlet olarak Suriye’nin bütünlüğü iyi nedenlerden ötürü pek çok insanın aklında. Şu anda hiç kimse gücü eline geçiren grubu ya da daha önce Ebu Muhammed El Colani olarak bilinen lideri Ahmed El Şara’yı özellikle seviyor değil. Ama bence sırf birincil korkuları kurumsal bir çöküş, kalıcı bir devlet başarısızlığı olduğundan pek çoğu yine de onun yeni hükümetiyle çalışmak isteyecek. Mutlak İslamcı bir hükümet dahi pek çok bölgesel liderin gözüne bundan daha iyi görünecektir. Bu, basit bir pragmatizm. Bölgesel devletler, nihayetinde Esad’ın rejimini hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeye hazırdı; şimdi de Şara’nın rejimini aynı şekilde kabul edecekler. 

Ancak elbette bölgesel devletlerin radikal İslamcılık ve yabancı cihatçıların barındırılması gibi konularda kabul edebileceklerinin sınırları var. 

Türkiye ve Katar çok aldırmayacaktır. Yumuşak bir dille ifade etmek gerekirse, Ankara ve Doha’daki hükümetlerin İslamcılığa karşı yüksek bir toleransı var. Ancak İsrail, Mısır, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye’nin bölgesel İslamcı aktivizmi için kalıcı bir üs halini alması riski konusunda çok temkinli. Durum 2014 yılındaki IŞİD krizinden çok farklı olsa da Irak, sınırında bir kez daha Sünni cihatçı grupların olmasından hiç mutlu değil. Lübnan da Suriye’nin dönüşümünden çok yakından etkilenecektir. 

En büyük iki kaybeden ise İran ve Rusya. Rusya’nın Suriye kıyılarındaki üslerini elinde tutmasına izin veren bir çeşit çözümü müzakere edebilmesi muhtemel - mutlaka olası olmasa da muhtemel. Ancak İran için Esad’ın devrilmesi tam bir felaket, birinci dereceden stratejik bir başarısızlık. 2023 yılından bu yana Orta Doğu’da İran ve İran destekli güçlerin yaşadığı diğer pek çok yenilginin ardından gelmiş olması ise işleri daha da kötüleştiriyor. Bu, İran’ı yeniden düşünmeye zorlayacaktır; bence şu anda pek çok kişi kaygı içinde İran’ın başarısız caydırıcılığını artırmak için nükleer bomba peşinde olacağına dair emareler arıyor. 

‘YABANCI BİR HAMİ OLMADAN SDG HAYATTA KALAMAZ’

HTŞ’nin öncülüğündeki cihatçı grupların Şam’ın kontrolünü ele geçirmesiyle Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) ile Halk Koruma Birlikleri/Suriye Demokratik Güçleri (YPG/SDG) arasındaki çatışma haricinde çatışmalar sona ermiş gibi görünüyor. SMO'nun Tel Rıfat’ın ardından Menbic’in de kontrolünü ele geçirdiği haberleri geçtiğimiz günlerde basına yansıdı. Peki, sizce Suriye'de Kürtleri nasıl bir gelecek bekliyor? Türkiye’yi ve belki ABD’yi bu fotoğrafın neresinde görüyorsunuz?

SDG'nin geleceği karanlık, çok karanlık. Türkiye ve SMO grupları, Rus gözlemcilerin ve Esad hükümetinin müttefiklerinin tahliye ettiği tüm toprakları ele geçirerek olabildiğince çok alanı alacaktır. ABD tarafından korunan bölgelerin farklı bir yaklaşıma ihtiyacı olacak; belki de gelecek yıla kadar oyalanacaklardır. Ama Suriye’deki Kürt hareketinin genel anlamda zayıflaması öyle bir boyutta olabilir ki bu bölgeler de istikarsızlaşabilir. 

Sonuç olarak çok fazla şey ABD’nin politika tercihlerine bağlı. (Seçilmiş başkan Donald) Trump daha önce Suriye’den ayrılmak istediğini söylemişti; ama ikinci döneminde nasıl bir yol izleyeceğini bilmiyoruz. ABD askerlerinin çekilmesi için Irak ile yapılmış olan anlaşmalarda olduğu gibi, SDG ile İran’ın mevcudiyetinin zayıflaması Suriye’den ayrılma yönündeki savlara ağırlık verilmesini beraberinde getirebilir. Öte yandan, IŞİD’in yeniden yükselmesi ve daha genel anlamda Orta Doğu’yu içine alan bir kaos, ABD hükümetinin kalmakta fayda görmesini sağlayabilir. Ama bu nihayetinde Trump’a kalmış bir durum. 

ABD Suriye’den ayrılırsa, Kürt özerkliği kaderine terk edilir. Suriye Demokratik Güçleri’nin PKK bağlantısı, Türkiye ve Ankara’nın himayesindeki silahlı gruplarla sürekli düşmanlık için bir garanti. Türkiye’yi uzak tutabilecek yabancı bir hami olmadan Suriye Demokratik Güçleri’nin uzun vadede hayatta kalmasının yolu yok. 

‘ABD VE AVRUPALI LİDERLER RİSKLİ BİR KUMAR OYNUYOR’

Özellikle HTŞ lideri Muhammed El Colani'nin Suriye’de bundan sonra ne olacağıyla ilgili beklenmedik ılımlılıkta açıklamalar yaptığını görüyoruz. Siz bu açıklamaları ne kadar inandırıcı buluyorsunuz? Sizce şimdi ve yakın gelecekte Suriye’de ne olacak? Diğer Orta Doğu ülkeleri ve Batı ile normalleşme sizce ne kadar mümkün?

HTŞ’nin liderliğindeki yeni hükümet açık bir şekilde diğer ülkelerle normalleşmeye ve diplomatik olarak tanınmaya büyük öncelik veriyor. Güvenilir, işlevsel bir merkezi hükümet kurmak için HTŞ’nin ekonominin işlemesini sağlaması gerekecek. Bunun içinde yaptırımların kaldırılması da var; ABD ve Avrupalı liderler ise henüz bunu yapmaya istekli değil. HTŞ’ye taviz verdirmek için yaptırımları kullanmaya çalışıyorlar; bence bu riskli bir kumar. Şam’daki yeni yöneticiler, bu da bir dizi yaptırımı beraberinde getirdiği için, kendilerinin terörizmle tanımlanmaları hakkında da bir şey yapmalı.

Son olarak, daha da önemlisi, daha önce İran ve Rusya tarafından tedarik edilen petrol ve buğday ithalatını devam ettirmenin bir yolunu bulmalılar. Bunu yapmakta başarısız olmak Suriye devletini zor durumda bırakacak, devasa bir toplumsal ve ekonomik kriz yaratacaktır. Bu, işleyen ve var olan bir hükümeti bile dağıtabilecek türde bir şey. Egemenlik kurduğunu iddia ettiği topraklarda sadece müphem bir kontrolü olan Şara ve HTŞ’ninki gibi zayıf ve yeni ortaya çıkan bir rejimin ise çok kolay bir şekilde soluğunu kesebilir. 

Tüm bunlar, uluslararası toplumla, özellikle Batılı ülkelerle, hepsinden önce de ABD ile iyi bir çalışma ilişkisini gerektirir. Bu da tek açıklama olmasa da muhtemelen HTŞ’nin son dönemdeki cazibe harekatına getirilebilecek önemli bir açıklama. Ahmed El Şara’nın mesajları, ayrıca grubu ve ideolojisi konusunda çoğu endişeli olan Suriyelilere de yönelik. Çatışma ve krizleri savuşturmak için aynı anda pek çok cephede çalışması gerekiyor. En azından şu an için ılımlı ve dostance bir yüz göstermek bunu yapmanın iyi bir yolu. 

‘SURİYE, AKDENİZ’DE BİR MOGADİŞU GİBİ OLABİLİR’

HTŞ’nin saldırıları başlamadan önce, Türkiye’de Suriye hükümeti ve Esad ile normalleşme isteğine işaret eden açıklamalar vardı. Esad’ın artık olmadığını düşünürsek, sizce yeni dönemde Türkiye-Suriye ilişkilerini neler bekliyor?

Türkiye’nin muhtemelen Şam’daki herhangi yeni bir hükümetle mükemmel bağları olacaktır; bu ise hem Esad karşıtı ayaklanmaya yıllardır verilen desteği hem de Suriye’nin yeni liderlerinin Ankara’nın desteğine ihtiyacı olacağı gerçeğini yansıtacaktır. 

Türk bakış açısından bakmak gerekirse; sorun, pek de HTŞ’nin cihatçı bir grup olmasında değil. Temel risk, daha ziyade, Şam’ın cihatçıların eline geçmesinin daha geniş ulusal bir iç patlamanın girizgahı halini alması. 

HTŞ, devlet aygıtı üzerinde sıkı bir denetim kurmayı ve ekonomiyi hızla yeniden rayına oturtmayı başaramazsa, Suriye’nin merkezi devleti kaybolup gidebilir. Bu, ülkeyi son 10 küsür senelik savaş sırasında gördüğümüzden dahi daha büyük ölçüde kavga halindeki milisler ve yabancı aktörler arasında bölünmüş bir hale getirebilir. 

Bu, Türkiye için hiç de iyi bir sonuç olmaz. Akdeniz’de bir Mogadişu gibi olur; mültecileri sürekli sınıra doğru kuzeye iten, sorunlardan ve şiddetten oluşan bir kara delik… Böyle bir durumda gerçek Mogadişu’da olduğu gibi Ankara’nın Şam’ı hangi yönetim yönetirse yönetsin onun üzerinde nüfuz sahibi olması küçük bir teselli olur. Devletin başarısızlığı durumunu bertaraf etmek Türkiye’nin bir, iki ve üç numaralı önceliği olacak gibi duruyor; bu da HTŞ’nin Batı ve Arap hükümetleriyle bağlantı kurmasına yardımcı olmayı gerektirir. 

Türkiye için elbette pek çok şey kuzeydoğunun akıbetine de bağlı. Ama bu durumda önümüzdeki yolu daha net görmek için muhtemelen Donald Trump’ın göreve başlamasını beklememiz gerekecek.

*  Bu haberdeki görüşler, Aron Lund'un kişisel görüşleridir; The Century International ya da İsveç Savunma Araştırma Ajansı (FOI) adına paylaşılmamıştır.