Euro 2020'den bazı politik esinlenmeler
Sonuç ortada: “Her Kıraç’a bir gol” şiarıyla tamamladık turnuvayı; arka kapıdan sessizce ayrıldık... Bu rejimde, bu ortamda, bu iletişim dehalarının (!) kafasıyla başka türlüsü de olamazdı zaten. Diplomasiden bunu anlayanın, futbolunun da bu olması gayet doğal. Dönüşümün ne denli dışında, kenarında kaldığımız yine kabak gibi ortaya çıktı.
EURO 2020’ye Avrupa’nın en yaşlı ulusal ligi ve en genç ulusal takımıyla gidiyorduk. Grup maçlarında pırıltılı bir performans ortaya koymuştuk. Kişisel olarak ben de, bu defa en tepelere dek yolumuz olduğuna inanmıştım. Hatta bu başarının (heveslenip Bakü’ye gitmesinden de daha sonra anlaşılacağı üzere) siyaseten Erdoğan’ın hanesine yazılacağını da öngörüyordum. Üstelik, hep en antipatik takımlar arasında yer alırken bu defa sempatik bir duruşumuz vardı. Kendi geçmişimi düşünürüm: Burnunu tek TV kanalına dayamış bir çocuk te Türkiye’de neden 1980’de Belçika’ya, 1984’te Danimarka’ya tutulur? Veya tersinden: Bugün (atıyorum) Norveçli futbol tutkunu bir çocuk Türkiye’den heyecanlanır mı? Sanki bu sene, o sene olacaktı.
Olmadı. Oysa her şey yolunda gibiydi. Derken, azimle ıkındığı izlenimi veren görünümüyle son anda Kıraç ortaya çıktı. “Sen de askersin, sen de Mehmet’sin” gibi olabilecek en abuk sabuk, en ucuz sözleri kulağımızın tozuna bağırdı. Sonuç ortada: “Her Kıraç’a bir gol” şiarıyla tamamladık turnuvayı; arka kapıdan sessizce ayrıldık. Hem teknik, hem direktör olan deneyimli hoca Şenol Güneş de zihnimizi açtı: “Takımın üzerinde bir ağırlık var.” Ve: “Oluşan havadan olumsuz etkilendi takım.” Yine hafifleyemedik, yine tadını çıkaramadık. Hani “Bananas” (1971) filminde Woody Allen yatağın yanında maç başlangıcındaki boksör gibi beyaz bornozuyla zıplayarak gülünç ısınma hareketleri yapar seks öncesi ve sonra iki dakikada biter her şey. Halimiz ona benzedi. Alpay’ın başında kendini yırtarak milli marşı söyleyip, sonunda konuk (!) takımı tünellere dek tekme tokat kovaladığımız o mahut İsviçre maçı ruhunu andırdı bu serüvenimiz de.
Bu rejimde, bu ortamda, bu iletişim dehalarının (!) kafasıyla başka türlüsü de olamazdı zaten. Diplomasiden bunu anlayanın, futbolunun da bu olması gayet doğal. Dönüşümün ne denli dışında, kenarında kaldığımız yine kabak gibi ortaya çıktı. Beş milyona varan Türkiyeli nüfusundan Almanya kaç A+ düzeyinde oyuncu devşiriyor, 82 milyonluk nüfusuyla Türkiye kaç? Hatta Türkiye ulusal takımında Almanya’da mürekkep yalamış kaç oyuncu var? Yanıt eskiden olduğu gibi hazır değil. Çünkü altyapımız düzeldi. Buna karşılık oynadığımız topun niteliği muasır medeniyet seviyesini yakalayamadı. Neden? Bana kalırsa, Çin’in en parlak öğrencileri neden öğrenimleri için ABD’nin en iyi üniversitelerini seçiyorlarsa ya da ancak ABD’de en başarılı akademik üretimlerini gerçekleştiriyorlarsa ondan. Kendileri olabiliyor, yaşantılarını dilediklerince sürdürebiliyor, mutluluğun peşine içlerinden gelen yoldan düşebiliyorlar da ondan.
Avrupa’nın altyapılarına saha, bina, kapsama olarak yakınlaştıysak neyimiz eksik? Bir sistem ve bir kültür veremiyoruz. Önce insan, önce sporcu olmayı, oyunun ölüm-kalım savaşımı olmadığını öğretemiyoruz. Daha on yaşın altından itibaren, zorla değil sonsuz zevk alarak; takım dayanışması, taktik disiplin ve öz-disiplin ve belki en önemlisi coşkuyla o çocukların top oynamasını sağlayamıyoruz. Oysa altyapılardan gelip, henüz annemizin ligini görmeden, doğrudan Avrupa deneyimi yaşayan çok genç oyuncumuz var. Arsaya topa kaçan çocukların ana-babalarından dayak yedikleri dönemler çoktan geride kaldı. Geçenlerde Edremit Havaalanı’na giderken formalı, kramponlu bir fidanı yine (bana göre) gencecik (ve haydi söyleyeyim) başörtülü, pardesülü anası aynı minibüsle öğle sıcağında antrenmana götürüyordu. Gözlerim hafiften buğulanmadı desem yalan olur. Belki çocuğun forması sarı-kırmızıydı, ondandır.
Özellikle erkekleri bu denli dövüşken bir ulustan neden dünyaya egemen olacak nicelik ve nitelikte MMAcı ve boksör çıkmaz? O disiplin ve öz-disiplin, süreklilik, özveri işi. Ama polisimiz adam döver, bar fedailerimiz de, güvenlik görevlilerimiz de. Zira MMA müsabakası yahut boks maçı kavga değildir, rakip de düşman. “Gâvura vurur gibi” vurmakla, silleyi Bayrampaşa sallamakla başarılı olunmaz. Aynı bağlamda, Bulgar sınırından da, Kafkasya sınırından da sonsuz sayıda güreşçi çıkması gerekir. Yağlıdan, karakucağa köy güreşlerinin dahi televizyondan canlı yayınlanıp, bizleri ekran başına toplaması da. Atletizmde yalnızca doğu ve güneydoğu yaylalarının Kenya’ya, Etiyopya’ya eşdeğer orta ve uzun mesafe koşu güçleri olması beklenir. Başka türlü söylersek, son dönemde en istikrarlı, en parlak başarıların kadın voleybol takımlarımızdan ve kadın jimnastikçilerimizden gelmesi rastlantı değil. Üstünlük ve farklılıklarını, ayrıştırıcı özelliklerini onlara sağlayan en başta kadınlıkları.
Erkeklikten, moda (ve o denli anlamsız) deyişle adamlıktan anladığımız nedir? Daha maçın seremonisi yapılıyor, spikerden (Çekya hakkında) beyin zonklatan yorum: “Nasıl müthiş bir konsantrasyonla söylüyorlar ulusal marşlarını!” Breitner söylemezdi örnekse, sonraları Platini de. O bile değişti aslına bakarsanız. Hem neo-liberalizmden filan da değil. Bugünün eritme potası toplumu takımları Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerin rengârenk, çok-etnili, çok-dinli takımlarının oyuncularının çoğunluğu da pekâlâ gönülden söylüyorlar işte marşlarını. Çağrışım yaptı, göstergebilime kayalım yine: Müslüman oyuncular da ellerini iki yana açarak dua ediyorlar ama attığı golü secdeye vararak kutlayan kalmamış gibi. Boşnağı, Arnavutu nasıl yırtıyor kendini İsviçre için, Avusturya için de. E biz adamları kovalamıştık ya ne güzel Fenerbahçe’de daha dün. Nankörler!
Futbolun bir de modası, görünüm kısmı var. Hiçbir dönemde bu denli atletik olmamıştır herhalde oyuncular. Sabaha kadar içip, pavyondan maça gelme dönemi de çoktan kapandı. Gascoigne’un ulusal maç öncesinde Maradona’ya (mealen) “dut gibiyim, sabaha kadar içtim” deyip, “merak etme, ben de öyle” yanıtı aldığı dönemler geride kaldı. Bu oyun, o yaşantıyı George Best de olsanız kaldırmıyor artık. Baksanıza, değil oyuncu, İtalya’nın 56 yaşındaki hocası Mancini’nin karnında baklavaları sayılıyor. Kısa saç moda ama uzatan da Griezmann, Bale gibi topuzlu; Pogba gibi alangirli boyalarla çıkanlar da var. Dövme deseniz, seç beğen al. Ayrıca kimi en sert oyuncuda bir “çıtkırıldım” hava var. Kaptanlık pazubantları gökkuşağı renkli. Anımsarsak Arjantin 78’de özellikle Güney Amerika takımları yeleli (ve bıyıklı da) olurdu. Ancak o saç uzatma bir androjenlik çağrışımı yapmaz aksine sert erkekliğin dışa vurumu olurdu. Cinsellik de, onun içinde erkeklik de değişti. Bizdeyse zarf değişti, mazruf dönüşemedi. Taylan Antalyalı gibi daha nice işaret fişeğine gereksinim duyuyoruz.
Bu kadar karamsar olmayalım. Takımımız yurda döndü, hakemimiz turnuvaya devam ediyor elhamdülillah. Cüneyt Çakır’ın hali, tavrı, yönetim ustalığı UEFA’nın ona sürekli görev vermesini sağlıyor. Çakır’la hiç karşı karşıya gelmedim. Ulusal sporlarımızdan biri de ekran karşısında yahut tribünde hakemin kulaklarını çınlatmak olduğu için, ben de hasbelkader iştirak etmişimdir, hakkını helâl etsin. Bir kere Acun’un “O Ses Türkiye” özel programına çıktıydı. Orada da gayet kendiyle barışık, neşeli bir izlenim vererek İngilizce bir rock parçası seslendirdiydi. Şu satırları yazarken karşıma oturup “senden mi öğrenecem lan ben futbolu/hakemliği?” dese, onda da yüzde yüz haklıdır. Buna karşılık, “yurtta Cüneyt” ile “dünyada Cüneyt” arasında da gece ile gündüz gibi fark yok mu? “Eyyam yapmak” dediğimiz tam da bu değil mi? Demek biz en üst nitelikli tek hakemimizden UEFA’yla aynı verimi alamıyoruz. Neden? Bizim burada ne eksik, ne bozuk? Kabahat Çakır’da mı?
Özel olarak Kızılcahamam’da kamp yapıp, “önce durdur, sonra vur” şiarıyla (taktik, hele strateji hiç denemez buna herhalde) oynadığımız futbolda da, genel olarak tüm spor alanlarında da eskiye göre çok yol aldık kuşkusuz. Ancak bir spor ülkesi olamadık. Tıpkı gerçek bir demokrasi olamadığımız gibi. Adrenalin mebzul ama coşku bize yabancı. Milliyetçiliği halen vatanseverlik sanıyoruz. Kaldı ki vatanını sevmek de zorunlu değil, eşit anayasal yurttaşlık yeterli. Diyebilirsiniz ki “e Yugoslavya’da tam özgürlük mü vardı dümbelek?” “Sporda başarı adına diktatörlüğe de, sonumuzun Yugoslavya gibi olmasına da razıyım” diyorsanız önden buyurunuz. Yaşamak, özgürlük ve (dilediğin yoldan) mutluluğu kovalamak. Yakın gözlüklerinin üzerinden yay gibi kalkmış kaşlarla ukalaca bir bakış. Dudaklarda kibirli mi, müstehzi mi, babacan mı olduğu kestirilemeyen bir gülümseme. “Canım ne alakası var? Biz işimize bakalım kardeşim, icat çıkarmayın.” Eyvallah. O zaman ver tazminatını, gönder Şenol’u; getir Emre-Alpay ikilisini, ver mehteri. Vatan-millet-Sakarya, bekle bizi, geliyoruz Katar!
*Sanıyorum açıklamama gerek yok, okuduğunuzu siyasal içerikli bir yazı olarak tasarladım. Alanım olmayan futbol hakkında ahkâm kesmek haddim değil. O işi bu sütunlarda Ali Fikri Işık ve Suat Başar Çağlan layıkıyla yapıyor. Ben de onlardan okuyup, öğreniyorum. Siz değerli okurlarımdan futbola meraklı olanlara da naçizane önermiş olayım.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI