YAZARLAR

Eve yalnız yürümek

Kimsesiz, gariban leylekler uçuyor. Ahmet Hâşim evinden çıkıp tatilini geçirmek üzere Bursa’ya ya da hastalığına çare bulmak için Frankfurt’a gidiyor. Hera’nın lanetiyle Lamia’nın gözleri kapanmaz hale geliyor. Biz de çağın bizlere sunduğu kapanmaz gözlerle kötülükleri, adaletsizlikleri, açlığı, savaşı, işkenceyi anbean, ara vermeksizin izliyoruz. Alışıyoruz.

Eve yalnız yürümenin zihni her daim diri tutan bir yanı var. Bu yalnız dönüşler, karşı kıyıyı apaçık gördüğün güne benzer. Etraftaki kalabalıktan ansızın sıyrılır, incelemeye başlarsın. Titreyen, bulanık görüntülerin ardındakilerin insanlar olduğuna eminsindir artık. Birbirinden uzak insanlar, yaşamı sevenler, yaşama lanet edenler, bıkkınlar, mutlular, kırgınlar, arsızlar, sakinler, yüzsüzler… Ne bileyim… İşte herkes… Kaç çeşit varsa o kadar. Neyse ki bu kadar insan, 17. yüzyılda yaşamış Fransız filozof Blaise Pascal’ı dinlemeyip evlerinden çıkmışlar. Çünkü Pascal’a göre talihsizlikler insanların evlerinde oturmamalarından doğar. Mutsuzluk, güvensizlik, korku, tehlike kapının önündeyse ya da talihsizlikler cirit atıyorsa sokakta, eve kapanarak onlardan kurtulmak mümkün mü?

Dışarıdakiler benim gibi Wilhelm Schmid’e kulak vermiş olacak ki caddelerde yürüyor, merdivenleri iniyor, yokuşları çıkıyorlar. “Açılmak, temkinle de olsa kendini hayatın belirsizliklerine bırakmak daha caziptir. Bazen tam da talihsiz hadiseler yeni bakış açılarına imkân verir. Hayata faydası dokunabilecek bir şeyi denemenin emsalsiz fırsatını sunar.”

Hayat diyorsam eğer, eninde sonunda edebiyata bulanacak bu yazıya büyük bir üslupçuyu çağırmanın zamanı. Kimsesiz, gariban leylekler Ahmet Hâşim’i getirmiş tam şuraya kondurmuş olsun, hayatın neye benzediğini, ne mene bir şey olduğunu bize o söylesin: “Hayat, makul bir insandan ziyade fütürist bir şaire veya kübist bir ressama daha çok benziyor. En akla gelmez şeylerden saadet ve felâketi, iyiliği ve fenalığı yapıyor.”

Düşünsenize Ahmet Hâşim evinden çıkıp tatilini geçirmek üzere Bursa’ya ya da hastalığına çare bulmak için Frankfurt’a gitmese ne Frankfurt Seyahatnâmesi’ni ne Gurebâhâne-i Laklakan’ı yazabilirdi. İşte o zaman biz okurlar bu mahrumiyet çölünün yakıcılığından payımıza düşeni alırdık. Onu Bursa’ya ulaştıran “ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığıyla sürüklenen ufak bir şimendifer”i anlatmasa seyahate çıkma arzusuyla dolabilir miydik? Frankfurt’a giderken ardında bıraktığı İstanbul’u tarif edişi yüreklendirmese, etrafımıza bambaşka bakabilir miydik? “İstanbul’un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve Üsküdar taraflarının göklerini uzak bir yangının hafif kırmızılıklarına boyanmış bıraktım. Onun için zifiri bir karanlıkta tren Sirkeci’den ayrılırken sinirlerim iyi değildi.”

Eve dönüş yolu bitiyor, anahtar apartman kapısında dönüyor. Komşuların akşam yemeklerinin kokularını içime çekerek tırmanıyorum merdivenleri. İkinci katta koku çeşitleniyor. Onlar bu akşam kalabalıklar, belli. Yalnızların dairlerinde kaynayan çaydanlığın taşma sesi, tost ekmeğinin kokusu. Evden çıkmak lazım bir şeydir. Ama bir adımla ama bir satırla; evden çıkmak lazımdır, diyorum anahtarımı sallarken.

***

Eve yalnız yürümenin zihni her daim diri tutan bir yanı var demiştim. İşte bu yalnız dönüşlerden bir diğerinde Lamia düşüyor aklıma. Hani şu Zeus’un sevgililerinden, Libya prensesi, Hera’nın lanetiyle kendi çocuklarını öldüren Lamia. Kıskançlığıyla kavuran Hera, Lamia’nın gözlerini kapanmaz hale getirir ki her gün yaptığı kıyımı yaşayıp uyuyamasın. Lamia ancak gözlerini bir kaba koyduktan sonra kör olarak uyuyabilir. Dışarı çıkacağı zaman da gözlerini alıp yerine takar.

Bugünün, dünyanın, zamanın, insanın haline bakınca Lamia’nın yöntemi bize şunu söylüyor: Alışmayın! Çağın bizlere sunduğu kapanmaz gözlerle her an, her saat kötülükleri, adaletsizlikleri, açlığı, savaşı, işkenceyi ara vermeksizin izliyoruz. Bu sağanağın sonucu müthiş bir sıradanlaştırma. Toplu öldürmeleri izledik, bitti. Öldürülen kadınların son anlarını izledik, bitti. İşkence edilen köpeği izledik, bitti. Çocukların yok edilişini izledik, bitti. Nefret cinayetlerini, nereden beslendiğini konuşmadan gözyaşlarıyla izledik, bitti.

Notlar

Fransız filozof Blaise Pascal’ın tespitini Wilhelm Schmid’in Mutsuz Olmak-Bir Yüreklendirme adlı kitabında okumuştum. Kitap, Tanıl Bora çevirisiyle İletişim Yayınları’nca basılıyor.

Ahmet Hâşim’in Gurebâhâne-i Laklakan’ı ve Frankfurt Seyahatnâmesi farklı yayınevlerince basılıyor. Seyahatnâme için Kırmızı Kedi Yayınevi’nin yayımladığı Şaban Özdemir’in özenle hazırladığı edisyonu tercih etmenizi öneririm. Yazının içinde yer verdiğim Hâşim’in hayat tarifi yazarın “Açlık ve Tokluk” denemesinde geçiyor.

Lamia’nın hikâyesini Plutarkhos’un Gevezeler ve Meraklılar kitabından okumuştum. Güzin Aker’in çevirdiği kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi basıyor.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.