Eski şiirin sesi…
W. B. Bayrıl’ın beşinci şiir kitabı 'Rosa das Rosas' Mühür Kitaplığı tarafından yayımlandı. Bayrıl’ın kitabı 'Rosas das Rosas'taki şiirlerde ilk dikkati çeken ses oluyor.
“Eski şiir”, “eski şiirin sesi” denildiğinde ne anlıyoruz? Genellikle modern Türkçe şiirden de önceki dönemlerin deneyimini, birikimini düşünürüz. Ancak geçmiş deyip geçemiyoruz. Çünkü dolaşıp düşünlerin olduğu gibi ucuna eklenenlerin de olduğu bir zincir söz konusu…
Neden bu konuya yöneldiğimize gelirsek...
Berna Olgaç’ın yayın yönetmenliğini, Mustafa Fırat’ın yayın danışmanlığını yürüttüğü Mühür Kitaplığı 2021 yılının ilk günlerinde W. B. Bayrıl’ın beşinci şiir kitabı 'Rosa das Rosas'ını, Onur Şahin’in ikinci şiir kitabı 'Bun'unu, ayrıca Mem Teneti ve Hüseyin Sungur’un, ilk yapıtları (biyografilerindeki bilgiye göre) olan 'The Elements' ile 'Divaneliklerim'ini okurla buluşturdu.
Mühür’ün yeni yayınları arasında yer alan W. Bahadır Bayrıl’ın kitabı 'Rosas das Rosas'taki şiirlerde ilk dikkati çeken ses oluyor. Ancak Bayrıl’ın şiirini bilenler için bu yeni bir şey değil. Şiirlerin Latince başlıkları ve Latince ifadeler de kitabın ilk bakışta dikkati çeken diğer özelliği olarak sayılabilir.
Seksenli yıllarda şiire başlayanlar arasında ses Bayrıl’ın ayırt edici özelliği olarak dikkati çekmişti. Bayrıl, şiirde sese tanıdığı ayrıcalıklı ve öncelikli tutumunu sürdürüyor. Adı Latince 'Sub Alio Caeli' olan ve 'Başka Bir Göğün Altında' diye Türkçeleştirebileceğimiz, kitabın ilk şiirinden bir bölüm okuyalım:
Başkalaşır zaman ve değişir şeylerin işaret
ettiği mânâ. Eriyen saat. Kuzgunî güneşin titreştiği
fani göğün altında.
İri yaprak gölgelerinden hamağa akan
rüya. Kuduz salya! Varoluş ne iştahlı,
ne kapanmaz yara!
O tempora
Tempora, uçurum sana bakar
sen ona bakmasan da.
Şiirin yapısını oluşturan birimlerin yönetimini sesin üstlenmesi, başka bir deyişle şiiri sesin kurması modern Türkçe şiirde, bilhassa İkinci Yeni sonrasında büyük ölçüde terk edilmiş bir tutumdur. Aslında bu tutumun değişmesini Garip dalgası sağlamıştır. Birinci yenicilerin, şiiri kalıplarından kurtarma kastının içinde ses de vardır. Garip’in, Cumhuriyet rejimiyle birlikte tasavvur edilen yeni kulaklar için yeni ses arayışında bir aşama olduğu biliniyor.
Uzunca bir süredir modern Türkçe şiirin ekseni, işitsellikten çok görsellikle ilgilidir. Öte yandan modern Türkçe şiirde sese, işitselliğe öncelik tanıyarak yazan şairlerse hep var olmuştur. Şiirde sesle ilgili tutum, eski yeni tartışmasını da gelenek, geçmiş, kültür, kimlik ve benzeri tartışmalar odağında gündeme getirmiştir.
Bu konudaki en önemli tartışma 1970’te çıkan Turgut Uyar’ın kitabı 'Divan'ın yayımlanmasıyla gerçekleşir. Uyar’ın kitabı ekseninde, gelenek ve daha çok da divan şiirine nasıl yaklaşılacağı konusu gündeme gelir. Tartışmanın sol çevrelerce yürütüldüğünü de hatırlatalım. Uyar’ın yapıtını eleştirenler kadar savunanlar da olur.
Murat Belge, Halkın Dostları’ndaki “Divan Edebiyatı Geleneği” başlıklı yazısında, “divan ve halk şiirinin bugünün şiirine kaynak olamayacağını, Osmanlı şiirinin ağır aksak ritminin bugünün toplumunun sanat beklentisini karşılamayacağını, vezinlerin iyice eskimiş, kalıpların donmuş olduğunu, bunları kullanmakla, ancak mekanik bir taklitten öteye gidilemeyeceğini” dile getirir.
Turgut Uyar, yapıtı ve girişimine yönelik eleştirilere karşı çıkarken şunları söyler: “Toplumsal sınıflara göre sanat türleri olduğunu kabullenmek bile, geçmişte bir mutlu azınlık için kullanılan bir sanat türünün sırf bu yüzden bir daha kullanılmamasını düşünmek ve önermek, kültürün bütün insanlığın kalıtı olduğunu yadsımak demektir. Zaten bir ‘divan’ yapmakta asıl amacım, geçmiş bir mutlu azınlığın kullandığı aracı halk adına, halk yararına kullanmaktı... Klasik birtakım kavramların yer ve anlam değiştirmesine niye şaşmalı?”
Dönemin genç şairlerinden Ataol Behramoğlu’nun Halkın Dostları’nda, Turgut Uyar’ın yapıtını ve girişimini alaycı bir tutumla karikatürize etmesi tartışmanın dozunu daha da arttıracaktır.
Gelenek tartışmasıyla birlikte yürütülen, aslında daha çok, başta ses olmak üzere divan şiirinin biçimsel özelliklerinin muhafaza edilip edilmemesiyle ilgilidir. Tartışmanın odağında Turgut Uyar ve kitabı 'Divan' vardır. Ama divan şiirini çağrıştıran birtakım unsurları kullanan ilk şair o değildir. Behçet Necatigil 'Divançe' (1965), Attilâ İlhan 'Yasak Sevişmek' (1969) ve İlhan Berk 'Âşıkane' (1968) adıyla yayımlanan kitaplarında, divan şiirini hatırlatan öğelere yer vermişlerdir.
İlhan, Uyar başta olmak üzere kimi şairlerin divan şiirinin sesini bırakıp biçimini aldığını söyler. Kendi tutumunu “Önemli olan ses; ben sesi, hem kökten alıp hem de yeni bir özün emrine vermeye çalışıyorum” diye açıklar. Oysa ses de biçimsel bir öğedir. Muhtevadan ayrı düşünmek de pek mümkün değildir.
Behçet Necatigil, görüşünü şöyle dile getirir: “Turgut Uyar’ın gazel yazması biçim bakımından değil, öz bakımındandır. Divan edebiyatındaki belirli sanatların dışında sanatlar yapsa bile, o bırakılmış kelimelerin yerine geçmiş yeni kelimeler arasında ses oyunları, çağrışımlar yapsa bile bunlar hep öze dayanır. Öz dediğimiz; yani insan muamması.”
Öte yandan, şunu da sorabiliriz galiba: Gelenek ve geçmiş denildiğinde altmışlı, yetmişli yıllarda da olsa hatıra hâlâ divan şiirinin gelmesi ne kadar olağandır?
Modern Türkçe şiirle divan şiiri arasındaki bağlantıyla ilgili tartışmalar yaşanırken üzerinde pek durulmayan bir konu dikkati çeker. İki şiir geleneği arasında Tanzimat’la başlayan ve hiç de küçümsenmeyecek uzunlukta bir dönem vardır. Bu uzun sürmüş ve pek de ara olmayan dönem, aynı zamanda şiirde, geçmişinden kopmayı hedefleyen girişimin başladığı bir süreçtir. O nedenle divan şiirinden kopuş, modern Türkçe şiirle değil, Tanzimat sonrasında yükselen dalgalarla gerçekleşmiştir.
Tanzimat sonrası gelişen şiir anlayışlarının getirdiği yeniliklerin son halkasını oluşturan şairlerden olan Ahmet Haşim, aynı zamanda modern Türkçe şiirin öncü isimlerinden biri olarak değerlendirilir. Bir diğer isim, bir ayağı mazide olmasına karşın bir diğer ayağını atiye atamamış olan Yahya Kemal Beyatlı’dır. Beyatlı, pekâlâ geçmişin ve yaşadığı zamanın şairi ya da yaşadığı zamanda sırtı geleceğe, yüzü geçmişe dönük olmayı tercih etmiş bir şair olarak tanımlanabilir.
Öte yandan modern Türkçe şiirin hızla yükselişe geçtiği dönemin Cumhuriyetle başladığını da kaydetmek gerekir. Son divan şairleriyle modern Türkçe şiirin öncülerinden sayılan Ahmet Haşim, hatta Yahya Kemal arasında da neredeyse yüzyıllık bir süreç vardır. Kısaca Tanzimat olarak adlandırılan o kopuş dönemi vardır… Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanzimat’la birlikte yaşanan kopuşu “Bitmeyen Çıraklık” başlıklı yazısında şöyle dile getirir: “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan, hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi...”
Yetmişli yıllarda, “Divan Şiirine Dönüş Beyanındadır” başlıklı yazısıyla tartışmaya katılanlardan Fahir Onger’in bu konudaki görüşleri dikkat çekici olduğu kadar düşünmeye kışkırtır. Onger’in söyledikleri bir yönüyle de Tanpınar’ı yanıtlar niteliktedir. “Divan şiirini, Batı şiirine örnek aldığımızdan ötürü değil, bu edebiyatın kaynağı olan Fars edebiyatının XIX. asırda kurumuş olduğu, örnek alınacak bir yanı kalmadığı, eski ustaların eserlerinin de tercüme ve tanzir edile edile tüketildiği”ni dile getiren Onger, “Batı şiirine yönelişin bir zorunluluktan” ileri geldiğini savunur.
Bugünden geriye dönüp baktığımızda modern Türkçe şiirin bir asrı aşan süreci kapsadığını ve kendi tarihini, dilini, kültürünü, biçimini, biçemini, tavrını yarattığını; kendine özgü bir sesi, sedası, edası olduğunu daha açık biçimde söyleyebiliyoruz. Bir şey daha söylemek mümkün: Ne kadar etki altında kalmış olursa olsun, biçim ve biçemiyle özgünlüğü hiç de azımsanmayacak bir modern Türkçe şiir oluşmuştur. Kısaca diyebiliriz ki, modern Türkçe şiir kendi geleneğini yaratarak gelişmiştir.
Buna karşın köklü bir kopuş gerçekleştiren modern Türkçe şiirin birikiminde, geçmişin derinliklerinde kalmış divan ve halk şiirlerinin etkisinin sanıldığından daha az olduğunu söyleyebiliriz. Bu etkinin kimi kesimlerce ve birtakım kaynaklarda abartıldığını da ekleyelim.
Bayrıl’ın şiirlerinin “eski şiirin sesi”yle ilişkisini, bir klasik müzik parçasını rock orkestrasının seslendirmesinden çok, bir rock parçasının alaturka müzik sazlarıyla seslendirilmesi gibi göründüğünü de kaydetmek istiyoruz. Bayrıl’ın sese, şiirin diğer birimlerinden daha çok yaslandığını söylemiştik. O sesin içinde artık, “eski şiirin sesi” diyeceğimiz bir sesin yerleşik olduğunu da söyleyebiliriz. Ama o “eski şiirin sesi”nin modern Türkçe şiirin dışından gelmediğini de belirtelim.
W. Bahadır Bayrıl’ın şiirinde Eliot’un, “Bir şiir bir başka şiiri anımsatmazsa, o şiirin büyüklüğü söylenemez” sözünü hatırlatırcasına Rilke gibi, Baudelaire gibi, Ahmet Haşim gibi şairlerin sesi duyuluyor. Modern Türkçe şiirde bu şairlerin etkisinin divan şairlerinden daha fazla olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bayrıl, bir sentez arayışı içinde görünüyor. Belki buna, farklı uçların senteziyle yeni bir uç oluşturma arayışı denilebilir.
W. Bahadır Bayrıl’ın şiirleri iddiasız şiirler değil. Nasıl bir iddiadır bu? Sesin, sadece sesin kalıcı olduğunu savunan bir iddia diyebiliriz. Bu açıdan onun, modern Türkçe şiirde, daha çok Behçet Necatigil’in izinde, Hilmi Yavuz’la birlikte durduğunu söyleyebiliriz.
Şairin daha çok yaşının oluşturduğu kaygılarla “gelmiş geçmiş” üzerine düşündüğü şiirlerden bir parça daha aktaralım. “Adsum” (Türkçesiyle Burada) başlıklı şiirden bir betik:
Akşam ki kâğıtlarda bir inilti.
İner beraber. Dalgın melodiler
ve çehrende andan geçen şeylerin
o tuhaf kederi
Melez tarih, yorgun çözelti. Şehir
ürüyor. Ufukta erirken işaretlerin
tekinsiz şahitliği.
Çağımız görsellik çağı. Bir başka deyişle ekran çağı. W. Bahadır Bayrıl’ın şiirlerini görsellik bombardımanına karşı sessel bir itiraz olarak değerlendirmek ve okumak da olası gibi.