Evler, saraylar ve mekânın kamusallığı
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vurgulamayı sevdiği gibi “burası” milletin evi olarak lanse edilmektedir. Ev, babanın iktidar alanıdır; ve bu referans yoluyla giderek “devlet baba”dan “babanın devleti”ne kayarız. Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde mekân ve mekânsal temsiller bu sürecin kurucu araçlarıdır.
“Bak şimdi, bu binayı babanın yatak odası gibi düşün… Böyle penceresinin fotoğrafının çekilmesini ister miydin?”
2013 Haziranına damga vuran Gezi Direnişi, toplumsal muhalefet için olduğu kadar kent araştırmaları açısından da heyecan vericiydi. Protestoların ortaya çıkışı ve yayılması kayda değer bir araştırma nesnesi oldu; protestoların ardından gelen forumlar da çeşitli disiplinlerden araştırmacılar tarafından farklı boyutlarla ele alındı. Biz de 2013 Güz döneminde yürüttüğümüz kentsel tasarım stüdyosunda bu heyecan verici süreci kentsel siyaset ve kamusal mekân ilişkisi bağlamında incelemeye karar verdik. Gezi üzerine araştırmaların büyük kısmı İstanbul üzerine yoğunlaşmışken, protestoların tüm kentlere yayılışının arkasındaki kentsel dinamikleri araştırmak üzere Ankara’ya odaklandık ve kentin çeşitli semtlerinde protestoların izini sürdük. Başka bir yazının konusu olabilecek bu stüdyo deneyimi dinamik ve üretken olduğu kadar, hem bizler hem de öğrenciler için çok öğreticiydi. Yukarıdaki cümle, işte bu stüdyo sürecinin içinden süzülen ve bir polis memurunun ağzından yapılan bir alıntı.
Öğrenci gruplarından biri Ankara’nın merkezindeki Bakanlıklar bölgesinin kamusal kullanıma kazandırılması olasılıklarını araştırmaktadır. Başbakanlık binası etrafında fotoğraf çekerken kendilerini durduran bir polis memuru fotoğraf çekmelerinin yasak olduğunu söyler. Öğrenciler, kamusallık ve kamusal mekân üzerine haftalardır yürüttükleri tartışmaların kazandırdığı kavram cephaneliğiyle karşı çıkarlar. Uzayan tartışmanın yarattığı çaresizlik içinde polis memuru öğrencileri ikna etmek için bu benzetmeye başvurur: Başbakanlık binası Başbakanın, dolayısıyla devletin mahrem alanıdır. Bu çarpıcı benzetme kamusal ile mahrem arasında ve kamusallık ile iktidar arasında olası ilişkileri düşünmeye imkân veriyor. İktidarın patriarkal yapılanışını örnekleyen diyaloğun erkek memur ile kadın öğrenci arasında geçtiğini de not düşeyim.
Bana bu anekdotu hatırlatan, geçtiğimiz günlerde basına yansıyan şu haber oldu. Habere göre, yeni inşa edilen Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde bulunan Millet Kütüphanesini kullanmak isteyen KHK’lı Rafet Irmak’ın önü, polislerce kesildi ve GBT sorgusu ardından kütüphaneyi kullanmasına izin verilmedi. Gerekçe soran Irmak’a polisler “Cumhurbaşkanımız sizi istemiyor” yanıtını vermiş. Bu iki anekdotu birlikte düşündüğümüzde, on yıldan kısa bir süre içinde siyaset, kent mekânı ve kamusallık ilişkisine dair değişen ve değişmeyen pek çok şeyi tartışmak mümkün.
Önce, bir çerçeve niyetine değişenlerle başlayalım. Ankara’nın başkent olarak inşasının odağı, Yenişehir’de bulunan Vekâletler Mahallesi, daha sonra yerleşen kullanımla “Bakanlıklar”dır. Kızılay Meydanında Güvenpark ile başlayan ve TBMM binası ile biten üçgen biçimli bölgenin simetri aksı (orijinal tasarımda törensel bir yaya yoludur) İçişleri Bakanlığının arkasında tasarlanan Vilayetler Meydanı ile biter. Yani bu bölge yaya kullanımının yoğun olacağı bir alan olarak tasarlanmıştır. Buna karşılık Vilayetler Meydanı erken bir tarihten itibaren otopark olarak kullanılmaya başlanmış, yaya aksı ise son yirmi beş yılda tedricen kentlilerin kullanımına kapatılmıştır. Bu hikâye kuşkusuz cumhuriyetin idealleri ile siyasal kültürümüz içinde kamusallığın kavranışı arasında giderek açılan makası örneklemekte. Polis memurunun veciz benzetmesi de kamusal mekânın yurttaş odaklı değil, patriarkal biçimde kavranan iktidara referansla anlaşıldığını somutluyor.
Filmi ileri sarıp Atatürk Orman Çiftliği arazisi içinde inşa edilen yeni Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin (inşasına ilk olarak Başbakanlık Hizmet Binası olarak başlandığını da hatırlayarak) Ankara’nın siyasal temsil ve kamusal mekânlar örüntüsü içindeki yerine bakalım. Başkentin hem uzunca bir süre kentsel gelişiminin omurgası olan hem de temsil mekânlarını taşıyan Atatürk Bulvarı Ulus’tan Çankaya’ya uzanır. Eski merkezden başlayıp Bakanlıkları ve Meclisi izleyen hat Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkünde biter(di). İşte yeni yerleşke bu temsili topoğrafyayı, yerine yeni bir koordinat sistemi koyarak iptal etmiştir.
İktidar açısından Atatürk Orman Çiftliği, bu yeni koordinat sisteminin sıfır noktası olmak için birkaç açıdan uygundur. Her şeyden önce batıya doğru genişleyen kentin içinde geniş bir yeşil alan olarak AOÇ, inşaat için yer arayan göze kentin yaklaşık olarak fiziksel merkezine tekabül eden bir boşluk olarak görünür. İkinci olarak, başkentin erken cumhuriyet dönemi referanslarını silme ve yeniden yazma stratejisi için çok uygundur. Serbest kullanıma açık yeşil kamusal mekânın devlet otoritesinin yerleştiği kamusal mekân olarak yeniden üretilmesidir söz konusu olan. Yeni politik koordinat sisteminin bir aksı AKP Genel Merkez binası ve AKP seçkinleri ile özdeşleşen (eski gecekondu alanı) Çukurambar’a uzanırken, bir diğeri 12 Eylül’ün ürettiği Devlet Mezarlığı ve AKM binalarını izleyerek yerleşkenin ana binasının simetri aksını oluşturur (bu aksa en son bir de 15 Temmuz anıtı eklenmiştir).
Tartışılacak birçok boyutu olan yerleşkenin burada sadece kentsel kamusal mekân niteliğine odaklandığım için diğer boyutları bir yana bırakıyorum.i Burada çarpıcı olan nokta, yerleşkenin meşruiyetini geliştirebilmek için kendisini salt bir devlet binaları kompleksi olarak görmeyip etrafında kentsel kamusal mekân örgütlemek istemesi. Yukarıda andığım iki anekdotu bir araya getiren de tam bu nitelik. Gerçekten de yerleşke önce kongre merkezi ve cami ikilisi, ardından da kütüphane ve sergi salonu yapı grubuyla kamusal kullanımı yerleşkenin içine davet eder. Ancak hem güvenlik kaygıları hem de devlet merkezli kamusallık anlayışı yüzünden nafile bir çaba gibi görünmektedir bu girişim. Zira, kent merkezindeki Başbakanlık binasını kentliden korumaya ve ona bir mahremiyet halesi giydirmeye gösterilen eğilim, yeni yerleşkenin temsil ettiği iktidar yapısının harcında bulunmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vurgulamayı sevdiği gibi “burası” milletin evi olarak lanse edilmektedir. Bu tanımlayışta Cumhurbaşkanlığı ofis binası (ki bir ev imgesine sahiptir) ile tüm yerleşkenin de düzdeğişmeceli (metonimik) biçimde birbirinin yerine ikame edildiği gözden kaçmamalı. Ama tartışmamız açısından daha önemlisi şu sanırım: “ev” nitelemesi ile kazandırılmak istenen aidiyet hissi, ev’in barındırdığı iktidar yapısının kamusal mekâna atfedilişini maskeler. “Ev”e ne kadar aidiyet duyarsak, odağındaki iktidar figürü ile de o kadar özdeşleşiriz.
Öyleyse yürütme erkinin ardışık iki merkezi (eski Başbakanlık ve yeni Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi) üzerinden kentsel mekânın kamusallığına dair iki ders çıkarmak mümkün görünüyor. Bunlardan ilki tam da ev ve onun çağrıştırdığı (örtük) patriarkal iktidar örüntüsünün patrimonyal siyaseti meşrulaştırıyor oluşudur. Ev, babanın iktidar alanıdır; ve bu referans yoluyla giderek “devlet baba”dan “babanın devleti”ne kayarız. Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde mekân ve mekânsal temsiller bu sürecin kurucu araçlarıdır.
İkinci nokta ise kamusal mekânı kamusal yapan şeyin devlet erki değil, kentsel gündelik yaşantının kontrole gelmez karakteri olduğudur. Kamusal mekân devlete ait mekân olmadığı gibi, münhasıran siyasete ayrılmış alan da değildir. Aksine, gündelik hayatın özgürce var olduğu ve politikleşme potansiyelini somutlaştırdığı yerdir. Kamusal mekânı dinamik kılan da, barındırdığı siyaseti öngörülemez yapan da bu niteliğidir. Bu açıdan gündelik yaşantının Bakanlıklar’dan kovuluşu da, yeni iktidar odağının kentselliğin bulunmadığı bir yerde inşası da şaşırtıcı olmamalıdır.
(i) Detaylı bir tartışmayı Milletin Mimarisi: Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti (Metis, 2019) içinde yaptım (özellikle s. 230-264).