Evet yerel, ama nasıl?
Merkeziyetçi enkaz orta yerde duruyor. Ya bu harabeden daha katı bir merkeziyetçilik doğacak ya da bu yıkıntının ardından yerel demokrasi ve gerçek demokrasi güçlenerek çıkacaktır.
Selaheddîn Biyanî
Tarih boyunca pandemiler, savaşlar ve depremler toplumsal-siyasal değişimleri de beraberinde getirmişlerdir. Bu gibi olayların büyük bir basınçla mevcut zihniyet ve yapıları sarsarak majör değişimlere yol açmasının tarihte çokça örneği bulunmaktadır. Bu değişim iki yönlü işleyebiliyor. Mevcut iktidarlar, bu gibi durumlarda özellikle birlik ve beraberlik söylemleriyle daha da güçlenebiliyorlar. Aksi durumda ise büyük bir gürültüyle iktidarları çökebiliyor. Maraş merkezli iki büyük deprem de pek çok gerçeği su yüzüne çıkarmış olması nedeniyle böylesi bir potansiyel taşıyor. Ancak bu potansiyelin dinamik güce, yani kuvveden fiile dönüşmesi toplumsal mücadele güçlerinin performansına bağlıdır. Aristoteles’in Metafizik’inde sözünü ettiği hem olmaya hem de olmamaya muktedir bir potansiyelden söz ediyoruz.
Söz konusu potansiyelin olmaya dönük realizasyonu için kuşkusuz muhalefete büyük bir görev düşüyor. Geçenlerde Gazete Karınca’da yayımlanan Özgür Moyan’ın kaleme aldığı “Yeni Bir Toplumsal Sözleşmenin Mümkünlüğü Üzerine” başlıklı yazı, bu gerçeğe işaret etmesi nedeniyle son derece önemlidir. Depremler sadece siyasal iktidarın kendisinde değil, iktidarıyla muhalefetiyle bir bütün olarak siyasetin ve hatta siyasal kavrayışın kavram setinde ve gramerinde de köklü değişimlere yol açabilir. Açması da gerekir. Örneğin şu sıralar çokça söz edilen 1755 Lizbon Depremi, yer kabuğu hareketleri vesilesiyle seküler dünya kurgusu ve işleyişi fikrinin önünü açmış, Aydınlanma’yı tetiklemişti. Maraş merkezli depremler de bu boyutta olmasa bile Türkiye’deki mevcut devlet aklını hedefe koyarak bir değişim basıncı yaratabilir.
Enkaz bölgelerine günlerce bir personelini bile gönderemeyen bir devlet kapasitesizliğiyle karşı karşıyayız. Destek olmaya çalışan halkı, siyasi partileri, sivil toplum örgütlerini merkeziyetçi bürokrasi kıskacıyla durdurup hareketsiz kılmaya çalışan tekelci bir devlet aklı devrededir. Tekelci siyaset anlayışı merkeziyetçi güç yığınağıyla yereli nefessiz bırakıp boğmaya çalışıyor. Deprem bölgelerinde güç bela çok zor şartlarda yerel halkın bin bir emekle kurduğu ihtiyaç duyulan malzemelerin yerleştirildiği depolara kayyım atanıyor. Tüm bunlar, depremlerin ortaya çıkardığı en çıplak gerçekliğin katı merkeziyetçiliğin ve tekelci yönetim sisteminin iflası olduğunu gözler önüne seriyor.
KAVRAMSAL GERİ ÇEKİLME: YEREL OLANIN İHMALİ
İşte bu iflas durumu, bir fırsat ve görev aralığını da ifade etmektedir. Maraş depremleri bize katı merkeziyetçi tekelci devlet aklının nasıl bir şey olduğunu bu kez çok daha acıklı ve yakıcı bir biçimde göstermiştir. En büyük fırsatlardan biri de bu merkeziyetçi cehennemin ifşaatındadır. Görev ise toplumsal muhalefetin bunun üzerine kurularak merkeziyetçiliğin panzehiri olan bir yerelliğin savunulmasındadır. Kuşkusuz bu görev Kürtlerle birlikte esasen ülkenin solcularına, sosyalistlerine, devrimcilerine düşüyor. Ancak açıkça söylemek gerekirse henüz böyle bir hareketlilik söz konusu değil. Dahası, uzunca bir süredir ne yazık ki ülkenin devrimci güçleri yerel olanın politik değer ve anlamına karşı kayıtsızlık pozisyonlarını sürdürmektedirler. Bu can sıkıcı durum üzerine düşünmekte fayda var.
Samimi bir şekilde ifade etmek gerekir ki sosyalist devrimin mutlak ve tartışmasız ölçeği ulus-devlet olarak çerçevelendirilmişti. Westfalyan sistem veri kabul edilmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurumsallaşan dünya sisteminin ulus-devlet ölçeğiyle örgütlenmiş olması da bunu perçinlemişti. Immanuel Wallerstein’in de altını çizdiği gibi sol, bu dönemde devrimsel politik değişim vizyonunu iki aşamalı olarak kurgulamış, öncelikle bu ulusal ölçekli merkezin ele geçirilmesi, sonrasında da toplumsal-üretici güç ve ilişkilerin değiştirilmesi yöntemini benimsemişti. Bu taktik, dönemin ekonomi-politik konjonktürüyle uyumluydu. Soğuk Savaş dönemi boyunca yerel ölçeğin birincil olmayışını bugünden bakınca apolojizme düşmeden anlamak mümkündür.
Ancak sorun, bu tarihsel-konjonktürel gerekçenin ötesinde ve daha yapısaldır. Ne yazık ki genel anlamda sol, yereli ihmal etme pozisyonunu kanıksamış durumda. Burada yerelden kasıt teknik bir biçimde kavramın dar anlamıyla belediye yönetimleri değil elbette. Yerelden kasıt, toplumsallığın yerel ölçekli kuruluşudur. Bu noktada hatırlama gibi devrimci bir eyleme ihtiyaç var. 72 gün süren Paris Komünü’nü hatırlayalım. İkinci Fransa İmparatorluğu ile Prusya arasındaki şiddetli savaş, Prusya’nın ilerleyişiyle Fransa’daki merkezi otoriteyi sarsmış, işçi sınıfı da imparatorluğun başkentinde iktidarı ele almıştı. Dışsal bir şok ile merkeziyetçi yapının zayıflaması neticesinde Komün mümkün olabilmişti. Komün, yeni bir toplumsallığı yerelde kısa sürede inşa etmiş, bürokratik merkeziyetçi imparatorluğun antitezi olmuş, merkez ile yerel arasındaki dengeyi de yerelin özerkliği temelinde yeniden kurgulamıştı. Bizzat Karl Marx’ın Komün’ün yerel demokrasi deneyimini nasıl da coşkuyla sahiplendiğini hatırlayalım.
Yine hatırlatmak gerekir ki 1917 Ekim Devrimi de esasen yerele dayanmıştı. Ekim Devrimi’ne giden süreçte örgütlenen Sovyetler, ikili iktidar döneminde Kerensky ve Çarlık güçlerine karşı yerelde alternatif iktidar odakları yaratarak devrimin zeminini hazırlamıştı. 1905 Devrimi sonrasında yerellerde ilmek ilmek örülen şûra demokrasisi, şanlı Ekim Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşemişti. Bu dünya-tarihsel deneyimlerin yanında Türkiye devrimci hareketinin tarihinde de yerelin ve yerel yönetim deneyiminin oldukça önemli bir yeri var. Terzi Fikri’yle efsaneleşmiş Fatsa Belediyesi deneyimi, dayanışma ahlakıyla örülen yerel halk iktidarının parlak bir örneği. Fatsa Komünü, hayata geçirdiği uygulamaların yanı sıra devrimcilerin politik ideallerinin uygulama ölçeği hakkında da dersler içeriyor.
Tüm bu tarihsel deneyimlere ve teorik mirasa karşın sol, açıkça ifade etmek gerekir ki yerele hak ettiği değeri ve anlamı uzun yıllar boyunca atfetmedi. Dahası, yereli ihmal etti. Oysa yerel demokrasi çok büyük bedeller verilerek kazanılmıştı. Bu büyük mücadele mirası ve bedelin tersine sol, yerel mevziyi çok kolayca terk etti. Yerelliği, toplumsalın yerel kuruluşunu, yerel demokrasiyi, yerel siyaseti ihmal ederek bir politik geri çekilme pozisyonunu hayata geçirdi.
'YERELİN ARTAN ÖNEMİ': NEOLİBERAL HİLE
Solun büyük tarihsel-toplumsal mücadelelerle elde ettiği kavramları ve ideolojik-teorik mevzileri kolayca terk etmesi oldukça can sıkıcı. Yine Aristoteles’e atıfla tıpkı doğanın boşluktan korkmasında olduğu gibi siyaset de bu boşluğu doldurmakta gecikmedi. Dünya kapitalist sistemi, artan bir biçimde yerele ilgi duymaya başladı. Özellikle 1980’lerle iyiden iyiye uygulama alanı bularak hinterlandını genişleten neoliberalizm, gözünü yerele dikti. Hatırlanacağı üzere dünya kapitalist sisteminin temel kurumlarından biri olarak Dünya Bankası özelikle 1980 sonrasındaki raporlarında artan bir biçimde “yerelleşme”ye yer vermişti. Banka, küreselleşme olarak tarif edilen sermayenin dünya yüzeyinde büyük bir akışkanlık kazanarak hareket etmesi sürecinin ideolojik meşrulaştırıcılığına soyunurken, “küyerelleşme” (glocalization) gibi kavramsal icatlara da girişilmişti. Küreselleşme savunusu yerelleşme de bahane edilerek gerçekleştirilmişti. Küreselleşme ve yerelleşme ikiz süreçler olarak tarif edilmişti.
Tüm bu süreçte yerelleşme ve yerel demokrasi, özellikle Dünya Bankası gibi küresel kurumlar eliyle ideolojik işgale uğratıldı. Yerellik ve yerel demokrasi, sermayenin dünyaya tüm düzeylerde nüfuz etme sürecinde işlevsel bir araçsallıkla tanımlandı. Sermayenin karlılık alanlarını toplumsal olanın tüm hücrelerine doğru genişletme isteği olarak yerel öne çıkarılarak parlatıldı. Adına yönetişim denen siyasal-ideolojik söylemle, yapılmakta olan yeni bir demokratik yönetsel heterarşi olarak sunuldu. Yerelin artan önemi, işçi sınıfından ve onun örgütlerinden arındırılmış devlet, sivil toplum ve sermayeden oluşturulan üçlü sacayağıyla tahkim edilmek istendi.
Neoliberalizm ile liberalizm arasındaki süreklilik-kopuş tartışmasını bir kenara bırakacak olursak, aslında liberallerin yerele olan ilgisi yeni değil. Klasik liberal düşünce, yereli bir demokrasi beşiği ve okulu olarak görüyordu. John Stuart Mill, John Locke ve Alexis de Tocqueville gibi düşünürler metinlerinde yerele ilişkin çokça güzellemelerde bulunurlar. Hatta yerele ilişkin övgüler öyle bir seviyededir ki çoğu kez özcülük hatasına düşerler. Yerelin özü itibariyle demokratik olduğu, yerelin doğasında demokrasi olduğu savunusunu yapmış olurlar. Yerelin “kendiliğinden” demokratik karakteri iddiasını, yerelin doğası olarak tarif ederler. Toplumsal gerçekliği birbiriyle ilişkisiz biçimde ekonomi ve siyaset olarak ayıran klasik liberalizm, demokrasiyi siyasal alana sıkıştırdığı için yerele içkin olarak kavradığı demokrasiyi de bu kısıtla ele alır.
ÖZCÜLÜK BELASI
Klasik liberalizmin yerele kendiliğinden demokratik bir doğa atfeden bu özcü yaklaşımının, her nasılsa solun belli bir kesiminde de alıcı bulduğunu söylemek gerek. Yukarıda sözü edilen Özgür Moyan’ın kaleme aldığı “Yeni Bir Toplumsal Sözleşmenin Mümkünlüğü Üzerine” başlıklı yazıda da bunun emareleri seziliyor. Yerellik savunusu, yerele ilişkin olumlu bir varsayımla şekilleniyor. Ancak en temelde yerel olana ilişkin tarifin özcülüğe dayanmaması oldukça önemli. Yereli demokrasiyle eşitlemek basit ve bayağı bir kolaycılık. Yerelin doğasını demokrasiyle tanımlamak matematiksel bir kesinlikle toplumsala bakmakla eşdeğer. Yerelin savunusu, özcülük belasına kapılarak yapılmamalı.
Yapılması gereken yerelin toplumsal kuruluşunun kuvvetli demokrasi potansiyeline sahip olduğunun kabulüdür. Nasıl ki merkeziyetçilik antidemokrasi potansiyeline sahipse, yerel de tersinden bir potansiyele sahiptir. Yerelleşmenin ve yerel kuruluşun kazanacağı biçim ve içerek demokrasi potansiyelinin realize olup olmayacağını da belirleyecektir. Örneğin yukarıda sözü edilen neoliberalizmin yerel sevdası, yerelleşme sürecinin kendiliğinden bir demokrasiyi ortaya çıkarmayacağının net bir göstergesidir. Tam da bu nedenle ne türden bir yerelleşmenin ve yerelin toplumsal kuruluşunun savunulduğu sorunu kritiktir.
Kürt siyasal hareketinin bir süredir dondurduğu ve telaffuz etmekten imtina ettiği özerklik ve demokratik özerklik tartışmaları “nasıl bir yerelleşme, nasıl bir yerel demokrasi” sorularına özcü olmayan esaslı yanıtlar getirecek niteliklere sahipti. Demokratik özerklik içerik olarak salt Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözüm yolu olarak değil bir bütün olarak merkez ile yerel arasındaki müzmin gerilimin demokrasi lehine üstesinden gelinmesinin yolunu da ifade eden bir çerçeveye işaret ediyordu. Dahası, yurttaşların geçim ekonomisine dayanan anti-tekelci ekonomi yaklaşımıyla desteklendiği için demokrasiyi salt siyasal alana sıkıştırmayan bir ekonomi politik hedefin içinden kurgulanmıştı. Yerelin özgünlüklerinin ve etnik-kültürel-inançsal çeşitliliğinin kabulü temelinde inşa olunduğundan merkeziyetçi homojenizasyona karşı pozisyondaydı. Yani en kısa ifadesiyle önemli bir demokrasi fırsatıydı. Zaten 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası giderek şiddetlenen hegemonya krizi neticesinde AKP-MHP iktidarına giden süreci ve adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen tekçi sistemin kaskatı bir merkeziyetçiliğe yönelmesini, esasen devlet aklının yerel demokrasi ve demokratik özerklik tartışmalarına vermiş olduğu sert bir yanıt olarak okumak mümkün.
Bugün de yeniden yerelin ve demokratik özerkliğin tartışılması için son derece elverişli ve güçlü bir sürecin içerisindeyiz. Maraş depremleri bu tartışmaları tetikledi. Çünkü herkesin gözü önünde merkeziyetçi yapı ve zihniyet büyük bir gürültüyle çöktü. Ortalık toz duman. Merkeziyetçi enkaz orta yerde duruyor. Bu enkazın kaldırılma biçiminin iki yönlü olacağını söylemek mümkün. Önümüzde iki ihtimal var. Ya bu harabeden daha katı bir merkeziyetçilik doğacak yani enkaz kaldırıldıktan sonra yerine çok daha güçlü bir versiyonu inşa edilecek, ya da bu yıkıntının ardından yerel demokrasi ve gerçek demokrasi güçlenerek çıkacaktır. Bunu belirleyecek olan ise ülkenin sol-sosyalist güçleriyle Kürt siyasal hareketinin alacağı pozisyon ve ortak mücadele pratiği olacaktır. Bu hayati görev ve sorumluluk için yola çıkmanın tam da zamanı değil mi?