Esin Şenol: Hayat, okuyucusu olmayan bir yazar olmaya benziyor

Esin Şenol ile 'Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar'ı konuştuk. Şenol, "Romanda, hayatıma sızmış tüm kadınlardan sızıntılar var" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Esin Şenol’un 'Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar' isimli kitabı SRC etiketiyle okurlarla buluştu. Roman, pandemi etkilerinden toplumsal cinsiyet normlarına uzanan geniş bir yelpazede kurgulanıyor.

Esin Şenol ile 'Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar'ı konuştuk.

'Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar' ismini seçmenizin özel bir sebebi var mı? Bu isim, karakterlerle nasıl bir bağlantı kuruyor? Bu isim, sizce okurun kitaba yaklaşımı üzerinde nasıl etki kuruyor?

Kitap yayımlanalı yaklaşık iki ay oldu. Şimdiye dek aldığım geri dönüşler, kitabın adının çok çarpıcı bulunduğu yönünde. Romanda, birbirine omuz veren, yaşamları başarılı geçmiş ama başarıları mutsuzluklarını giderememiş üç kadın var ve roman bu üç kadının, bir ak cadı olan mitolojik kahraman "Hekate"nin tapınağına yakın bir yerde dolunay ritüeli yapmalarıyla başlıyor. Üçünün de birbirleriyle güçlendirici, onarıcı akrabalık bağları var. Bu akıllı, sezgileri güçlü kadınlar, ömrün ortalarında, Dante’nin "yaşam yolculuğumuzun karanlık ormanı" dediği yerdeler. Dirençlerini artırmak için gecenin karanlığına inat parlayan ay ışığı ile yıkanıyorlar. Umutlarını diri tutmak içinse umudun kadim hayaleti olan aşk ile vals yapmaya kalkışıyorlar. Ama yolları ya valsi bilmeyen ya da biliyormuş gibi yapıp ayaklarına basan erkeklerle kesişiyor.

Kadınlık, zaman ve coğrafi uzamdan muaf, yüzlerce yıldır bata çıka varolmaya çabaladığımız bir eza, üzerimize örtülen bir gece aslında. Geceyi fark etmemek için uyurgezer gibi dolaştığımız, düşsüz kaldığımız "gecesiz gündüzler"le oyalanıyoruz. Böyle oyalanmayı, ayılmamayı da bize toplum, annelerimiz, hemcinslerimiz yani reddedemeyeceğimiz kadar sevdiklerimiz belletiyor, ezberletiyor. Üstelik hem toplumsal uzlaşı öyle gerektirdiği hem de sevdiklerimizi ve kendimizi güvende tutmak için "mutsuz" olsak dahi farkında olmama ya da "makul bir mutsuzluk"tan konfor zonu yaratarak melodramımızı savuşturma çabasına giriyoruz. Bunlar için içselleştirdiğimiz, sonradan monte programlarımız var.

Karanlık ormanlara dalmak cesaret istiyor, sezgilere ve kendine inanmayı gerektiriyor. Kolay değil ama asıl yolculuk bence "ay ışığının aydınlattığı karanlık ormanlara" dalınca başlıyor. Romanı yazarken, yaşamımda da olduğu gibi, Jung’un, arketiplerin, mitoloji ve sembollerin, bu sembollerin insan ruhundaki izdüşümlerine yönelik avcılığımın izlerini sürdüm.

'Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar’da dil ve üslup seçimlerinizi nasıl belirlediniz? Bu noktada editoryal süreçten de bahsetmek istersiniz belki. Nasıl bir serüvendi?

Özel bir üslup ya da dil seçmedim ama kitabın editörü Altay Öktem hem şair hem hekim. Yani hem sözcüklerle ilişkisi hem mesleki akrabalığımız bence bu kitabın başına gelen en iyi şeydi. Yazmak bir serüven gerçekten. Kitabın her satırında varsınız ama o satırlar sizde yok, tezahür etmemiş ya da siz ayrımına varamamışsınız… Yalnızca, hem editöre hem yayıncıya “Bir bagajın kapağı açılmış gibi sanki, neler dökülüp saçılıyor, bunlar nerede gizleniyormuş?” diye yazdığımı, ikisinin de telaşsız bir keyifle gülümsemelerinden, yolculuğu yeni fark etmiş bir yolcuyla selamlaştıklarını anladım.

Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar, Esin Şenol, 94 syf., SRC Kitap, 2024.

'AYA, YILDIZA BAKA BAKA CESURCA YÜZLEŞMEYE VE YAZMAYA KARAR VERDİM'

Pandemi süreci, kitabın temaları arasında yer alıyor. Şimdilerde çok eskide kalmış gibi hissettirse de hayatımızda köklü değişimlere yol açan bir dönemden bahsediyoruz. Sizin yazma sürecinizi ve kişisel yaşamınızı nasıl etkiledi?

Hekimlik ve akademisyenlik ağırbaşlı bir ciddiyet gerektiriyor. Ben de bu beklentinin içine sığışıp lise yıllarım boyunca yaptığımı bile yapamıyordum bu kez. Üstelik mesleğiniz nedeniyle, neredeyse şehirdeki herkesle bir tanışıklığınız olduğu hâlde annelik, eşlik gibi başka ağırbaşlılık gerektiren sıkışmışlıklar da vardı. Pandemi, ben dahil düşlerini yitirmiş insanların ölümle yüzleşmelerinin ne denli trajik olduğunu topyekûn önüme yığıverdi. Hiçbir şey elimizde değildi ve aslında bir tek kendi hayatlarımız tümüyle elimizdeydi. Kitaptaki şu cümle de buna dokunuyor: “Hayat, okuyucusu olmayan bir yazar olmaya benziyor.” Hakikaten bunu, yani o cümleyi yazdıran gerçekliği derinden duyumsattı pandemi bana. Ben de aya, yıldıza baka baka o karanlık ormana dalmaya yani cesurca yüzleşmeye ve yazmaya karar verdim.

Kitapta kadın karakterlerin hayatla mücadelesi ve toplumsal hayattaki konumu güçlü şekilde işleniyor. Genel olarak kendi yaralarını sarmayı başaran karakterler gözlemliyorum. Biraz kadın karakterleri yaratma sürecinizden bahsedebilir misiniz?

Romanda, hayatıma sızmış tüm kadınlardan sızıntılar var. Hayatıma sızanlar, karanlık ormanımda yolumu kaybettim diye ürperdiğimde seslerini duyduklarım, omzunda ağladıklarım, dolunay ritüelleri yaptıklarım. Yani arzularını sezdiklerim, göz hizasından gönül hizasına geçtiklerim. İlla fiziksel, yakın bir tanışıklık değil söz ettiğim, bana güç ve direnç aktaran tüm kadınlar; ki onlar benim "Mitokondriyel Havva’larım" yani kalıtçıları olduklarım… Akıllı ve iyi eğitimli kadınlar, öncelikle kendilerini güçlü kılan bu özellikleriyle ödeştiriliyor, onların etrafına çok daha yüksek duvarlar örülüyor. Ve benim ilgimi, hüsranları göze alan, hüsranlarıyla ilinti kuran kadınlar çekiyor. Yazarken hep onlar vardı etrafımda, onlarla göz kırpışıp durduk.

Özel olarak Dr. Simin karakterine de eğilmek istiyorum. Yaşamı ve kişiliği nasıl şekillendi?

Özellikle hekim bir kadın seçtim. En tanıdık duygularım, en tanış olduklarım kadın hekimler. Ayrıca hekimlik, bizim gibi kadınlığın başındaki uğursuz lanetlere karşı büyük bir güç veriyor. Ama yaşamın biyolojik boyutunu kavramaya çalışırken kendinize özel bir özen ya da ilgi göstermezseniz çok mekanikleşir, sonunda kendi biyolojik gereksinimlerinizi imha ederseniz.

Özü şifacılık olduğu halde, daha güncel olan modern "tıp doktorluğu" oldukça erildir. Kadın hekimler en çok erkek hekimlerle evlenir. Toplumsal sınıflamalar, özellikle bizim gibi gelenekçi toplumlarda, güçlü kadını nasıl eşitleyeceğini pek bilemez ama buyurur. Aşılması zor engellerden birisi de budur. Bu da, zaten toplumdaki tüm fay hatlarının üstünde dolaştığı kadını ayrıca “gölgesine” iter. Yani kadın, tüm vahşi arzularını yitirdiği, özgürlük diye çıktığı yolda kim olduğunu unuttuğu bir yolculukta bulur kendisini.

Ama Simin benim lise yıllarımdaki o daha ihtiyatsız, daha savruk cesaretimi; akademisyenlikle, doktorlukla birlikte omuzlarıma çöken ağırbaşlılıkla harmanlamayı başaran bir kadın. Ben yaşamı şekillendirmeye çabalıyorum, o gözü pek yolculuğu sayesinde yaşamın şekillendirilemeyeceğini kavramış. Başına hem kötü şeyler hem iyi şeyler geliyor, bazen ritmini yitiriyor ama sonunda bir çıkış keşfediyor.

'BU ROMAN KADINLARA HUZUR YA DA İYİLEŞME VADETMİYOR'

Kitabınız yayımlandıktan sonra okur dönüşleri nasıl oldu? Malum, Türkiye kadınlar için zor bir ülke. Sizce bu hikaye Türkiyeli kadınları nasıl etkiledi?

Ummadığım kadar -üstelik de edebiyatla bağı çok derin olan insanlar tarafından- magazinsel meraka maruz kalıyorum. En çok romanda geçen Edebiyatçı’nın kim olduğu ya da gerçek bir kişi olup olmadığı merak ediliyor.

Bu roman kadınlara huzur ya da iyileşme, iyilik vadetmiyor. Bu bir başarı ya da mutluluk öyküsü de değil. Aksine, huzursuz edici. Tam anlamıyla nasıl çuvalladığımızı anlatıyor. Ve daha çok, “ay ışığı” ile yıkanılabilecek karanlık geceleri fark ettiriyor. Yani gelen yorumlardan öyle anlaşılıyor.

Anton Çehov, Arthur C. Doyle, Mikhail Bulgakov gibi edebiyat tarihinde yer alan pek çok yazar bilim insanı kimlikleriyle edebiyatçı kimliklerini harmanlayıp eşsiz eserlere imza attılar. Siz de hem tıp profesörü hem de bir yazar olarak iki ayrı profesyonel hayat sürüyorsunuz. İki mesleği bir arada yürütmek nasıl bir deneyim?

Hekimlik yazmaya engel çünkü zorlu bir fiziksel ve zihinsel kapasite kullandırıyor. Ama yazmak (henüz yazar olduğuma kani değilim) hekimliği teskin ediyor ve azalan gücü yeniden şarj ediyor.

Önümüzdeki projeleriniz ya da hayalleriniz neler?

Bu roman bir üçlemenin ilki. En öncelikli projem, diğer ikisine eğilebileceğim zaman aralığı yaratmak. Bu kitap keşke dünyayı da dolaşsa… Ama bu bir proje değil; düş!