Eskiyen giysiler, çürüyen insanlar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı da, Oktay Akbal da insanın bitmeyen hesabını eskiyen ‘giysiler’ üzerinden anlatır. Eşyalar eskimek nedir bilirler, ya insanlar? Zamana yenilmeyi bilmeyenlerle yaşıyoruz, onları izliyoruz. Akbal’ın dediği gibi “çürümüş, bitmiş insanlar bu halleriyle ortalıkta dolaşırlar, gururla, övünçle, kendilerini bir değer diye kabul ettirmeye kalkışarak!..”
Bir metnin hangi metni peşi sıra getireceği tamamen kişiseldir. Örneğin beni, Oktay Akbal’ın bir denemesi tutup sertçe Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ının yanına fırlatır. Kim bilir başka okurlara neleri neleri hatırlatıp, onları hangi romanın, öykünün, şiirin ortasına yollamıştır. Okur olanın yaşayacağı bir haz, bir ayrıcalık bu.
Oktay Akbal “İnsanlar da Eskir”de ne diyor da, bu harika denemenin ortasından Tanpınar’ın roman kahramanının yanı başına yerleşiyorum? Sanırım beni harekete geçiren şu cümle: “Her eşyada bir parçamız kalır.” Verilen, eskiciye satılan ya da dolapların, sandıkların unutulmuş köşelerinden çıkan giysilerin insana tesirini anlatır Oktay Akbal denemesinde. Hadi gel de şu iddianın sahibi Hayri İrdal’ı hatırlama: “(…) eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür.”
Metinler arası kurulan bu bağdan sonrası sayfalardan sayfalara yapılacak karşılıklı misafirlikler. Ve o meşhur “misafir misafiri istemezmiş” sözünün boşa çıktığı an.
Oktay Akbal, bir dolabın derinliklerinde karşımıza çıkan eski giysilerimizin şaşırtıcılığını anlatır: “Sanki on yıl, yirmi yıl önceki ‘siz’ birden diriliverirsiniz. Dönüverdiniz yıllarca geriye. Eski bir kravat, bir kazak, bir pantolon, bir gömlek, hele bir pabuç bütün o yitik anıları yaşatır yeniden. O pabuçlarla aştığınız yollardasınız derken, o kahverengi pantolon yepyeni, yeşil fötrün rengi atmamış!” Giysilerimizin biz öldükten sonra bile “damgamızı” taşıdığını söyler. “Hatta yaşarken birine verdiğimiz bir kazağı, bir gömleği, bir pabucu sokakta görsek, başkasının sırtında ya da ayağında, kendi yansımamızı buluruz birden. Bir parçamız kopmuş gitmiş, bir başkasının yaşamına eklenmiştir.” Akbal’ın kendisi de böyle bir deneyim yaşamıştır. Bir gün sokakta yürürken vaktiyle giydiği siyah gömleğini başkasının üzerinde görür ve şöyle der: “Eski ‘ben’le karşılaşmış gibi oldum. Birine vermişiz, o da başka birine, ‘derken o karanfil elden ele’.”
Tanpınar’ın anlatıcısı ise giysilerin anlamını derinleştirir. Çünkü Hayri İrdal bir başkasına verilen kıyafetlere dair saptamayı oyar da oyar. Ev sahiplerinin ya da yöneticilerin yanlarında çalışanlara eski kıyafetlerini hediye etmelerinin altını çizer. “(…) Hizmetçilerimize hemen evimize gelir gelmez bir kat elbise, iki eski gömlek, boyunbağı, hiç olmazsa ayakkabılarımızdan birini hediye etmemizin hikmeti de bu olsa gerektir. Bizi hiç tanımayan bu insan birdenbire elbisemizin içine girdiği, kunduramızla yürüdüğü için, âdeta onun gizli zoru ile bize yaklaşır, farkında olmadan bizim itiyat ve düşüncelerimizi benimser. Bunu ben kendi nefsimde iki kere tecrübe ettim.” Böylelikle Hayri İrdal, tıpkı Oktay Akbal’ın dediği gibi eşyalarda bir parçamızın kaldığını kendine göre yorumlar. Romanın devam eden bölümünde kendisine eski elbiselerini hediye eden iki farklı kişiden bahseder. O kıyafetleri giydiği dönemde onlara ne kadar benzediğini anlatır. Dostu, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurucusu Halit Ayarcı da farkında olmadan tarihin büyük bir sırrını çözdüğünü, psikolojik bir mekanizmayı keşfettiğini söyler ona ve önemli şahsiyetlerin ötelerini berilerini vermelerinin hep bu yüzden olduğunu açıklar. “Roma imparatorları, krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşyalarını dostlarına hediye ederlerdi. Hatta Osmanlı hükümdarlarının, vezirlerinin kürk ve kaftan ihsan etmeleri de bu yüzden olsa gerektir.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, roman kahramanı üzerinden insanın habire kendine yontan karanlık tarafına dikkat çekerken; Oktay Akbal eskiyebilmenin erdeminden bihaber insanı eleştirerek bitirir denemesini. Kırk elli yıl hacıyatmaz gibi ortalarda bir öyle bir öyle dolaşanlardan söz açar. Bir milletvekili bir bakan, bir elçi bir tüccar... Tanpınar da, Akbal da insanın çiğliğini, kötücül yanını, bitmeyen hesabını ‘giysileri’ kerteriz alarak anlatır.
Metinler arası bu okumadan geriye kalan ise her defasında eşyanın masumiyeti oluyor benim için. Oktay Akbal apaçık yazıyor zaten: “Eşyalar eskime nedir bilir, bir yere kadar karşı koyar, acımasız zamana yenilgiyi benimserler sonra… Ama eskimiş, çürümüş, bitmiş insanlar bu halleriyle ortalıkta dolaşırlar, gururla, övünçle, kendilerini bir değer diye kabul ettirmeye kalkışarak!..”