‘Evler, Cinler, Perdeler’: Kimse bilmez
Lyudmila Petruşevskaya’nın, “Evler, Cinler, Perdeler” adlı kitabındaki öyküler, kıyıda köşede kalmış insanın gizemli yanlarına dokunuyor. Dirilen ölüler, yalnızlıktan “evde biri var” korkusuna kapılıp, delirenler, babası ve annesi tarafından terk edilip dünyanın yalnızlığına mahkûm edilenler, kötü büyücülerin eline düşüp hayatı kararanlar, kötü kocalar, yükü sırtında kadınlar...
Kitabı açarsınız, eğer ilginizi çektiyse bir süre sonra gerçek dünya ile bağlantınız kopar, metnin size sunduğu dünyanın içinde dolaşıyor olursunuz. Dünyanın gerçekliği başka bir yerde bekleyedursun, siz okuduğunuz hikâyelerin sizi götürdüğü, adını “dalma ânı” koyduğum bir noktaya ulaşırsınız. Bu gizemli bir andır, dünya silinmiş, gerçek kişiler hayatınızdan çıkmış, zihniniz hikâyelerin içinde kendine bulduğu yolda ilerlemektedir. Bir bakıma rüyaya benzer bu durum, rüya kişileri ne kadar gerçek dünyaya aitse, metin kişileri de o kadar gerçek dünyadandır. Varlığı muğlak ama hissettirdiği çoğunlukla gerçektir. Bir esriklik zamanı olarak da düşünebiliriz bunu, bilincin penceresi başka bir dünyaya açılmış, okur orada başka bir yaşamın büyüsüne kapılmıştır. Elbette her metin bunu yapamaz yani sizi alıp o “dalma ânı” veya “esriklik zamanı” dediğimiz duruma götüremez. Bunu hissedemediğimiz metinlerde, dış dünya hâlâ yanı başınızdadır, arada kafanızı kaldırıp başka şeylerle ilgilenme isteğinizi bastıramazsınız hele ki teknolojinin, sosyal medya araçlarının, neredeyse bedenin bir uzvu hâline gelmiş cep telefonlarının çağında, dikkatinizi bir metne vermeniz iyice zorlaşmışken. Ama her şeye rağmen bunu yapabilen edebiyat metinleri var.
PETRUŞEVSKAYA'NIN ÖYKÜLERİ
Lyudmila Petruşevskaya’nın, Jaguar Kitap tarafından, “Evler, Cinler, Perdeler” adıyla basılan kitabı, Ayşe Hacıhasanoğlu tarafından çevrildi. Petruşevskaya’yı ilk kez Türkçede okuma fırsatı buluyoruz, kendisi özellikle kadınları anlatıya taşımasıyla tanınıyor. Bu metinde de genellikle kadınların ana karakter olduğu öykülerle karşılaşıyoruz. Küçük apartman daireleri, küflü duvarlar, fakirliğin umutsuzca yaşam biçimi hâlini aldığı hayatlar, aldatılan, erkek kahkahaları arasında, sesi elinden alınmış kadınlar, bazen rüyalı bazen tam gerçeğin ortasında duran öyküler, uzundur yaşamadığım, başta bahsettiğim “dalma ânı”na beni ulaştıran öykülerin konuları. Öykülerin genellikle karanlık bir atmosferi var, yaşananlar ne kadar karanlıksa mekânlar da ona uyum gösteriyor. Boğuk hava, kasvet karakterlerin ve mekânların üzerinden hiç eksik olmuyor ama çıkışı bulmanın yolu da bir şekilde gösteriliyor. Petruşevskaya’nın karakterleri bir yanıyla çok tanıdık, kadınların zorlu hayatları resmediliyor ama onların kendi aralarında sürüp giden diyaloglarını, dayanışmaları da görebiliyoruz, hâttâ güven duygusunu hissedebildiğimiz anların metinde, sadece kadınlar arasındaki ilişkilerde olduğunu da söyleyebiliriz. Ayrıca, gerçeklikten beslendiği kadar, onu aşan fantastik öyküler de var metinde.
HAYATIN PERDE ARKASI
Petruşevskaya’nın, ‘Ülke’ adlı öyküsünden bahsetmek istiyorum öncelikle çünkü bu öykünün atmosferinin, anlatısının ve karakterlerinin genel olarak yazarın öyküleri hakkında fikir verebileceğini düşünüyorum. Şöyle başlıyor öykü: “Kim anlatacak sessiz ve sarhoş kadının tek odalı bir apartman dairesinde, çocuğuyla birlikte hiç kimseye görünmeden nasıl yaşadığını? Her akşam ne kadar sarhoş olursa olsun, sabah kalktığında her şey elinin altında bulunsun diye yuvaya giden küçük kızının minicik eşyalarını bir araya topladığını?” Sarhoş bir kadının ve kızının anlatıldığı bu öykünün mekânı, konfordan yoksun, tek odalı bir apartman dairesi, insanların birbirini çok da umursamadığı herkesin bir şekilde kendi hayatını sürdürme çabasında olduğu mekânlar ki bu yazarın anlatısında sık sık karşımıza çıkıyor. Kocaları tarafından terkedilmiş kadınlar veya terk edilmese de pek mutlu hayatların olmadığı aile ilişkilerine de kitap boyunca rastlıyoruz. Öyküde, çocuğu ile birlikte hayatta kalmaya çalışan bir kadının varlık çabası anlatılıyor. Eşi tarafından terk edilmiş, yılda birkaç kez misafirliğe giden, “hesap, kitap yaptıktan sonra kızının karnının kreşte doyacağını ve kendisinin de hiçbir şeye gerek duymayacağını göz önünde bulundurarak, öğle yemeğine gidecek paranın şaraba gitmesinin bir mahsuru olmadığına karar veren”, bir karakterin hayatı bu. “Kimse bilmiyor”, bu kadınının ve çocuğun nasıl yaşadığını, ne düşündüğünü tıpkı bizim de çevremizdeki pek çok hayattan haberdar olamadığımız gibi, kocaman apartmanlarda, sonuna kadar kilitlenmiş kapıların ardında neler yaşandığının farkında olmadığımız gibi. Sanırım paragraf sonlarında tekrarlan “kimse bilmiyor”un böyle bir göndermesi var, herkes kendi hayatının kaygısına düşmüşken kimsenin başkasının derdine ilaç olmaya hâli kalmıyor. Ve yazar bu hayatlara dönüyor yüzünü, perdeyi aralayıp anlatıyor hikâyesini. Çünkü “kızın ve annenin ne harika düşler gördüğünü hiç kimse bilmiyor; uyanmalarına hiçbir zaman gerek yokken karanlık, buz gibi bir sokakta bir şey için bir yere koşmak üzere sabahın köründe bir kez daha terk edecekleri ülkeye bir an önce geri dönmek için hemen uykuya daldıklarını kimse bilmiyor.”
Benzer bir durumu, “Dünyanın Vicdanı Bir Kız” öyküsünde de görüyoruz. Sevka ve Raisa adlı iki kadının hikâyesinin anlatıldığı bu öyküde, durup dururken ağlamaya başlayan Raisa’yı anlamaya çalışırken, Sevka şöyle diyor: “Gerçi bana da olur böyle şeyler, -hem öylesine, durduk yere değil- yatağa uzanmak ve ölmek isterim; ama ruhumda neler olur, hangi güçlüklere katlanmam gerekir, hiç kimse bilmez”. Petruşevskaya’nın öykülerinde karşımıza çıkan “kimse bilmez” vurgusu, insanın içsel çelişkileriyle dışına yansıttığı arasındaki uçurumu da görmemizi sağlıyor, neşe saçan benliklerin ardındaki hüznü, gerçekte olan ile görünen arasındaki yarılmayı fark edebiliyoruz böylece. İnsan, toplum içinde başka yalnızken başka, farklı farklı benliklerin işe koşulduğu bir hayatın yaşayıcısı, kendisine bile itiraf edemiyor içinde kopan fırtınayı; bu nedenle öykülerdeki, “kimse bilmez” ifadesi, yalnızca birinin başkasından haberdar olmama hâlini değil, kişinin kendisiyle olan ilişkisini de sorgulamaya vesile oluyor.
Ayrıca, hem enformasyonun bu kadar hızlı olduğu hem de kimsenin birbirinden gerçek anlamda haberdar olmadığı, sunulan benliklere inandığımız içte kopan fırtınayı göremediğimiz bir dünyada yaşarken, Petruşevskaya’nın öyküleri bana aslında ne kadar “gerçek” ilişkilerden yoksun olduğumuzu hatırlattı. Kimsenin bilmediği hayatlar yanı başımızda sürüp giderken, birilerinin o hikâyeleri anlatması gerekiyor ki kitabın öykülerinde genel olarak görülmeyenlerin öyküleri anlatılıyor, en azından yazarın böyle bir çabası olduğunu hissediyorsunuz.
HAYAT KAÇIŞ MIDIR?
Hayatta her zaman bir kaçış bulunur mu? “Evler, Cinler, Perdeler” kitabının bu soruyu sorduran, “Yeni Robinsonlar” öyküsünden de bu bağlamda bahsetmek istedim. Öykünün karakterleri anne, baba ve bir kız çocuğu. Şehri geride bırakıp, terk edilmiş bir köye yerleşiyorlar. Bundan sonrası hep çaba… Çorak toprağa patates ekmek, yaban otlardan yiyecek devşirmek, bir keçi bulup süt ihtiyacı karşılamak. Köyde yaşayan kendileri dışındaki birkaç kişiyle ilişki kurmak, baştan bir hayat yaratmak. Ama hiç kolay değil, devamlı aç kalma tehlikesi, doğa şartlarıyla mücadele, tam işler yoluna girmişken yağmacıların geldiğini duymak ve yine kaçmak, tedbirli babanın her ihtimale karşı yaptığı ormandaki kulübeye taşınmak ve baştan başlamak.
Bu öykü bize, hayatta bir şekilde kaçış yolunun bulunabileceğini hatırlatıyor. İnsan türü irade ve direnme gücüne sahip bir tür, bunun farkında olduğu sürece yaşanan ne olursa olsun bir çıkış imkânı bulunabilir. Bu anlamda, tüm o zorluklara rağmen direnmenin anlamını görüyoruz bu öyküde. Köye gelen yağmacıların onları yine bulabileceğini de biliyorlar karakterler, ama şunu söylüyor, hikâyenin küçük kızı: “Ama o zamana dek yaşamamız gerek. Hem sonra pinekleyip durmuyoruz. Babamla birlikte yeni bir kaçış yeri, yeni bir sığınak arıyoruz.” Bu cümleler şunu düşündürüyor, insanın dünyadaki karşılığı da bu değil mi biraz, devamlı bir kaçış bulmak, mücadele etmek, hayatın çıkmaz sokağında, yolun sonunda gördüğü ışığa ulaşmaya çalışmak, hayatta kalma kudreti, her şeye rağmen her durumda, o ışığı kaybetmediği sürece, devam edecek olan yaşama telaşı.
Lyudmila Petruşevskaya’nın, “Evler, Cinler, Perdeler” adlı kitabındaki öyküler, kıyıda köşede kalmış insanın gizemli yanlarına dokunuyor. Dirilen ölüler, yalnızlıktan “evde biri var” korkusuna kapılıp, delirenler, babası ve annesi tarafından terk edilip dünyanın yalnızlığına mahkûm edilenler, kötü büyücülerin eline düşüp hayatı kararanlar, kötü kocalar, yükü sırtında kadınlar, hayatı ölüler âleminde bulanlar, salgın günlerinde yaşarken, belki bir yıl önce okusak distopik olduğunu düşüneceğimiz öyküler, ortalığa yayılan çürük elma kokusu, rutubetli duvarların küflü yeşili, yaşamın üzerimize çöken gölgesi…
Kısacası, biraz hayattan, biraz rüyadan, biraz da gerçeğin belirsizleştiği yerden sesleniyor yazar, insanın sabit bir iyilikle kurgulanmadığı, içte saklanın, dışa yansıyanın iyi gözlemlendiği, yoksulluğun ajite edilmeden anlatıldığı öyküleri bulabileceğimiz bir kitap: “Evler, Cinler, Perdeler”.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI