Evcilleştirme mi sömürü mü?
Neden hayvansal gıdalar için bu denli acıya sebep oluyoruz? Biraz alışkanlık, biraz yanlış bilgi ve biraz da umursamazlık belki de. Bunlardan aşılması gereken en önemlisi umursamazlık.
“Hayvan” kelimesi, aynı adlı alemde sınıflanan tüm canlıların ortak adı. Latince ismi “Animalia”, “yaşayan” ya da “ruh” anlamına gelen “anima” kelimesinden türemiş bir kelime. Her ne kadar insanların da bir “hayvan” olduğu birçokları tarafından inkar edilse de aslen insanlar olarak hayvanlar alemine mensubuz. Peki ama hayvanların bir parçası olan insanın diğer üyelerle olan ilişkileri günümüze kadar nasıl evrildi? Bu ilişkiler bugün neyi simgeliyor ve tarihsel süreç bu oluşumu nasıl etkiledi?
Öncelikle, hayvanlar aleminin zekasıyla öne çıkan ve yüzlerce yıl içerisinde yaşadığı dünyayı istediği şekle sokmayı başaran üyesi insan için; zaman içerisinde kendi dışındaki hayvanları da istekleri doğrultusunda yönetmeyi başarmış bir üst hayvan diyebiliriz. Bu sürecin başlangıcı tam olarak Neolitik Çağ denilen ve insanların avcı toplayıcı yaşam stilini bırakıp yerleşik hayata geçtiği döneme denk geliyor. Peki ama insanlar neden avcı toplayıcılığı bırakıp yerleşik hayata geçişi tercih ediyor? Bu soruyu yanıtlayan birden fazla teori mevcut. Örneğin Gordon V. Childe 1928’de ortaya attığı teoride Pleistosen dönem sonu ortaya çıkan kuraklık sonucu hayvanlarla insanların vahalarda yakın bir yaşam biçiminde bir araya gelmesinin, yerleşik hayat ve evcilleştirmeyi ortaya çıkardığını savunuyor. Başka bir grup bilim insanı ise, insan popülasyonlarının kalabalıklaşması sonucu hayatta kalabilmek için, yerleşik hayata geçerek gıda üretimi adına yeni teknolojiler geliştirmeye mecbur kaldığı görüşünde (Binford, 1968; Flannery, 1968; Cohen, 1977; Moore, 1987). Sonuncu teoriye göreyse insanlar kültürel evrimle beraber belirli bir bilgi birikimine sahip olunca, yeni bir sosyal deneyim mekanizması yani yerleşik hayat ve evcilleştirme kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor (Braidwood, 1960; Bender, 1978; Cauvin ve Cauvin, 1984; Hodder, 1990).
Yarı avcı yarı yerleşik insan toplulukları, yerleşik hayata geçiş süreci boyunca hayvanları avlamaya devam ederken, canlı avladıkları ve şimdinin ağıl benzeri bölmelerinde tuttukları yaban
hayvanlarını evcilleştirirler. Bu süreçte evcilleşmeye müsait olmayan agresif karakterde hayvanlar tercih edilmez ve öldürülür. Bunun yerine genel olarak küçük boyutlu uysal dişiler ve yavrular kullanılır. Hatta sonradan görüldüğü üzere, evcilleştirme süreci sonucu hayvanların boyutu yabani akrabalarına göre küçülür ve insan yönetimine uygun hale gelir. Sürekli olarak uysal ve ufak tefek yapıda hayvanların insan müdahalesiyle birbirleriyle çiftleştirilmesi sonucu bu durum gerçekleşir.
Peki evcilleştirme nasıl ve nerede ilk kez gerçekleşti? Bu sorunun cevabı kısmen yanıtlanmış olsa da birçok farklı hayvan türü için evcilleştirmenin tek bir merkezde gerçekleşip diğer coğrafyalara mı yayıldığı, yoksa birden fazla bölgede farklı zamanlarda uygulanmış bir yöntem mi olduğu halen kesin olarak anlaşılmış değil. Biz ekip olarak bu sorunun yanıtını koyunlar için arıyoruz.
KOYUNLARIN EVCİLLEŞTİRİLMESİ
Koyunlar, insanların yerleşik hayata geçtiği dönemde evcilleştirilmeye başlanan dört hayvan grubundan birisi. Güneybatı Asya’da tahminen MÖ 10 bin ila 8 bin yılları arasında başlayan bu sürecin kaynağı ise bir yabani koyun olan Asya muflonu. Asya muflonunun yaşam alanı Batı Anadolu’dan Zagros Dağları’nın doğusuna doğru uzanmakta. Arkeolojik bilgiye göre yerleşik insan toplulukları, İç Anadolu Bölgesi’nden Kuzeybatı İran’a kadar olan bölgede koyun yetiştirmeye başlamışlar. Örneğin Aksaray’da bulunan Aşıklı Höyük’te koyun yetiştiriciliğinin ispatı olan ağıllar halen daha görülebilir. Güneydoğu Anadolu’da bulunan Çayönü ve Nevali Çori yerleşimlerinde ise kemik analizleri, erkek koyunların dişi koyunlara göre çok daha erken yaşta öldürüldüklerini gösteriyor ki bu da evcilleştirmenin ispatı olan eylemlerden biri. Nedeni de dişi koyunların hem yavrulama hem de süt üretimi adına faydalı olmaları ama erkek koyunların sadece etleri için işe yaramaları. MÖ 7500’den itibaren bölgede, evcilleştirmenin bir süredir devam ettiğinin kanıtı olan koyun boyutunda küçülme ve erkek bireylerin yoğunlukla erken yaşta öldürülmelerini görebiliyoruz. Anadolu’da bunun en baskın görülebildiği yer Çatalhöyük. Tahminlere göre bu tarihlerden sonra koyun evcilleştirme yöntemleri Anadolu’dan Avrupa’ya, Kuzey Afrika’ya ve Orta Asya’ya yerleşik hayata geçmiş insanların göçüyle birlikte yayılmış. Hem zooarkeolojik veriler hem de genetik çalışmalar evcilleşen koyunun tahmin edilenden daha karmaşık bir tarihi olduğuna işaret ediyor. Bunun bir nedeni dünya genelinde evcil koyunların, diğer evcilleşen hayvanlara, örneğin sığır ya da köpeğe kıyasla genetik olarak çok çeşitli bir yapı göstermesi.
Bunun birkaç nedeni olabilir: Ya koyun birden fazla bölgede farklı zamanlarda evcilleşti, ya da evcilleşmenin gerçekleştiği yaban koyunları düşünülenden çok daha çeşitli bir genetik yapıya sahipti. Bir diğer olasılık ise, evcilleşen koyuna farklı yaban koyunlarından zaman içerisinde karışım olması. Bu üçüncü senaryoyu ispatlayan çalışmalar halihazırda bulunuyor. Günümüz evcil koyununa baktığımızda ise genetik olarak iki farklı gruba ayrılıyor. Doğu grubu Asya ve Afrika koyunlarını içine alırken, Batı grubu Avrupa koyunlarını kapsıyor. Bu ayrımın milattan önce 7 binli yıllara dayandığına dair antik DNA çalışmaları bulunuyor. Bunun yanında, dünya genelinde evcil koyunlarda genetik ortak noktalar da fazlasıyla var. Bunun nedeni, istenilen koyun türlerinin dünya çapında son beş bin yılda ticaretle yayılmış olması. İlk evcilleştirilen koyunlar büyük ihtimalle etleri için kullanılırken, daha sonra süt ve yün gibi ikincil üretimler de ortaya çıkmış, özellikle de MÖ 4. bin yıldan itibaren Güneybatı Asya bölgesinde buna dair kanıtlar mevcut. İlginç bir şekilde koyunun dünyaya dağılma tarihi de tam olarak yün üretiminin başlama zamanlarına denk geliyor ki, bunun nedeni istenilen yün özelliklerine sahip koyunun dünya çapında ticaretle yayılması olabilir. Şimdilik koyunda var olan çeşitliliği tam olarak açıklayamasak da yapmakta olduğumuz arkeogenetik çalışmalar ışığında koyunun ne şekilde evcilleştirildiği ve detaylı olarak dünyaya nasıl yayıldığına dair sorularımıza cevap aramaya devam ediyoruz.
Genel olarak evcilleştirme ve hayvanların insan refahı için “kullanımı” kavramına detaylı bakarsak, ilginç bir şekilde sadece evcilleştirilemeyen hayvanların mitolojik öneme sahip olduğunu gösteriyor birçok kaynak. Üstelik pagan dinler döneminde, evcilleştirme gerçekleştikten sonra hayvanların kullanımındaki artışla beraber, hayvanların insanlar için tanrı tarafından gönderildiğini destekler nitelikteki tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı başlıyor. Aslında bu düzen hayvanlar tarafından bakıldığında tam bir sömürü cehennemi. Bunun farkındalık yaratmasıyla tarih boyunca hayvan kullanımı konusunda farklı bakış açısına sahip bireyler ve toplumlar da ortaya çıkıyor. Örneğin Leonardo Da Vinci ve Picasso, dönemlerinin et yemeyi reddeden bireylerinden. Antik Japonya’da ise sebepsiz yere hayvan öldürmek ölümle cezalandırılıyor. İlk Çağ’a baktığımızda, ilk hayvan hakları yasaları bu aydınlık döneme rastlarken, tek tanrılı dinlerle beraber hayvan hakları ihlalleri yaygınlaşıyor ve Aydınlanma Çağı’nda “hayvanlar ruh taşımaz” kisvesi altında hayvanlara acı veren bilimsel deneyler ortaya çıkıyor. Maalesef bu uygulamalar aydınlanma çağıyla sınırlanmış değil. Günümüzde bile hala hayvanlar üzerinde deneyler ve sömürü uygulamaları devam ediyor.
HAYVANSAL GIDALAR ZARURET Mİ LÜKS MÜ?
On bin yıl kadar önce dünyada sadece birkaç milyon yabani tavuk, sığır, koyun, keçi varken günümüzde evcilleştirilmiş ve gıda sektörü için kullanılmakta olan yaklaşık 25 milyar tavuk, 1.5 milyar sığır, 1.2 milyar koyun, 1 milyar keçi ve 1 milyar kadar domuz bulunuyor. Sayısal olarak ciddi bir artış göstermiş olmaları maalesef bu hayvanlar için gerçek bir refah seviyesi anlamına gelmiyor. Yabani ortamda tavuklar yaklaşık 10-12 yıl, inekler ise 25 yıla kadar yaşayabilir. Yiyecek üretme amacıyla var olan tavuklar ve inekler ise haftalar ya da aylarla ölçülen sürelerde kesilir. Sütleri, yünleri gibi ikincil üretimlerden faydalanma amacı güdülen hayvanların biraz daha uzun yaşamasına izin verilir. Fakat ne pahasına? Süt üreten inekler doğumdan itibaren yavrularından ayrılır, yavrular eti için kesilir ve anne süt üretme süreci sona erince tekrar hamile bırakılır. Yumurta tavukları sıkışık kafeslerde kanatlarını açıp geremeyecekleri ortamlarda toprağa hiç basmadan yaşar ve ölürler. At, eşek, boğa gibi koşum hayvanlarının itaatkâr olmaları için hareketleri kısıtlanır, agresyonlarını önlemek için hadım edilirler. Gemlemek, kafese kapatmak, kamçılamak gibi eylemler hayvan endüstrisinin ya da gerçek ismiyle hayvan sömürüsünün olmazsa olmazlarıdır.
Peki ama tüm bunlar gerçekten gerekli mi? Karmaşık hislere sahip olduğu artık bilinen hayvanların bu tür bir sömürü ve acıya maruz kalmaları mecburi mi? Belki tarım devrimi gerçekleştiğinde bu bir zaruretti. İnsanlar elde edebilecekleri tüm gıda çeşitlerine muhtaçtılar. Fakat günümüz teknolojisinde hiçbir hayvansal gıda zaruret değil sadece bir lüks. Artık sokağımızın köşesinde ya da telefonumuzdaki uygulamanın bir tık ötesinde alışveriş yapabileceğimiz ve envai çeşit bitkisel gıda alternatifi sunan market zincirleri var. İngiliz Sağlık Örgütü gibi dünyanın en gelişkin kuruluşlarının ve bilimsel araştırmalarının da gösterdiği üzere, dengeli bir bitkisel diyet, yapılabilecek en sağlıklı beslenme şekli. Durum buyken neden hayvansal gıdalar için bu denli acıya sebep oluyoruz? Biraz alışkanlık, biraz yanlış bilgi ve biraz da umursamazlık belki de. Bunlardan aşılması gereken en önemlisi umursamazlık! Birbirimize karşı kurabildiğimiz empatiyi, aslında birçok ortak noktamız olan hayvanlar için de kurabilirsek dünya çok daha güzel bir yer olabilir. Ve bir gün köleliğin kaldırılışı gibi, 10 bin yıla dayanan hayvan sömürüsü de ortadan kalkabilir.
*Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü, Dr.
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)